Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İşte mihenk taşı!

Geçen hafta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden gene çarpıcı bir karar çıktı, ve de elbette Türkiye Cumhuriyeti gene haksız bulundu! Buna artık alıştık.

Alıştık da, “Avrupalı görünmeye çalışmak belasına” kimse ağzını fazla açamıyor, mahkemenin üstünlüğünü ve kararlarına uymayı kabul etmişsin bir kere! Hani Avrupa Birliği’ni boşverip Rusya, Hindistan ve Çin’le ittifak yapsan iplemeyeceksin ama, şimdilik elin mecbur...

Karar şu: Depremi “Allah’ın uyarısı” olarak görmek ve göstermek, suç değildir!

Gerek dinciler gerekse Kemalistler tarafından fazla “dalgalandırılmadı” bu haber, açıkçası kaynadı gitti.

1999 depremi konusunda böyle yayın yaptığı için RTÜK tarafından hem de 180 gün boyunca kapatılan Nur Radyo ve Televizyonu (...) mahkemeye gitmiş. Mahkeme de bu yayını “çarpıcı ve saldırgan” olmakla birlikte “masum” bulmuş.

Çünkü “şiddeti teşvik” etmiyor, bunu kabul etmeyenleri asalım keselim demiyor.

Fakat mahkeme bir tazminata da hükmetmemiş, bunun bir “insan hakları çiğnenmesi olduğunun tescilini” yeterli saymış.

Demek ki, şimdi birisi çıksa da “Zeus’a yeterince kurban sunmadığımız için bize çok kızdı, yerleri sarsıp gökleri gürletip şimşekleri çaktırıyor” dese, suç değil.

Öyleyse, Profesör Richard Dawkins’in şu ünlü “The God Delusion” kitabına, Tanrı yoktur diye tutturan eserindeki görüşlerine de katılmayabilirsiniz, kızabilirsiniz, isterseniz okumayı reddedebilirsiniz ama savcılığa suç duyurusunda bulunamazsınız, yasaklatmaya kalkamazsınız!

Dawkins bir İngiliz mahkemesine gitse de İncil’in toplatılmasını istese, herkes ona kıçıyla güler çünkü...

Nalıncı keseri gibi kendine yontmak yok, biri serbestse, öteki de serbesttir!

Amerika Birleşik Devletleri’nde, kimseyi zorlamamak ve suç işlememek, yani kedi medi ya da bakire kesmemek şartıyla Satanizm’in bile serbest olduğunu biliyor muydunuz? Yüksek Mahkeme, onun da bir inanç sistemi olduğunu kabul ediyor. Bize dangalakça, hatta rezilce de gelse, o da inançlardan bir inançmış. Batı’nın insan hakları ve temel özgürlüklerde ulaştığı en son nokta, işte bu. “Muasır medeniyet seviyesi” dersem belki basın kaşalotları daha iyi anlarlar.

İmdi... İşte size bir test...

Göstereceğiniz tepki, tıynetinizi belirleyecektir.

Mahkeme kararını beğenmediyseniz, size faşist diyorlar.

Fakat kararı onaylıyorsanız, ille de “dinci” olmanız gerekmiyor.

Gelelim davaya konu olan tutuma: “Deprem Allah’ın kullarına bir uyarısıdır” diyen birine nasıl tepki verirsiniz?

İster dinci olsun ister yalnızca mümin, “evet, tabii ki öyledir” diyecektir.

Ateist, “saçmalıyor” diye bozulabilir.

Marksist, “gene halkı sömürüyorlar” diye kızacaktır.

Manken ya da şarkıcıdan da “ben bilmem annem bilir” tavrı bekleyiniz. Bunu, okumamış ev kadınlarımız için “ben bilmem beyim bilir” de yapabilirsiniz.

Benim kafamda olanlar, yani bilimin önderliğini elden bırakmayanlar, yani Atatürkçüler “bilim dışı” bulacaklar, bunun bir “inanç meselesi” olduğunu, tartışmamak gerektiğini, tartışmayla bir yere varılamayacağını düşünecek, üzerinde durmayıp geçeceklerdir.

İnönücüler ise köpürecekler, “suç” olarak algılayacaklar, dava açacaklar, adamı mahkum ettirecekler ve sonra da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bakıp hizaya..... hayır, gene gelmeyeceklerdir.

İşte aramızdaki fark.

Akşam, 5.12.2007

Engin ARDIÇ

06.12.2007


 

Üniversitelerde bilimi özgür bırakalım yeter

8 Aralık’ta YÖK başkanı değişecek. Kemal Gürüz’ün başlattığı üniversiteler operasyonunu devam ettiren Erdoğan Teziç’in de görev süresi doluyor. Yeni YÖK başkanının kim olacağı, özgürlükten mi otoriteden mi yana olacağı merak konusu?

YÖK başkanı değişirse Türkiye’deki üniversite sorunu çözülür mü bilinmez; ancak Türkiye’nin eğitim meselesi, hele de yükseköğrenim öyle kısa sürede halledilir gibi görünmüyor. Aslında YÖK Başkanı’nın bu kadar önemli olması, merak ediliyor olması bile konunun problemli olduğunu gösteriyor. Kişilere göre değişen, şekil alan bir yönetim biçimi ne kadar sağlıklı olabilir ki?

Bugünkü üniversitelerimiz otoriter, hiyerarşik düzende, bilimden çok ast-üst ilişkilerle ve ideolojiyle idare edilen, yönetim biçimi çağdaş dünya üniversitelerinden çok askeri yönetim biçimini andıran bir yapıda. Dünyanın hangi ülkesinde üniversitelerin ideolojisi vardır? Akademik kadro, üretilen bilim, bir ideolojiye göre şekillenebilir mi? Araştırmalarında falan kişiden kaynak gösterdiği için hakkında soruşturma açılan dünyada kaç akademisyen vardır? Rektör atamasında onun bilimsel yeterliliğinden çok aile yapısına bakıldığı dünyada kaç üniversite vardır?

Rektörlük ataması ise ayrı bir garabet. Üniversitede seçim oluyor. Rektörlüğe aday hocalar bir siyasetçi gibi seçmenine birtakım vaatlerde bulunuyor, oy alıyor. En çok oy alanlar YÖK’e bildiriliyor. YÖK bu garabet seçimde kim çıkarsa çıksın, kendisinin istediği adamları Cumhurbaşkanına öneriyor, Cumhurbaşkanı ise o garabet YÖK seçimini takmayarak bildiği bir adamı rektör atıyor. Sanki bir çadır tiyatrosu. Cumhurbaşkanı atarken, kimin koyduğu belli olmayan bir not kağıdına da bakıyor.

Bugüne kadar rektör seçimlerindeki en önemli belge Cumhurbaşkanına giden dosyanın içine sıkıştırılmış küçük bir not kağıdıydı. Hani şu ara, kimsenin sahip çıkmadığı kimin oraya koyduğu belli olmayan bir iftira notu var ya işte o. Son yıllarda hiçbir bilimsel yeterlilik, hiçbir kariyer o belgenin önüne geçemiyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül açıklamasaydı hiç farkında da olamayacaktık. Bilim yuvası olması gereken bir yerin başına bir rektör atanırken dosyanın içine bilgi notu ekleniyor; ‘eşi şöyledir, annesi böyledir, akrabaları içerisinde kaşı kara olanlardan var’ gibi. Bilimsel ve idari yeterliliğinden söz eden herhangi bir şey yok. Eşinin giyimiyle ilgili bir bilgi notu. Üstüne üstlük söz konusu kişinin bırakın eşinin çarşaf giymesini hiç evlenmediği ortaya çıkıyor. Tam çifte rezalet.

Üniversiteler, Türkiye’nin en önemli meselelerinden birisi kuşkusuz. Doğrudan kendisini ilgilendirdiği için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e düşen çok ciddi görevler var. Her şeyden önce üniversitelerde bilimsel özgürlüğün, fikir ve ifade hürriyetinin gelişmesini sağlayacak ortamların oluşturulması lazım. İdeolojik üniversite olmaktan kurtulup, dünyadaki çağdaşlarıyla yarışabilecek bir ufkun buralara hakim olması çok önemli. Bu nedenle YÖK kanununda yapılması gereken çok ciddi düzenlemeler var. Özellikle son 10 yılda başlatılan hafiyeciliğin, fişlemeciliğin, ihbarcılığın üniversitelerden derhal, bir daha geri gelemeyecek şekilde atılması sağlanmalıdır. Üniversitelerin ideolojisi olmaz. Fikirleri ve bilimi olabildiğince özgür bırakalım, iyi olan kazansın.

Zaman, 5.12.2007

Mehmet KAMIŞ

06.12.2007


 

Çözülemeyecek bir dosya daha

Malatya’daki hunhar cinayet dosyası aydınlandıkça Hrant Dink benzeri bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuz hissi ağır basmaya başlıyor.

Trabzon’da olduğu gibi, Malatya’da da bir “büyük abi” vakası olduğu görülüyor.

Çetenin lideri normalde ilişkisi olmaması gereken kamu görevlileriyle içli-dışlı.

Cep telefonundan çetenin genç elemanıyla ilişkide bulunan herkes aynı savunmayı yapıyor: “Telefonu iki sene önce bir akrabama vermiştim...”

Çete başının kamu görevlileri ile ilişkisinin bununla sınırlı kalmadığı anlaşılıyor.

Çetenin bir başka üyesi, bu genç adamın bir süre önce bir bıçaklama olayına karıştığını ama olayın örtbas edildiğini iddia ediyor.

Eldeki bu bulgular, Dink cinayetinde olduğu gibi, sıra dışı bir örgütlenmeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Ancak sanık avukatları, iddia makamının bu dosyada, katil zanlılarından çok ölenlerin kimlikleriyle, geçmişiyle uğraştığını savunuyor.

Kamu görevlilerinin istihbarat amacıyla birtakım potansiyel suçlu adaylarıyla ilişki kurması anlaşılabilir bir şeydir.

Ancak kamu görevlisinin ilişki kurduğu insanların ülkeyi sarsan cinayetler işlemesi ve dosyanın sağlıklı soruşturulduğu şüphesi uyandırılması kesinlikle anlaşılabilir bir şey değildir.

Bu ülkede yanlış yapan kamu görevlisi örneği çok görüldü.

Bu yanlışın hesabının sorulduğu olay sayısı ise sıfır denilecek düzeyde.

Türkiye çağdaş, demokratik bir ülke olacaksa, hukukun üstünlüğünü pekiştirmek zorunda.

Konumu ne olursa olsun, herkesin hukuk ve adalet önünde hesap verme korkusunu yaşamadığı bir ülkede sağlıklı bir demokratik sistem ve can güvenliği sağlanamaz.

Yaşadığımız olaylar bunun en açık delili.

Türkiye, anayasa değişikliğini tartıştığı bu dönemde, mevcut hukuk kurallarını sağlıklı işletemez bir görüntü vermekte, bu da kuralın değişmesinin, yaşamın kalitesini de değiştireceğine ilişkin umutları azaltmakta.

Katil zanlılarının yakalanması polis adına bir başarıdır elbette ancak asıl önemli olan bu tetikçilerin arkasındaki gerçek gücü ortaya çıkarabilmektir.

Sabah, 5.12.2007

Ergun BABAHAN

06.12.2007


 

Temiz eller: Başbakan verdiği sözü tutmalı…

Bu ülke kötü kokulardan bezdi. Rahip cinayeti, Dink suikasti, misyoner katliamı…

10 gün önce bu konudaki son yazımızda bu cinayetlerin Türkiye’deki kirli bir dokunun siyasi cinayetleri olduğunu tekrarlıyorduk. Her bir cinayette ipuçlarının “kamusal alanın derinlikleri”ne uzandığını söylüyorduk…

Kaldı ki, bir dizi diğer ipucu, cinayetlerin işlenme biçimleri, hedef aldıkları kurbanlar aralarında bağlantı olduğuna işaret ediyordu.

Nitekim Hrant Dink hayattayken rahip cinayetinin, başta kendi hayatına yönelik olmak üzere ciddi bir tehdide, harekete geçen bir mekanizmaya tekabül ettiğini düşünürdü. Bu konuyu, ona gelen tehditler sonrası sık konuştuğumuzu hatırlarım.

Nitekim bundan bir süre önce bir vesileyle kulağımıza “Malatya katliamı”na karışan kimi sanıkların askerlik yaptıkları birliklerde kimi askerler tarafından dolduruldukları duyumu geliyordu.

Sorun ortada:

Bu cinayetler “kamusal alanın derinliklerinden fazlası”na işaret ediyor…

Değil mi ki bu konudaki soruşturmalar, özellikle devlet memurlarına uzanan soruşturmalar derinleşemiyor; bizzat diğer devlet memurları tarafından engelleniyor.

Dün gündeme düşen son haber buna açık bir kanıt oluşturmakla kalmıyor, bu cinayetler dizisini Susurlukvari bir görünüme büründürüyordu.

Haber şöyleydi:

“Misyoner katliamı sanığı Abuzer Yıldırım’ın bir savcıya ait telefonla mesajlaştığı ve kayıt adresi ‘Ankara Özel Harekât Dairesi’ görünen telefondan arandığı belirlendi. Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan dava dosyasında, 18 Nisan 2007’de üç kişinin katledildiği olayın sanıklarından Abuzer Yıldırım’ın kullandığı sim karttan, bir savcıya karşılıklı iki kez mesaj atıldığı tespit edildi…

Abuzer Yıldırım’ı 3 Mart 2003’te arayan telefonun sahibi C.B.K. olarak görülüyor. Telefon sahibinin adresi olarak Özel Harekât Daire Başkanlığı gösterilmiş. Ayrıca sanıklar Emre Günaydın’ın 35, Salih Gürler’in 38, Hamit Çeker’in 17, Abuzer Yıldırım’ın 16 cep telefon cihazı kullandığı belirlenmiş…”

Artık hukuk yolu yetmez…

Artık harekete geçmesi gereken siyasettir, siyasi iktidardır.

Bu tablo pisliğin derinliğine açık bir işarettir.

Sistemin temizlik harekâtları yarım kaldıkça, idari korumaya takıldıkça anlam taşımıyor, tersine sistem içindeki karanlık noktaları genişletiyor.

Artık Başbakan’ın seçim meydanlarında verdiği sözü hatırlama ve yerine getirme zamanıdır.

Sistemin temizlenmesi, çetelerin ortadan kaldırılması için sonuna kadar gitme sözünü vermişti Başbakan…

Yeni dönemde hükümetin temel önceliğinin siyasi bir temizlik olduğunu söylüyordu meydanlarda…

Fehmi Koru’ya ve bana Karabük yolunda uçakta özellikle, altını çizerek gerekirse yeni yasalar çıkararak “temiz eller girişimi”nde bulunacağını anlatmıştı.

Bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ile o dönemde yaptığımız bir görüşmenin sonunda, Bakan kendisine “çetelerle mücadele” konusunda soru yöneltmediğimi hatırlatmış, bu konuda büyük adımlar atacaklarını söylemişti.

O şimdi devletin başında…

Başbakan hiç olmadığı kadar güçlü…

İlkeli, dürüst, iş bilir bir İçişleri Bakanı var…

Zaman hareket zamanıdır…

Aksi halde…

Aksi halde biz daha çok yanarız, çok ağlarız, çok yakınırız…

Yeni Şafak, 5.12.2007

Ali BAYRAMOĞLU

06.12.2007


 

Bütçenin derini...

Türkiye Büyük Millet Meclisi dün 2008 yılı bütçe yasa tasarısını görüşmeye başladı.

Hep birlikte izledik.

Bütçe ne? Devletin cebi...

Devletin geliri... Devletin gideri.

Devletleri, o cebe topladığı ve o cepten harcadığı para tanımlar. ‘Gelirin nereden geldiğini, giderin nereye gittiğini’ söyle, nasıl bir devlet ve toplumda yaşadığını söyleyeyim hali yani...

***

Bütçe görüşmeleri başladığı gün...

Kimisinde manşet olmak üzere, ilk bakışta bütçe ile alakasız gibi görünen ama biraz daha dikkatli bakıldığında doğrudan bütçeyle bağlantılı bir haber vardı.

Malatya’da bir yayınevinde 3 kişinin öldürülmesinden söz ediyorum.

Bu davanın ilk duruşmasında söz alan müşteki avukatlarından Mehmet Ali Koçak, Türkiye’de yaşanan vahşi cinayetlerin talihsizlik olarak adlandırıldığını ve bu şekilde kapatılmaya çalışıldığını söylemiş ve ilave etmişti:

‘Trabzon’da rahip, İstanbul’da bir Ermeni gazetecinin öldürülmesi ne tesadüftür ki daha çocuk yaştaki kişilerce olmuştur. Bu dava salt bir cinayet davası değildir. Bu dava, bir nefret suçları ve nefret suçlularının davasıdır. Geçmişte yaşanan cinayetler öncesindeki olaylar iyi araştırılıp, talihsizlik olarak adlandırılmamış olsaydı bugün Malatya 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde bu dava görülmüyor olacaktı.’

Şunu da eklemişti:

‘(Savcı) Sanıkların işlediği suçu öne çıkarma dışında misyonerlik faaliyetlerini içeren 16 klasörlük doküman hazırlamıştır. Bunların içerisinde Protestan cemaatinin Türkiye’deki bütün üyelerinin isimleri ve açık adresleri ve yayınevinde çalışanların faaliyetlerini içeren belgelere yer vermiştir. Bu durum karşısında ismi geçen tüm arkadaşlarımız hedef pozisyonuna gelmiştir.’

***

Malatya’da Zirve Yayınevi’nin basılıp üç kişinin öldürülmesinin sanıklarının ilginç bir telefon trafiği olduğu anlaşıldı.

Sanıkların...

Kanlı baskından önceki 6 aylık dönemde...

İstanbul’dan bir savcıyla...

Adresleri 2’nci Ordu Komutanlığı ve Özel Harekat Daire Başkanlığı olan kişileri aradıkları ortaya çıktı.

Sanıkların 106 farklı cep telefonu kullandığı belirlendi.

***

Ancak...

Malatya Başsavcılığı’nın sadece suçüstü yakalanan sanıkların üzerlerinden çıkan telefonların dökümlerini araştırdığı...

Ama, üzerinden telefon çıkmayan sanıklardan Özdemir ve Demir’in telefon trafiğini araştırmadığı anlaşılmış.

Yine savcılığın diğer sanıkların telefon trafiğine yönelik araştırmayı da üzerlerinden çıkan telefon numaralarıyla sınırlı tuttuğu öğrenilmiş.

Buna karşılık, olaydan önceki son 6 ay içinde Günaydın’ın 35, Gürler’in 38, Çeker’in 17, Yıldırım’ın 16 ayrı telefon ve çok sayıda telefon numarası kullandıkları saptandı.

Üstelik...

Dava dosyasında, sanıkların olay günü yaptıkları telefon konuşmalarının dökümünün bulunmaması da dikkat çekmiş.

Oysa ki, olay gününden önceki 6 aylık süreye ilişkin araştırma, ilginç telefon görüşmeleri yapıldığını ortaya koymakta..

***

Sanıklardan Abuzer Yıldırım’ın babasının adına kayıtlı telefondan Aralık 2006’da İstanbul’da görevli bir savcıya iki kez mesaj gönderildiği, her iki mesaja da yanıt alındığı anlaşıldı.

Söz konusu savcı, kendisine ait olduğunu doğruladığı numarayı kullanması için bir akrabasına verdiğini, akrabasının Yıldırım’ı tanıyıp tanımadığını ise bilmediğini söylemiş.

Yine Abuzer Yıldırım’ın babasına ait numaranın 3 Mart 2007’de ilgili GSM operatöründen, adresi Ankara Özel Harekat Daire Başkanlığı olarak görülen C.B. tarafından arandığı ortaya çıkmış.

Sanıklardan Çeker’in babasına ait numaradan da adresi Malatya 2’nci Ordu Lojmanları olarak geçen K.D. ile çok sayıda görüşme yapıldığı belirlenmiş.

***

Davanın bir numaralı sanığı Emre Günaydın’ın, Malatya Başsavcılığı’nın hakkında takipsizlik kararı verdiği Malatya İl Genel Meclisi’nin MHP’li üyesi R.P. ile 15 Mart-12 Nisan 2007 arasında 18 kez mesajlaştığı ve görüştüğü de anlaşılmış.

Dosyadaki bu bilgiler nedeniyle, savcılığın bu görüşmelerin içeriğine yönelik detaylı bir araştırma yapmadığı vurgulanmakta.

***

Ali Şükrü Bey cinayetinden Susurluk’a...

Hrant Dink cinayetinden Malatya katliamına...

Devlet içi çetelerin bütçeden de beslendiğini unutmamak gerek.

Bütçe görüşmelerini izlerken, aklımdaki soru hep aynıydı:

2008 Bütçesi bu derindekileri silkeleyebilecek mi?

Bütçeyi arınmaya yönelik kullanabilecek mi?

Dedim ya, bütçeye gelen ve bütçeden giden devleti tanımlar diye.

Şimdiye kadar bütçeyi kendi derinindeki tortuları temizleme amacıyla kullanmak mümkün olamadı, bakalım bundan böyle olacak mı?

Star, 5.12.2007

Mehmet ALTAN

06.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri