|
|
|
Devlet iktidarı! |
Öyle laflar vardır ki bazen saçmalığıyla tarihe geçer.
Sanırım YÖK Başkanı ve anayasa profesörü Erdoğan Teziç’in sözü de tarihe geçecek.
Gazetede okuduğum konuşmasında, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle ilgili şöyle diyordu:
“Anlaşılan siyasi çoğunluk devlet iktidarını ele geçirmek istiyor.”
Devlet iktidarı...
Demek siyasi çoğunluğa “verilmeyen ve verilmemesi gereken” böyle bir iktidar var.
Bunu söyleyen bir anayasa profesörü olduğuna göre “anayasanın neresinde böyle siyasi çoğunluğa verilmeyecek bir devlet iktidarından söz ediliyor” diye bir sormamız gerekiyor.
Sonra bir soru daha soracağız.
“Dünyanın hangi anayasasında siyasi çoğunluğa verilmeyen devlet iktidarı kavramını gördünüz?”
Böyle bir kavram görmüş olamaz çünkü anayasalar böyle “kimseye verilmeyen” bir “devlet iktidarı” olmasın diye yapılır.
Anayasa, böyle bir gizli iktidar bulunmasın diye oluşturulur.
Eğer böyle bir “devlet iktidarı” varsa ve bu “siyasi çoğunluğa” verilmiyorsa, bu iktidar kim tarafından kime veriliyor?
Bu iktidarı kim kullanıyor?
Bu iktidarın anayasal ve yasal desteği ne?
Bir devlette anayasal ve yasal desteği olmayan bir “iktidar” olabilir mi?
Siyasi çoğunluğa verilmediğine göre bu iktidar halkın iradesinden kopuk demektir, halk iradesinin dışında oluşan bir iktidar kendine yeryüzünün herhangi bir anayasasında yer bulabilir mi?
Siyasi çoğunluğa verilmeyen bir “devlet iktidarı” ancak diktatörlüklerde olur ve bu iktidar halkın iradesine karşı silahla korunur.
Bizim YÖK Başkanı anayasa profesörümüz, bir diktatörlük, silahlı bir zorbalık mı istiyor?
Doğrusunu isterseniz bunun tek bir cevabı bulunuyor.
Evet, öyle bir yönetim istiyor.
Başka türlü, halkın iktidarıyla el değiştirmeyen, siyasi çoğunluğun denetimine verilmeyen bir iktidardan söz edemezdi.
Sanıyorum, bizim hukukçuların tam anlamıyla gözü döndü.
Artık ne hukuk istiyorlar, ne yasa, ne de anayasa.
Bir zorbalık rejimini açıkça talep ediyorlar.
Devleti, seçimle işbaşına gelen hükümetlerin denetiminden çıkarmayı arzuluyorlar.
Seçimleri, halkın iradesini, parlamentoyu, hukuku, anayasayı yok etme peşindeler.
Bu uğurda saçmalamaktan bile kaçınmıyorlar.
Hukuka aykırı kavramlar uyduruyorlar.
Devleti hükümet yönetir, hükümeti siyasi çoğunluk belirler, siyasi çoğunluk da halkın oylarıyla oluşur.
Bu yapının dışında bir iktidar olamaz bir hukuk sisteminin içinde.
Bu yapıyı parçalama peşindeler işte.
Türkiye çok tehlikeli bir dönemden geçiyor.
Bu tehlikeyi sanıldığı gibi ordunun muhtırası değil, hukukçuların hukuka ihaneti yaratıyor.
Anayasa da, hukuk da, hukukçular tarafından yok ediliyor.
Hukuk, bir toplumun güvencesidir.
O olmadı mı o toplumda güvence olmaz.
Kaos, belirsizlik, zorbalık yeşerir.
Silah, kendini halkın iradesinden önemli görür.
Hukukçular, askerlerden daha fazla zorluyorlar darbeyi.
Dokunulmaz bir “devlet iktidarı” istiyorlar.
Bu uğurda tarihe geçecek saçmalıkları bile dile getirmekten kaçınmıyorlar.
Milyonlarca insanın meydanlarda toplandığı, iktidarı protesto ettiği, demokrasinin tadını çıkardığı bir ülkede demokrasiyi öldürmek için uğraşıyorlar.
Çok zorlarlarsa o da olur, darbe de gerçekleşir, anayasa da ortadan kaldırılır.
Bunu istemek için anayasa profesörü olmaya gerek yok ki...
Hukuktan nefret eden bir darbeci olmak yeter.
Gazetem.net
|
Ahmet ALTAN
16.05.2007
|
|
|
Demokrasinin rayına oturması için |
Türkiye, demokrasi geçmişi pek de kısa olmayan bir ülkedir. 1900’lerin başlarından bu yana çok partililikle tanışığız. Fakat bütün bu uzun zamana yayılan geçmişe rağmen, ülkemizde çeşitli dönemlerde azımsanamayacak kadarlık sürelerde tek parti ve olağanüstü yönetim usulleri uygulanmıştır. 1908-1918 arası yıllarda, çok kısa süreli istisnai dönem hariç, hâkim bir zihniyet olarak, İttihat ve Terakki’nin despotizmi ve örfi idare uygulamaları ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde teşekkül eden yeni Türkiye (29.10.1923’te Cumhuriyet oldu) Devleti’nin kuruluşundan 1946 yılına kadarki dönem, tek parti yönetimi ile bazı yıllarda sıkıyönetim ve İstiklal Mahkemesi uygulamalarına sahne olmuştur. Bu yıllar, bazı hak ve hürriyetlerin aşırıya varan oranda kısıtlandığı otoriter bir dönemdir. Daha sonraki yıllarda da, (bazen çok uzun süreleri içerecek şekilde) ara ara olağanüstü yönetim usulleri ile askeri müdahale uygulamalarına rastlanmıştır.
Gerek 1946’da çok partili hayata geçiş, gerekse 14 Mayıs 1950 yılında yapılan genel seçimleri müteakiben demokrasiye geçiş çok rahat olmamıştır. Belli kesimlerce, Demokrat Parti ile onun tabanına hep şüphe ile bakılmıştır. Bunlar, “cahil ve ehilleştirilmesi gerekli unsurlar olarak telakki edilmiş; ehilleştirilmedikleri takdirde her an belirli yönlendirmeler neticesinde yeni kurulan laik Cumhuriyet için potansiyel tehlike oluşturacak unsurlar olarak görülmüş”; hatta 1946 sonrası gelişmeler “karşı devrim hareketi” olarak algılanmıştır. Bu algı sahipleri hiçbir zaman Demokrat Parti iktidarını içlerine sindirememişler; bu dönemde gerçekleşen çok aşırı iktidar-muhalefet çatışmaları ve kamplaşmalar ortamında meydana gelen -benim de tasvip etmediğim- bazı anti-demokratik uygulamalar da bahane edilerek 27 Mayıs harekâtı gerçekleştirilmiştir.
Diğer yandan, 27 Mayıs harekâtına çok kısa bir süre kala seçime gidileceği iktidar partisi tarafından açıklandığı halde bu harekâtın yapılması, aslında demokrasi ile çözüme olan bir inançsızlığı da yansıtmaktadır. Bu yöndeki yaygın inançsızlık, demokrasi dışı çözümün hayata geçirilmesini kolaylaştırmış, hatta tetiklemiştir.
27 Mayıs öncesi
27 Mayıs öncesi ortaya çıkan ve aşırıya varan iktidar-muhalefet didişmesi ortamında, askeri harekâtın olgunlaşmasına yönelik olarak, gerek medya, gerekse ilmiye kesimi tarafından azımsanamayacak boyutta materyal sağlanmıştır. Önce ortam olgunlaştırılmış, daha sonra da harekât gerçekleştirilmiştir. Bununla, aslında daha önceleri İttihat ve Terakki döneminde var olan, hatta kökleri Osmanlı’nın geçmiş yıllarına kadar uzanan askeri bürokrasi kesiminin yönetim üzerindeki belirleyiciliği, 27 Mayıs ile birlikte, hem de kalıcı hale gelecek şekilde tekrardan nüksetmiştir. 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat ve 27 Nisan post-modern müdahaleleri, bu geleneğin devamı şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bütün bu müdahalelerin temelinde ne vardır? Sorusunu sorgulayarak bu soruya cevap bulmak, demokrasimizin rayına oturtulabilmesi açısından önem arz etmektedir.
Genellikle Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana, belli kesimlerce (ki bunlar içinde siyasi cenahta başta CHP olmak üzere bazı siyasilerle, özgül ağırlığı bayağı çok olan bazı aydın kesimi, medya mensupları ile bürokratik çevreler de yer almaktadır) çeşitli dönemlerde değişik oranlarda hep çağdaş anayasal demokrasiye şüphe ile bakılmış; demokrasi safında görünmek için de anayasal-liberal demokrasi yerine, çoğunlukçu temele dayalı militan ya da illiberal demokrasi safında yer alma yeğlenmiştir. Cumhuriyetin kuruluş dönemine özgü olan laiklik uygulamaları tabulaştırılarak, değişen gelişmelere paralel olarak her türlü anayasal demokratikleşme yönündeki açılımlar laik Cumhuriyet’ten uzaklaşma olarak algılanmıştır. Oysa laiklik tek tip uygulaması olmayan; otoriter ve totaliter rejimlerden demokrasiye kadar çeşitli uygulama ve açılımları olan bir kurumdur. Totaliter ya da otoriter bir yönetimde cari olan laiklik uygulaması ile demokratik bir memleketteki laiklik uygulaması aynı değildir. Hatta demokratik ülkelerde de tek tip bir laiklik uygulaması bulunmamaktadır.
Bütün bunlar karşısında, gerek ilk dönem uygulamaları ile ortaya çıkan, gerekse 1982 Anayasası’nda yansımasını bulan laiklik anlayışından farklı bir laiklik savunusunun yapılması, hem anayasal demokrasi içinde caiz, hem de saygı duyulması gerekli bir fikirdir. Elbette bazı kişiler bu tür açılımlara karşı olabilirler; bunları eleştirebilirler.
Fakat bütün bunlar, bu türden açılımların—demokrasi içinde kaldığı müddetçe—müeyyide yoluyla yok edilmeleri sonucunu demokratik ve meşru kılmaz. Aksine bir durumun gerçekleşmesi, laikliğin belli bir tipinin tabulaştırılması olgusuna yol açacak; bunun dışında yer alan her bir
laiklik önermesi, militan demokrasi zemininde ‘ihanet’ ve ‘cumhuriyetin yok edilmesi’ ile özdeşleştirilerek, anayasal demokratik-laik-cumhuriyet telakkisi ile çelişik bir durumu ortaya çıkaracaktır.
Çoğulcu temel
Oysa artık Türkiye’de çoğulcu temele dayalı anayasal demokrasi sınırları içinde siyasi mücadele ve tartışmaya uygun bir zemin çoktan yerleşmiş olması gerekirken, hala bu zemin bir türlü sağlanamamıştır. Demokrasi yaşı bizden çok çok kısa olan birçok ülkede, çağdaş anayasal demokrasi uygulamaları bizden fersah fersah ileri olduğu halde, hâlâ bizim yarı-demokratik bir konumda olmamız, demokrasimiz açısından hüzün vericidir.
Demokrasiye inançsızlık, çeşitli dönemlerde farklı yoğunlukta da olsa belli kesimlerde hep var olmuştur. Çözüm olarak demokrasi yerine bürokrasi görülmüştür. Demokrasinin savunulması özellikle de belli dönemlerde sakınılır olmuş, demokrasi dışı açılımlar yeterli tepkiyi görmemiştir. Bu türden eğilim ve uygulamalar, çeşitli kesimlerden gelen desteğin yoğunluğu ve yaygınlığı oranında, kalıcı olmaya devam etmiştir. Son 27 Nisan 2007 tarihinde gece 23.30 civarında gerçekleşen Genelkurmay açıklaması da Başta CHP olmak üzere çeşitli kesimlerden destek görmüştür.
En sağlıklı koruma yolu
Oysa laik Cumhuriyet’in korunmasının en sağlıklı yolu anayasal demokrasidir, siyasettir, tartışmadır, demokrasi yolu ile halkın ikna edilmesi, bu yönde çözümlerle halkın karşısına çıkılması, buna gönülden inanılmasıdır. Bunun aksine, meşru-demokratik vasıtalarla siyasi çözümler geliştirilmeyerek, belli bazı sivil ve siyasi kesimlerle, bürokrasi, aydın ve medya mensuplarının demokrasi dışı yönelimleri alkışlamaları, ülkemizi içinden çıkılamaz badirelere itecek; onarılması güç, bazen de imkânsız neticelere yol açabilecektir.
Bu olgu neticesinde, bir kesim kendilerini ‘koruma ve kollama ödevi’ ile yükümlü hissederken, asıl çözüm üretecek (sivil-siyasi) kesim, tembellik ve çözümsüzlük içinde hep kurtarıcı peşinde koşacaklardır. Bu, olumsuz ve iflah olmaz bir durumu ortaya çıkaracaktır. O da şudur: Koruyucu bir gücün varlığı, siyasette belli bir kesimi hep bu önermeye yaslanmaya itecek; bunlar siyasi çözüm üretmek yerine bu çözümlerden medet ummaya başlayacak; onlar için demokrasi pek de cazibesi olmayan bir oyuna dönüşecektir. Demokrasi ile yönetimin aktörleri,—demokrasi dışı koruma güdülerindeki yoğunluk ve yaygınlık nispetinde—sürekli “kendilerine güvenmeyen ve/veya güvenilmeyen unsurlar olarak acaba bu politikalar neticesinde başıma neler gelir; başarılı olabilirmiyim ya da hata yapabilir miyim; hata yaparsam başıma neler gelir” hissine kapılacaklar; bunun neticesinde ortaya çıkacak güvensiz ortam içinde görevlerini yapmaya çalışacaklardır. Bu, kendisine güvenmeyen ve/veya güvenilmeyen bir şoförün otomobil yarışlarına hazırlanmaya çalışmasına benzer. Şayet bir kişi, otomobil yarışlarına hazırlanıyorsa, ilk şart kendisine güvenmesi, ikinci şart da onu hazırlayanların ona güvenmeleridir. Şayet o kişide kendine güven yoksa ya da kendisine güvenilmiyorsa, ömrü boyunca başarılı olması mümkün değildir. Hatta normal seyahatlerde bile yanında bir ‘yol gösterici’nin olmasını ister. Nasıl bu kişinin otomobil yarışlarında başarılı olması mümkün değilse; hatta bu kişilerden bir kısmının çoğu kereler tek başına normal trafikte otomobili sürebilmesi bile büyük bir müşkilat teşkil ederse; başarı için otomobil yarışçısının kendisine güvenmesi/güvenilmesi ve başarıya inanması/inanılması gerekiyorsa; aynen öyle de, anayasal demokrasinin başarılı olabilmesi için de, her kesimin, önemli yoğunluk ve yaygınlıkta anayasal demokrasi içinde çözüme inanmaları, farklı eğilimde olanların tamamen marjinal olarak kalmaları gerekir.
Korkuyla yol alınamaz
Hep korku ile bir yere varılamaz. Elbette demokrasilerde de riskler vardır. Tıpkı otomobil yarışmalarında ortaya çıkabilecek kaza riskleri gibi. Fakat bu risklerin varlığı nasıl otomobil yarışçılarını yarışmadan alıkoymuyorsa; yanına onu risklerden koruyucu bir kişiye yer verilmiyorsa; demokrasinin kendi içinde mevcut risklerden korunmasının yolunun da koruma ve kollamasız bir demokrasi olduğunun kabul edilmesi, buna yürekten inanılması gerekir. Aksi bir durumun ortaya çıkması halinde, uygulanmak istenen demokrasi, yanına koruyucu konulan otomobil yarışmacısının koruyucu eşliğinde yarışa katılmak istemesine benzer. Batı’da, günümüzde koruma-kollama altında demokrasilere yer yoktur. Ayrıca hiç birisine, bütün risklerin mevcudiyetine rağmen hiçbir şey olmamaktadır; bunlar selâmetle yollarına devem etmektedirler. Hatta “demokrasiyi demokrasi dışı yollarla koruyucu yönelimler” bunların akıllarından ve hayallerinden bile geçmemektedir.
Biz de ülke olarak, toplum olarak Batı liginde, anayasal demokrasi saflarında yer almak istiyorsak, ilk önce anayasal demokrasiye yaygın bir şekilde yürekten inanılması; demokrasi dışı yollara yönelik çözüm arayışlarına hiçbir şart altında—destek verme bir yana—katiyetle itibar edilmemesi; topyekûn bir karşı tutum içinde olunması; kısaca demokrasimizin Batıda olduğu gibi ‘rayına oturması’ gerekir. Aksi takdirde, bin yıl da geçse demokrasimizin arzu edilen Batılı anlamı ile yerleşmesi ve derinleşmesi mümkün olamaz. Tıpkı kendine güvenmeyen ve/veya güvenilmeyen bir otomobil yarışçısının, kırk yıl kursunu da görse, hiçbir şekilde başarılı olamaması gibi. Nasıl yakın geçmişte Batı’da İspanya ve benzeri bazı ülkelerde, demokrasinin yaşatılması noktasında demokrasi dışı eğilimler, inançla, ikna ile, demokrasinin daha da derinleştirilmesi ile bertaraf edilmiş ise, bizde de bunun başarılması mümkündür. Yeter ki buna samimiyetle inanalım, bu yönde topyekûn bir çaba içinde olalım.
Radikal, 15 Mayıs 2007
|
Yrd. Doç. Dr. Adnan KÜÇÜK
16.05.2007
|
|
|
“Ayıplanmadan yaşamak” |
Sabahtan beri İzmir Mitingi’yle ilgili yorumları okuyorum. Takıldığım birçok şey oldu. Ama hiçbir şeye Ece Temelkuran’ın aşağıdaki satırları kadar takılmadım:
“O şimdi ayıplanmadan şortla gelebildiği bir mitingin tadını çıkarıyor. Tıpkı güzel İzmirli kızların ayıplanmadan gülüşmenin tadını çıkarması gibi. Tıpkı ayıplanmadan yaşamak için Kordon’da toplanan kalabalık gibi...’
Bu kadarına pes gerçekten... Yaşanan gerçek ancak bu kadar tersyüz edilebilir. Temelkuran sanki bir başka ülkede yaşıyor, bir başka ülkeden izlenimler aktarıyor bize...
Türkiye’de “ayıplanmadan” yaşamak isteyen birileri var gerçekten. Ama bunlar şortlu kızlar ve oğlanlar değil... Başını bağlayanlar, çarşaf giyenler, uzun etekliler, haşemayla denize girenler... Karafatmalara benzetilen onlar... Türkiye’nin “yüz karaları” olarak görülen, varlıklarından utanılan, bir ayıp gibi gizlenmeye çalışılan, uluslararası arenada ülkemizi rezil ettikleri söylenen onlar...
Şortlu, bikinili kadınların kıyafeti değil, Emine Erdoğan’ın kıyafetleri her gün, her dakika aşağılanıyor bu ülkede. Emine Hanım, gün aşırı eline kalemi alan bir kadın yazarımızın, giydiği kıyafetlerle “Olgunlaşma Enstitüsü zevki” diye dalga geçmesine, üst perdeden akıl öğretmesine katlanmak zorunda.
Hayrünnisa Gül, Zeynep Babacan ve gözönündeki diğer tesettürlü kadınlara, “aşağılanmamak için”, kıyafet zevklerini bizim giyim zevkimize göre revize etmeleri telkin ediliyor. Sanki kıyafetlerini bize beğendirmek zorundalarmış gibi davranılıyor. Gerçekleri bu kadar ters yüz etmek ayıptır gerçekten de... Şortlu gençlerimiz ne dün ayıplandılar ne de şimdi ayıplanıyorlar. Cumhuriyet tarihinin her döneminde “Türkiye’nin çağdaş yüzü” olarak, Atatürk Türkiye’sinin medar-ı iftiharı olarak hep örnek gösterildiler, baş tacı edildiler. Bugün de, şükürler olsun ki, hiçbir baskı görmeden dilediklerince yaşıyorlar...
Temelkuran ve onun gibiler, bu yazılarıyla hayali bir “mağdur” yaratarak, gerçek mağdurları saklıyorlar. Madem vurgu “ayıplanma” üstüne yapıldı, o noktada kalem oynatmaya devam edelim...
Aslında denebilir ki, bu ülkede dindarların, bugün AK Parti tabanını oluşturan milyonların baş derdi de budur; yani, kendi anavatanlarında ayıplanmadan, aşağılanmadan yaşayabilmek... Bu kitlenin siyasi liderleri, şeriat devleti kurmaktan da, toplumu dindarlaştırmaktan da, İslami bir yaşam tarzı oluşturmaktan da, hatta hatta, daha muhafazakâr bir Türkiye’den de çoktan vazgeçtiler. İster değiştikleri için deyin, ister bunu mümkün görmedikleri için deyin, ister dünya konjonktürü gereği deyin, ister reel politikanın gereği deyin... Önemli değil! Önemli olan şu ki; onlar bütün bunlardan vazgeçtiler.
Artık sadece dinlerinin bütün gereklerini ayıplanmadan ve yasaklanmadan yerine getirebilecekleri bir ülke yaratmak derdindeler. Ayıplanmadan türbanlarını takabilecekleri, ayıplanmadan beş vakit namaz kıldıklarını, hatta filanca tarikata sempati duyduklarını deklare edebilecekleri; ayıplanmadan imam hatip kökenli olduklarını söyleyecekleri, ayıplanmadan ve aşağılanmadan cumhurbaşkanı eşi de olabilecekleri bir ülke yaratmak... Eğer bütün bunları, başka partilerin iktidarları döneminde sağlayabilselerdi, AK Parti bu kadar çok oy da almazlardı zaten. (...)Başkalarını kendilerine benzetmek için değil, kendi seçtikleri yaşam tarzını güvenceye alabilmek için çabalıyorlar.
Diyeceksiniz ki, geçtiğimiz dört buçuk yılda AK Parti bunu yapabildi mi ki? Evet yapamadı. Ak Parti iktidarı döneminde, din ve ibadet özgürlüğünü genişletme babında tek bir adım bile atılamadı. Neden atılamadı? İşte bu saçma sapan şeriat paranoyaları yüzünden atılamadı. Ve şu gürültüye bir bakın... Bir de atılsaydı ne olacaktı acaba...
Bugün, 15 Mayıs 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
16.05.2007
|
|
|
Reform isteği kaybolunca... |
Farklı çevrelerle yaptığım sohbetlerde ilk öne çıkan faktör(...), gelinen noktanın AK Parti’nin “reform isteğini yitirmesi”nin bir sonucu olduğu. Bir yetkili “Aralık 2004’den bu yana AB karnesi olumsuza gitti, reformist refleks zayıfladı” diye hatırlatıyor. Bir anlamda AB ve reform gücünü yitirmek, AK Parti’yi “iç dinamikler” konusunda daha savunmasız yapmış.
Bir uzman “Hangi AK Parti’den söz ediyoruz? Aralık 2004’e kadar reform ve demokratikleşme yolunda ilerleyen partiden mi 2004’den bu yana olandan mı?” dedi. AK Parti’nin reform platformundan uzaklaştıkça sistemle barışmak yerine, sisteme karşı direncini yitirdiği tezini ilginç buldum.
Sabah, 15 Mayıs 2007
|
Aslı AYDINTAŞBAŞ
16.05.2007
|
|
|
|