|
|
|
Milliyetçilik, laiklik, çatışmacılık |
Her şey tartışılıyor. Milliyetçilik, laiklik, Atatürkçülük, İslam, kimlikler hemen her şey...
Bu tartışmalar bir çözülme, dağılma, hatta birbirimizi boğazlama tehlikesinin işaretleri midir?!
Evet, böyle bir tehlike vardır! Çünkü tartışma konusu olan bu kavramlar, herkesin kendi anlayışına göre uğrunda çarpışabileceği kavramlardır! Bu kavramlar etrafındaki tartışmaların çatışmaya dönüşmesi, Türkiye’yi felaketlere götürür.
Öyleyse tartışmayalım! Tartışanlar sussun veya susturulsun!
Bu da mümkün değil!
Çünkü Türkiye toplumsal olarak büyük bir değişimden geçiyor! Şehirleşme, sanayileşme, tarımın çözülmesi, iç göç, köksüzleşme, sınıf atlama, refah, yoksulluk gibi hem umutlu hem sorunlu dinamikler ister istemez farklı duygular yaratıyor. Bastırılmış duygular da ortaya çıkıyor!
Duygular arayışlara yol açıyor. Eğitim de geçmişe göre hayli geliştiği için, farklı duygular artık entelektüel planda kendi sözcülerini çıkarıyor.
‘Tek fikir’ mümkün mü?
Osmanlı’da da Cumhuriyet’te de fikirler çok sınırlı bir elitler zümresi içinde dolaşırdı, toplum da köylü idi. Bu sebeple, fikirler devlet tarafından kolayca denetim altına alınabilirdi. Şimdi ise şehirleşme ve iletişim gibi dinamiklerle artık fikirler geniş kitlesel tabanlara oturuyor!
Artık sultan buyruğu ve şeyhülislam fetvası değil, Tek Parti ideolojisi veya askeri darbe bile böyle bir toplumu “tek fikirli” hale getiremez.
O halde uzlaşmaktan, farklılıkların bir arada yaşamasını sağlayacak hoşgörüden başka çıkış yolu yoktur.
Onun için temel kavramları artık “çatışmacı” değil, uzlaştırıcı, barıştırıcı ve toleranslı bir zihniyetle yorumlamak gerekiyor.
Milliyetçilik de böyle, laiklik de böyle, İslam da böyle...
Zaten ana fikir ve duygu akımları kendi içinde de çok çeşitlidir.
Atatürkçülük mü? Doğan Avcıoğlu ve Uğur Mumcu’nun mu, onları tutuklayan askerlerin mi Atatürkçülüğü?!
Sol mu? Hangisi?!
Milliyetçilik mi? Atsız’ın ırkçılığı mı, Remzi Oğuz’un Anadoluculuğu mu?! Kemalist metinlerdeki milliyetçilik tanımlarından hangisi?!
Laiklik mi? Merhum Bülent Tanör’ün “köktenci, çatışmacı laiklik” olarak nitelediği resmi laiklik mi? Prof. Ali Fuat Başgil’in liberal laikliği mi? CHP çizgisinin mi, DP çizgisinin mi laikliği?!
Ilımlı fikirler
Toplumsal olarak çoğulculaşan bugünkü Türkiye’de Cumhurbaşkan’ı Sezer’in “tartışılamaz!” talimatları gerçekçi değildir. Toplumsal tabanların çeşitlenmesinden başka, artık sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe okuyan, dünyayı gören aydınların klasik tanımlarla yetinip “tartışmaması” imkânsızdır.
Ama tartışacağız diye kamplaşıp “çatışma”ya da sürüklenebiliriz ve felaket olur! Çatışmasız tartışmanın yolunu bulmak zorundayız.
Bunun için ilk adım, terör ve şiddeti kesinlikle reddetmektir! Şiddete, teröre başvuran, kahraman değil, katildir!
İkinci adım fikirlerimizi çatışmacı, tek yolcu değil... Doğrulardan biri olarak savunmaktır, ılımlı olmaktır. Kavramları, Türkiye’nin bütünlüğünü kucaklayacak genişlikte yorumlamaktır.
Bunu başarırsak, bugünkü kaotik ortamdan, ufku genişlemiş, zihni açılmış, daha yaratıcı, daha üretken ve barışık bir Türkiye’yi çıkarabiliriz.
Türkiye’yi sevmek de bunu gerektirir!
Milliyet, 6.2.2007
|
Taha AKYOL
07.02.2007
|
|
|
Patolojik bir akım |
Türkiye, artık etkisini her geçen gün daha fazla hissetiren yeni bir şiddet türüne sahne oluyor. Ülke, 1980 öncesindekine benzer bir güvensizlik atmoserine doğru sürükleniyor.
Yeni bir terör bu. Bu terörün, basın açıklaması yapmak için toplanan vatandaşlara saldırıdan, fikir suçundan yargılanan yazarları mahkeme önünde darp etmeye, panel ve sempozyumları basmaktan, farklı düşünen kişilere hakaret ve ölüm tehditleri göndermeye kadar pek çok şekli var. Hrant Dink’in katledilmesi ise bu tehlikenin artık hangi boyutlara ulaştığı hakkında bilgi veriyor.
Bu durum nasıl ortaya çıktı? Sebep, son yıllarda yükseldiği söylenen milliyetçilik mi acaba? Bu saldırganların kullandıkları dile, sloganlarına ve gerekçelerine bakarak öyle olduğu düşünülebilir.
Ama faturayı sadece milliyetçiliğe kesmek de, sorunun kaynağını Trabzon’da aramak da kolaycılık olur.
Evet, ‘bölünüyoruz’, ‘ulus devlet düşmanları’, ‘ülke satılıyor’, ‘iç düşmanlar’ vs. gibi milliyetçilerin duyarlılıklarını da okşayan bir söylem üzerinden yapılıyor bütün bunlar. Ama bu bizi yanıltmamalı. Bu dalganın dili, Türkiye’de onlarca yıldır milliyetçiliğin siyasetini yapan partilerden, dergi çevrelerinden veya derneklerden hiçbirinin söylemiyle tam olarak örtüşmüyor. İyi-kötü milliyetçilik ayrımı yapanlara uyarak ‘eskisi iyiydi’ demiyorum, fakat bu daha kötü.
MHP çizgisinden farklı, çok daha ayrımcı, soldan ve dini kesimden gelen unsurlarla da büyüyen patolojik bir dalga. Kendileri gibi düşünmeyenleri tereddütsüz ‘hain’, ‘satılmış’, ‘AB’ci’, ‘ajan’ veya ‘Sevr özlemcisi’ gibi adlandırarak medenice tartışmayı engelliyorlar. Yani siyaseti imkansız hale getiriyorlar ve bu yönleriyle de faşizmin çok temel bir özelliğine uyuyorlar.
İnsanların soyuyla, sopuyla uğraşıyorlar, ama ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ten yargılandıklarını hiç duymadım. Hrant Dink’leri haksız yere mahkemelerde süründüren maddeler, TCK, TMK da onları caydırmıyor; çünkü web sayfalarında ve dergilerinde açık açık hakaretlere, küfürlere ve tehditlere devam etmelerine rağmen, fikir suçu mağdurlarının başına gelenler onların başına gelmiyor.
TV kanalları, dergileri, internet siteleri ve örgütleriyle, türedi bir akım bu. Bazılarına göre, iç siyaseti dizayn etmek için derin devlet tarafından üretilen bir akım. Bazı kurumlardan, ‘emekli’ bazı üst düzey bürokratlardan, eski yargı mensuplarından ve 28 Şubat sürecinde ‘görev’ yapmış medya mensuplarının yönetimindeki kanallardan aldıkları desteğe bakacak olursak bu doğru olabilir. Belki garip gelebilir ama, bu dalganın dıştan geldiğini söyleyenler de var; hani onların sıkça dile getirdikleri, herkesi aleti olmakla suçladıkları ‘dış mihraklar’dan, ABD’den, Avrupa’dan. Aslında bu da makul olabilir, ABD’nin kendi çıkarlarını milliyetçi bir jargonla savundurtması kendisi açısından çok da makul olurdu. Ülkeye bu kadar zarar veren bir güruhun bunu neden ‘temiz duygularla’ yaptığına inanalım ki?
İster ‘içten’ gelsin isterse ‘dıştan’, bugünümüzü ve yarınımızı tehdit eden tehlikeli, faşizan bir dalga bu. Muhtemelen de, rolünü oynadıktan sonra, bir anda gözden kaybolacak.
Ama yapacağını yaptıktan sonra.
Star, 6.2.2007
|
Berat ÖZİPEK
07.02.2007
|
|
|
Resmî nefret kültürü |
Birileri, Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından Türkiye’nin ne kadar özgürlükçü, hoşgörülü, farklı etnik kökenden gelen insanlara karşı tolerans sahibi bir ülke olduğunu göstermeye çalışırken, işler sarpa sardı ve aslında ülkenin derinliklerindeki ırkçı nefret ortaya çıkmaya başladı. Resmi tarih ideolojisiyle yetiştirilen genç dimağlar, bu ülkenin bir parçası olan Ermeni asıllı bir gazetecinin öldürülmesine alkış tutmaya başladı.
Bir karakolda katilinin sırtının sıvazlanması da yine genlerimize işletilen ırkçı düşüncelerin bir izdüşümü değil mi? Bu ülkede, konuşulmayan, üstü örtülen, yok sayılan o kadar çok problem var ki? Bir vesileyle ülkenin yıkılmaz zannedilen kalelerinin çürük malzemeden yapıldığı ortaya çıkınca ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Gözümüzü kapatsak bu ülkenin sorunları yok olmuyor, sadece biz karanlıkta kalmış oluyoruz. Karanlıkta yaşamaya alışmış olanlar ise ışığı görmekten hoşlanmıyor. Hadi adını daha net koyalım. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin halı altına süpürdüğü problemler değil mi bunlar? Tıpkı bugün derin bürokrasisin başörtüsü sorununu halı altına süpürerek problemi çözdüğünü sanması gibi, tıpkı meslek liselilerle ilgili sorunların yok sayılarak çözüldüğünün düşünülmesi gibi... Karşımıza çıkan her problemde onu yok sayarak, kurtulmaya çalışmadık mı?
Bu cinayet, bir yaranın daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Genç insanların nasıl bir resmi nefret kültürü ile yetiştirildiği gün yüzüne çıktı. O yüzden kimse, Ogün Samast’a destek çıkanların sayısının bu kadar fazla olmasına şaşmamalı. Bu adı konmamış durumu sezen siyasi parti liderlerinin, oy kaygısıyla Hrant Dink’in cenazesine neden katılmadıkları herhalde şimdilerde daha iyi anlaşılmıştır.
Sosyalist enternasyonale üye bir partinin, CHP’nin lideri Deniz Baykal bile “Biz de milliyetçiyiz” derse, yaklaşan seçimlerde herkes, kanı deli akan gençlerin sözde milliyetçilik(!) heyecanından oy kapmaya çalışırsa, Dink’in cenazesine elbette hiçbir siyasi parti lideri katılmaz. Milliyetçiliğin, ırkçılık olmadığını birileri bu gençlere anlatmalı...
Bugün, 6.2.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
07.02.2007
|
|
|
‘Sivil Toplum’ mu dediniz? |
Övünmek gibi olmasın ama bu ülkede “sivil toplum” kavramına özellikle eğilen, kavramın ne menem bir şey olduğunu açıklamaya çalışanlardan birisi de bendim. “Sivil Toplum ve Devlet”i adlı kitabıma noktayı koyalı neredeyse 30 yıl oluyor. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, ülkede 12 Eylül rejiminin hakim olduğu yıllarda (1982) yayınlanan kitap hakkında - özellikle “sol” cenah tarafından- söylenmedik şey kalmamıştı. O yıllarda “sivil toplumculuk” olarak ifade edilen tutum, sol siyasetten uzaklaşmanın-uzaklaştırmanın bir aracı olarak şiddetle mahkûm ediliyordu.
Sonraki yıllarda durum bayağı değişti. Hatta kavrama ilişkin kanaatin tam aksi istikamette hızla yol almaya başladığına şahit olduk. “Özal liberalizmi”nin tavana vurmasıyla, bir de baktık ki “sivil toplum” meğerse ülkede yıllarca özlemi çekilen bir politikanın anahtar kavramıymış... Yani özetle, herkesin sivil toplumcu olduğu bir dönem başlamıştı artık... (Bu açılışın hatırlandığında insanı hâlâ gülümseten örneklerinden birisi, Deniz Baykal’ın TSK’yı da ülkenin STK’larından birisi olarak saymasıydı!)
“Herkes” sivil toplumcu olunca –açıkcası- ben bu işi bıraktım. Adını arada bir anmadım değil; ama kavramdan epeyce soğuduğum (!) da bir gerçekti. “Sivil Toplum”un giderek ne hallere girdiğini-sokulduğunu –kısmet olursa- bir başka yazıda hiç değilse özetlemek isterim. Ancak bugünlük şunu hatırlatabilirim: “Sivil toplum” gibi Avrupa’daki siyaset felsefesine-düşüncesine özellikle 70’li yıllarda kan veren, totaliter sistemlerin eleştirisinde çok işe yarayan bir kavram, ülkemizde, pek çok “güzel” kavramın başına geldiği gibi neredeyse “iktidarın hizmetçisi” kılınmıştı. Oysa kavramın güzelliği, “devlet dolayımını” dışlayan bir düşünce ve pratiğe işaret etmesindendi. “İktidara” eleştiri ile yaklaşan bir kavram, resmi plakalı STK’ların ortalığı doldurmasıyla anlamını büyük ölçüde kaybetmişti.
Aslına bakacak olursanız, bugün artık Batı’da yapılan eleştirilerde dile getirildiği gibi, “sivil toplum”un toplumu “siyaset”ten uzaklaştıran, “siyaset”in rolünü ve önemini gölgeleyen bir yanı da yok değildi. Bu mesele de uzun bir mesele; bunu da –belki- bir başka gün tartışırız.
Benim bugün “sivil toplum” bahsini açmamın nedenine gelince:
Biliyorsunuz, TCK 301 ile birlikte ülkede yeni bir tavır belirdi. Hemen hiçbir konuda “STK’lara danışalım, sorunu onlarla işbirliği içinde çözelim” tutumu sergilenmezken, nedense, 301’in geçireceği tadilat söz konusu olduğunda ortaya şöyle bir dilek çıktı: “Sivil toplum örgütleri önerilerini bir an önce getirsin ki, oturup bir karara varalım.”
İşte önerilen bu yöntemin sonucu olarak, önceki gün epeyce sayıda (18) “sivil toplum kuruluşu” bir araya gelmiş. Konu malum: 301’i ne yapmalı?
Gazetemizin haberinden şaşkınlıkla öğrendiğime göre, toplantıya çağrılan sivil toplum örgütlerinden bazıları ortaya öyle öneriler atmışlar ki, kendilerine uzaktan bakıp da “Sivil toplum dediğin işte böyle olur!” dememek imkansız. İnanmazsanız getirilen şu önerilere, yapılan şu değerlendirmelere bakın:
Türkiye Kamu Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız: “Biz 301. maddeyle ilgili herhangi bir şekilde değiştirilmesi yönünde bir kararın ortaya çıkmasını kabullenemiyoruz. AB İlerleme Raporu’nda yer alıyor diye, Lagendijk istiyor diye Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları değiştirilemez...”
Türkiye Veteriner Hekimleri Birliği Başkanı Mehmet Alkan:”301. maddenin kaldırılmasını istemiyoruz. Hatta cezalar artırılsın. Bu aydın jakobenizmi. Hiç demokratik değil. Millet bıktı artık. Sen benim milletime küfrü serbest bırakırsan, millet ihkak-ı hak yoluna gider...”
TİSK Başkan Vekili Şükrü Koçoğlu: “Ülke buna hazır değil. İnsanlar birbirlerini vurmaya kalkar. Siyaseten de hazır değil ülke. (...) Onlar istedi diye bu madde kaldırılsa, galeyan olur. Soruyorum, Hrant Dink’in öldürülmesi ile 301’in ne alakası var? Onu vuran 301’i bilmez bile. (...) Özelde ise, Türk kelimesinin kaldırılmasını istemem...”
Uzatmaya gerek yok, işte böyle can sıkıcı öneriler ve değerlendirmeler.
“Sivil Toplum” denilince akla gelmesi imkansız açıklamalar bunlar.
“İhkak-ı hak”tan söz eden bir “sivil toplum”; aferin, size de bu yakışır doğrusu...
Sizi bilmem ama ben istemem, eksik olsun böyle “sivil toplum”. Biz işimizi yine “Devlet” ile yapalım...
Yeni Şafak, 6.2.2007
|
Kürşat BUMİN
07.02.2007
|
|
|
Bilgi zehirlenmesi |
Bilgi kirlenmesinden artık herkes yaka silkiyor. Ne var ki kirlenmeye karşı hâlâ gereken tedbirler alınmış değil. Hatta bilgi kirlenmesinden şikâyet edenler, çoğu kez bu sistemin bir parçası haline de gelebiliyor. Aslında yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Eskiden kamuoyuna sunulan her bilginin arkasında bir kişi veya bir kurumun sorumluluğu vardı. O bilgi yüzünden mağdur edilenler, hukuki yollara başvururdu. Şimdi bilgi trafiği başka bir mecraya kayıyor. Küçük bir internet kafeden ya da meçhul bir cep telefonundan olmadık söylentiler yayılabiliyor mesela. Bu durum en çok psikolojik harp uzmanlarının işine geliyor. Onlar, toplumun kafasını karıştıracak, asıl fotoğrafı unutturacak hamleler yapıyor.
Dink cinayeti sonrasında da benzer bir sıkıntı yaşandı. Katil zanlısı hakkında o kadar çok şey yazıldı ve söylendi ki! İddialardan bir kısmının kafa karıştırmaya yönelik olduğu çok açık. Bir kısım hatalar ise tez canlı habercilerin bilgiyi çapraz kontrollere tabi tutmamasından kaynaklanıyor. Bir ülkenin medyası, uluorta söylenen her lafı gerçeğin ta kendisi sanarak manşetlere taşırsa, her dedikoduya sütunlarında yer açarsa, bilgi korsanlarına gün doğmuş demektir. Ondan sonrası kırk haramilerin gövde gösterisidir...
Bilgi zehirlenmesinden kurtulmanın yolları var aslında. Öncelikle olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmak gerekiyor. Meselelere taraf tutmadan bakabilmek için önyargılardan arınmak da çok önemli bir adım. Birilerinden korkup suçu başka birilerine yıkmaya çalışan kişi, gerçeği aramıyor ki bulabilsin. Böyle bir durumda bilgi sadece kirlenmez; aynı zamanda bazı insanlar -bilerek veya bilmeyerek- virüs taşıyıcısı haline gelir.
Bilgi kirlenmesinden kurtulmak, somut olaylara dönmekle mümkün; şehir efsanelerinin koynuna kaçmakla değil. Mesela son iki yılda ortaya çıkan ve yargıya intikal eden çeteleri çözmeden ortaya atılan spekülatif hiçbir bilginin sıhhatine güvenilemez. Mahkeme tutanaklarını yok sayarak hangi gerçeğe ulaşılabilir? Sauna Çetesi diye bir örgütlenme ortaya çıktı mı çıkmadı mı? Bu yapının uzantıları muvazzaf bir özel harp subayına, emekli bir emniyet yetkilisine ve bir mafya reisine kadar dayanmadı mı? Bursa’da benzer bir çetenin ortaya çıkması sadece tesadüf müdür? Eryaman Çetesi denen dava hâlâ yargıda; suçlamalar ürpertici. Şemdinli olayı ortaya çıktığında pek çok gazete ‘2. Susurluk’ başlığı attı. Sonra birden derin bir sessizlik çöktü medyamıza. Geçen hafta yargı bu davayı ‘Devlete karşı işlenen suç’ kategorisine dâhil etti. Danıştay saldırısındaki meçhuller zinciri ile Dink cinayetinin esrarengiz silsilesi belli yerlerde kesişti... Somut olayları yaşanmamış farz edip meseleyi başka yerlere çekmenin makul bir izahı yapılmadıkça, gerçeği aramaya yönelik iyi niyet yoksunluğu gizlenemeyecek derecede ortaya çıkıyor...
Mesela güvenlik güçleri, son yıllarda ülkeyi karıştırmak isteyen her eylemin failini ele geçirdi. Bu bir başarıdır. Keşke benzer bir başarı, 90’lı yılların siyasi cinayetlerinde de gösterilebilseydi. Buna işitmediği azar kalmıyor güvenlik güçlerinin. Oysa onların başarısı devletin -sadece hükümetin değil- başarısıdır. Hal böyleyken devletin güvenlik birimleri arasında ayrım yapılabilir mi! Asker de hata yapabilir polis de. Kurumlar yapılan hatayı benimsemiyor ve yanlışın hesabını soruyorsa hata o kurumlara mal edilemez. Yalnız görünen o ki, devletimizin güvenlik güçleri arasında ayrımcılık yapan birileri, sürekli bir tarafı suçlu, diğerini kahraman göstermeye çalışıyor. Üstelik muğlâk laflarla, müphem suçlamalarla yapılıyor bunlar. Olay siyasi hesaplaşmaya dönüştürülüyor. Medyada birileri bir taraftan koruma ve kollama güdüsüyle bir şeyleri saklamaya yeltenir, diğer taraftan da iktidara vuruyorum mantığıyla hayali iddialara sarılırsa hadise, bilgi kirlenmesinden çıkar, bilgi zehirlenmesine dönüşür...
Sokaktaki milyonların bildiği şu gerçeği niçin birbirimizden saklıyoruz: Cumhurbaşkanlığı seçimini ve genel seçimleri etkilemek için ülkeyi karıştırmak isteyenler var. Bunların üretmek istediği kaos ortamı milletin sağduyusuna çarpıp dönüyor; çünkü vatandaş defalarca seyrettiği bir korku filmini bir daha görmek istemiyor...
Zaman, 6.2.2007
|
Ekrem DUMANLI
07.02.2007
|
|
|
|