|
|
|
Papa, müsbet intiba bıraktı |
Katolik Hıristiyan dünyasının lideri Papa 16. Benedictus’un Türkiye’yi ziyaretinden önce yaptığı konuşmalar ve bu konuşmaların altyapısını hazırlayan geçmişi üzerinde hayli değerlendirmeler ve yorumlarla gerek içeride, gerekse dışarıda oldukça gergin ve olumsuz bir hava oluşturulmuştu. Böyle bir zeminde Papa’nın ziyaretinin ya iptal edileceği veya çok riskli olacağı için menfi birtakım sonuçların da beklenebileceği ifade ediliyordu.
Ne var ki bu beklenenlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Hatta tam aksine, düşünülen bütün olumsuz ihtimallerin yerine, bunların haksız ve yersiz olduğunu ispat edercesine güzel, müsbet intibalar ve hatıralar bıraktı.
Kara bulutlar dağıldı
Bu güzel intibaların oluşmasında hiç şüphesiz, her iki tarafın da hazırlıklarında en ince detayına varıncaya kadar hassasiyet ve dikkat göstermiş olmalarının büyük dahli vardır. Gerek Vatikan tarafının ve gerekse Türkiye’nin, olumsuz yönleriyle ufukları karartan ortamı ve gerginliği izale yönünde gösterdikleri titizlik ve azami gayret ve bu çabaların harcanmasındaki samimiyet, ziyaretin her kademesinde açıkça müşahede ediliyordu. Bunun olumlu sonuçları çok geçmeden görülmeye başladı.
Papa’nın bizzat şahsının, din adamlığı yanında çok yetkin bir akademisyen oluşu ve bu olgunluğun yanında, daha önceden hem yazıları hem de sert beyanlarıyla şahsı etrafında oluşmuş bulunan menfi havayı izale noktasında, ustaca ve başarılı bir görünüm sergilemesi dikkatlerden kaçmamıştır.
Gerek havaalanında sayın Başbakan’ın uçağın kapısında Papa’yı karşılaması ve görüşmeye zaman ayırmasının kara bulutların dağılmasında ilk hareketi vermiş olması ve gerekse Papa’nın Ankara’daki ziyaret ve temasları sırasında, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ziyaretinde gösterdiği samimi tavrı ve ifadeleri, bulutların etkisini ortadan kaldırmış, bunun mukabilinde Müslüman milletimizin geleneksel misafirperverlik ve engin hoşgörülü tavrını ortaya koymasına imkân sağlamıştır. Zaman zaman esprili ifadeleri soğukluğu izale etmiş, sempatik davranışı ile de olumlu ortamı pekiştirmiştir.
Huzur ve ihtiram
İstanbul’da Ayasofya ziyareti ve Sultanahmet Camii’ndeki dikkatli, temkinli ve Müslümanları incitmeyecek ve hatta sempati toplayan davranışları, ayakkabılarını çıkararak camiye girişi, istavroz çıkarma yerine ellerini bağlayarak kıbleye yönelip Huzur ve İhtiram duruşu sergilemesi, hangi niyet ve mekanizma saiki ile olursa olsun (ki bu yönü sırf Cenab-ı Hakk’ın yetki alanıdır) güzel bir manzara idi.
Papa’nın Türkiye ziyareti bütün yönleriyle ele alındığı zaman görülecektir ki, bir din adamı sıfatıyla ve bu alanda verdiği mesajlar, medeniyetler uzlaşması ve dinlerarası diyalog gibi kavramlar ve oluşumlar için müsbet unsurlar içermektedir. İlle de olumsuz bazı unsurlar arama çabalarının çok anlamlı olmayacağı ve bunun dünya barışına katkı yerine zarar verebileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Diyaloğa katkı
İster “çok ustaca, mükemmel planlanmış ve hazırlanılmış bir senaryonun sahneye konması ve profesyonelce oynanması” diyenler bulunsun ve tabii bunlara göre memleketine dönünce “eski tas eski hamam olacak” kehanetleri söylensin, isterse “bütün olayların titizlikle ana hatları hazırlandıktan sonra samimiyetle spontane olarak cereyan ettiği” ifade edilsin, kanaatimce doğru olan ve olması gereken düşünce tarzı ikincisi olmalıdır.
Ve bugün için bıraktığı olumlu intibalar ve dinler arası diyaloğun pekişmesi için yaptığı katkıların öncelikle göz önünde bulundurulması ve ilerisi için devamının temenni edilmesi en isabetli yaklaşım olacaktır.
Milliyet, 2.12.2006
|
Prof. Dr. Saim YEPREM
03.12.2006
|
|
|
1925-45 arası |
Tren tarifesi değil tabii, kaç gündür tartıştığımız şu 1925-1945 dönemi... Bazı kişiler, ‘o dönemde Rusya’da komünizm, Almanya, İtalya ve Portekiz’de faşizm vardı, demek ki biz daha ileriydik’ diyorlar. Eksik söylüyorlar, o dönemin faşist ülkelerine Macaristan ve Romanya’yı da katalım. Sonradan İspanya’yı da ekleyelim. Dilerseniz bir süre Yunanistan da girer. Savaş yıllarında Fransa da girer, Norveç de.
Bütün bu rejimler yıkılmış, biz ayakta kalmışız. Kalmışız da nasıl kalmışız, kör topal da olsa bir demokrasiye geçerek ve fakat üç kere anayasa değiştirerek, tam altı kere de darbe girişimi yaşayarak... Bunlardan dördü ‘başarılı’ da oldu.
Yani, 1925-1945 arası Türkiye’de faşizm olmadığını belirtiyorlar.
Şöyle bir bakalım: Evet, bizde toplama kampları yoktu ve Yahudi kesilmedi (Aşkale’deki ‘masum’ taş kırma kampını ve Yahudi’yi kesmek yerine ‘parasını sızdırmak’ eylemini saymazsak!)
Ne vardı? Tek parti diktası var mıydı? Vardı.
Muhalefet yasak mıydı? Yasaktı. Düşünce özgürlüğü var mıydı? Yoktu. Basın özgürlüğü var mıydı? Yoktu. Haberleşme özgürlüğü var mıydı? Yoktu.
Birkaç aylığına bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verildi ve fakat ‘akabinde’ kendi kendini kapatmaya zorlandı mı? Zorlandı.
‘Takrir-i Sükun Kanunu’ yürürlükte miydi? Yürürlükteydi. İstiklal Mahkemeleri ‘gayrı kabil-i temyiz’ olarak adam asıyorlar mıydı? Asıyorlardı.
(Buna karşılık cumhuriyetin ilk iki yılında muhalefet partileri var mıydı? Vardı. Komünist Partisi serbest miydi? Serbestti. Moskova’ya üniversite okumaya öğrenci bile gidiyor muydu? Gidiyordu.)
Tartışmasız tek lider var mıydı? Evet. Lideri tanrılaştırma, putlaştırma var mıydı? Evet. Daha sonra liderin yerin geçen ‘yavru lider’ bu kez ilkini silip artık kendisinin putlaştırılmasını istedi mi? İstedi. Paralardan bile Atatürk’ün resmini kaldırıp yerine kendi resmini koydu mu? Koydu. (Atatürk onu başbakanlıktan kovmuş muydu? Kovmuştu. Defterinden silmiş miydi? Silmişti. Bu yüzden dargın mıydılar? Dargındılar.)
‘Devlet kapitalizmi’ uygulandı mı? Uygulandı. Tekeller kuruldu mu? Kuruldu. Birçok kalemde ithalat yasağı var mıydı? Vardı. Ekonomide ‘otarşi’, yani kendi kendine yetme, kendi yağıyla kavrulma politikası tercih edildi mi? Edildi. Bu yüzden tüketici ‘kötü mal’ kullanmak zorunda kaldı mı? Kaldı. Sonunda bu kadar baskıya ve ezilmeye dayanamayan çiftçi ve tüccar ‘şarladı’ mı? Şarladı.
Devlet vatandaşın ne giyeceğine, nasıl örtüneceğine, aşk mektuplarında bile hangi yazıyı kullanacağına karıştı mı? Karıştı.
Sosyalizm kesinlikle yasak mıydı? Yasaktı. İşçi hakkı var mıydı? Yoktu. Grev hakkı var mıydı? Yoktu. Lokavt hakkı var mıydı? Yoktu. Memurdan başka herhangi bir çalışana iş güvenliği var mıydı? Hayır. Sendika var mıydı? Hayır. Sigorta var mıydı? Hayır. Kıdem tazminatı var mıydı? Hayır. Köylüye angarya var mıydı? Evet. Jandarma dayağı var mıydı? Evet. Sonunda bu kadar baskıya ve eziyete dayanamayan köylü kendini tüccarın kollarına attı mı? Attı.
Hiciv bile yasak mıydı? Evet. Devlet büyüklerine yönelik güldürü şiiri bile yazan kodese tıkılıyor muydu? Evet.
Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve kardeşi, hiçbir ilgileri olmadığı halde ‘askeri isyana teşvik’ suçundan haksız yere çok ağır hapis cezaları aldılar mı? Aldılar. (Onları affeden, salıveren, iktidar değişince Adnan Menderes olmadı mı? Oldu. Karşıdevrim başlamıştı...)
İmdi, bu dönemi savunan sosyalist bozuntuları, atalarını, ağababalarını inim inleten, sürüm sürüm süründüren bu dönemin yöneticilerini yerlere göklere sığdıramıyorlar mı? Sığdıramıyorlar. Emekçinin en küçük bir hakkının ve güvencesinin olmadığı bu dönemi bir tür ‘altın çağ’ olarak algılıyorlar mı? Algılıyorlar. Utanmadan kendilerine de solcu mu diyorlar? Onu da diyorlar.
Şu faşizmin ‘tanımını’ yeniden bir yapsalar da öğrensek... Yoksa Google’a mı soralım?
Akşam, 2.12.2006
|
Engin ARDIÇ
03.12.2006
|
|
|
Amerikalı Komutan Schoomaker; “Türkiye’de darbe olur mu?” |
Haftalık Newsweek dergisinin geçen haftaki sayısında, Zeyno Baran imzasıyla yayımlanan ve “Türkiye’de 2007’de darbe olasılığının yüzde 50 olduğu” yolundaki makale, Ankara’da gerek hükümet gerekse bazı gazeteler nezdinde sert tepkiyle karşılandı.
Türkiye’yi her defasında onlarca yıl geriye götüren darbe kelimesini duymak istemeyenlerden biri olmama karşın, 83 yıllık Cumhuriyet tarihinde üç darbe ve bir de dolaylı yollardan Erbakan Başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin devrilmesiyle sonuçlanan 4 darbeyi yaşamış biri olarak, benim de aklıma zaman zaman, “Doğrudan olmasa da dolaylı bir darbe olur mu?” sorusu takılıyor doğrusu. Çoğu Türk insanının da özel toplantılarında, darbe konusunu tartıştığını biliyorum. Mevcut durumda bu tartışmanın nedeni, iktidardaki AKP hükümetinin, İslami tabanı olması ve laikliği zedelediği endişesinden kaynaklanıyor.
Peki geçmişimizde gerçekleşen 4 darbeden yalnızca bir tanesinin, laiklik ilkesini sulandırdığı endişesiyle Erbakan’a yönlendirildiğini, diğer üçünün ise laik olduğunu varsaydığımız iktidarlara yönelik yapıldığının nedenlerini hiç düşünüyor muyuz acaba? Ya da her darbe sonrası, askerin dikte ettirdiği anayasaların, sivillerin özgüvenini nasıl sarstığını ve dolayısıyla iktidarlara her defasında güdümlü siyasetçilerin neden geldiğine kafa yoruyor muyuz? Ya da her darbenin, Türkiye’de, mutlu azınlık dışında çoğu Türk insanına ekonomik ve sosyal acı verdiğini hiç düşünüyor muyuz?
Gelin görün ki, Türkiye’nin darbe geleneği, gerek yabancı gerekse Türkler arasında, halen ülkede, “Doğrudan olmasa da dolaylı bir darbe olur mu?” sorularının zaman zaman gündeme gelmesine yol açıyor. Nitekim, başlığımda adını kullandığım ABD’nin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Peter Schoomaker’ın da, 26 Ekim tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında Türk meslektaşlarına olmasa da ABD Büyükelçilik mensuplarına, “Türkiye’de ordu müdahale eder mi?” diye, merak edip sorduğunu biliyorum. Tabi yanıtı da merak ediyorsunuzdur. Söyleyeyim. Schoomaker’ın bu sorusuna yanıt özetle şöyle olmuş; “Ordu, AKP’yi Türkiye’nin laik düzenine tehdit olarak görüyor. AKP, AB’ye sarılarak, orduya karşı denge sağlıyor. Türkiye, adeta Bağlantısızlar Hareketi üyesi gibi davranıyor... Dışişleri Bakanı (Abdullah Gül) sürgündeki Hamas lideriyle görüşen aynı hükümet, Ralston’ın (ABD’nin PKK Özel Temsilcisi emekli Orgeneral Joseph Ralston) PKK ile görüşmesine karşı çıkıyor... Ama, şu aşamada ordunun, bu hükümeti açıktan açığa devirmesine neden olacak bir gerekçesi yok. Şu aşamada hükümeti devirme konusunda başarılı olamazlar. Erdoğan’ın (Başbakan), Cumhurbaşkanı olması halinde, hükümetin laikliği de zedeleyebilecek kararlarını dahi veto etmesi beklenmiyor. Ardından yapılacak genel seçimlerde de AKP’nin iyi sonuçlar alması bekleniyor. Ordunun bu gelişmeler karşısında, ileride doğrudan bir müdahalesi değil de dolaylı bir müdahalesi olabilir.”
Gördüğünüz gibi, Türkiye’de ordunun, özellikle de dolaylı müdahale olasılığını, ABD ve Batı da gözardı etmiyor, biz Türklerin gözardı etmediği gibi. Görüştüğüm bir askeri kaynak, 1980 darbesinin sonrasında son 20 senede yetişen subayların, Türkiye’nin darbe noktasına gelmesini istemediklerini, böyle bir eylemin Türkiye’yi geriye götüreceğini ve darbe sonrası ülkenin toparlanmasının çok zor olacağının bilincinde olduklarını dile getiriyor. Ama, bu subayların, hükümetlerin, laik değerlere özen göstermesinin şart olduğunu düşündüklerini de aktarıyor aynı kaynak. Ama maalesef, bizde kıstas laik değerler olup, bu değerlerin aslen yolsuzluk sonucu sıfırlandığını kimse görmek istemiyor.
Neyse konumuz darbelerdi. Bana göre, TSK’nın en ufak bir şekilde eleştirilmesine bile tahammül edemeyen bir ordunun, halen toplumu sindirmeye çalışması darbe kadar kötü bilesiniz.
Bugün, 2.12.2006
|
Lale SARIİBRAHİMOĞLU
03.12.2006
|
|
|
Ekümenik |
Papa 16. Benediktus Türkiye’den rüzgâr gibi geçti. Türk ve dünya basınına bakacak olursanız bu ziyaret en azından Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın 1999 depremi sonrası yaptığı ziyaret kadar ‘başarılı’ geçti.
Papa’nın Türkiye gezisinin ana amacı ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Türkiye’nin AB üyeliği konusunda destek vermek ne Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le görüşüp el sıkışmak ne de Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun eleştirilerini dinlemekti.
Papa’nın bu gezide en büyük önem verdiği konu Roma’daki Katolik kilisesi ile İstanbul’daki Rum Ortodoks Kilisesi’ni yakınlaştırmaktı.
İki kilise arasındaki ayrılığın tarihi ve temelleri üzerine çok sayıda yazı okudunuz, her şeyi burada tekrar etmeyeceğim. Ama ayrılığın dini-teolojik nedenlerinin yanı sıra bir de siyasi sebebi olduğunu, bu sebebin de iki patriklik arasındaki üstünlük kavgasından kaynaklandığını yazmam gerek.
Rum Ortodoks Patriği’ne göre dünya üzerinde beş patriklik vardır, Roma’daki Papa o patriklerden sadece biridir ve bu eşit patrikler arasında İstanbul Patriği ‘eşitler arasında birinci’dir. Roma’daki Papa’nın hiç de bu fikirde olmadığını bilmiyorum söylememe gerek var mı?
İstanbul’daki patriğin kullandığı ‘ekümenik’ yani ‘evrensel’ sıfatı da esasen buradan gelir. ‘Eşitler arasında birinci’ olarak kendisini gördüğü için patrik ‘evrensel’dir, yani amiyane tabirle Roma’daki Papa dahil bütün patriklerin ‘patronu’dur.
Bizim devletimiz Türkiye’de patriğin ‘Fener Rum Patriği’ olduğunu söylüyor ve aynı patriğin ‘Ben sadece Fener’in değil öncelikle bütün Rum-Yunanlıların, sonra da Doğu kiliseleri mensupları ve protestanlar hariç bütün Hıristiyanların patriğiyim’ manasında kullandığı ‘ekümenik’ sıfatından rahatsız oluyor.
Oysa bizim Müslümanlığımızdan şüphe duymamıza gerek yok. Patrik kendini ‘ekümenik’ olarak niteleyince biz onun cemaati olmayacağız.
Patrik kendini hangi sıfatla nitelemek isterse onu kullanır, konunun bizi ilgilendirmemesi gerekir. Patriğin kendisinden ‘ekümenik’ olarak söz etmesinden en çok Papa’nın ve mesela Türkiye’deki Ermeni Patriği’nin rahatsız olması gerekir.
Ama bakın ne oldu, Papa ile Patrik bir ortak bildiriye imza attılar ve Papa o belgede Patriğin sıfatının ‘ekümenik’ olmasına itiraz etmedi.
Bizdeki gibi milliyetçiler Katolikler arasında da var mı bilmiyorum ama dünya basınının önde gelen gazetelerinin hiçbirinde ‘Papa, Patriğin ekümenikliğini kabul etti’ diye bir şey yazıldığına rastlamadım.
Dün tam bu yazıyı yazarken CNNTürk’te Mithat Bereket’in Manşet programı başladı ve Bereket’in konuğu Ermeni Patriği Mesrop 2 idi. Mithat Bereket Ermeni Patriği’ne bu ekümeniklik meselesini sordu, Patrik mealen şu cevabı verdi: “Ben Diyanet İşleri Başkanı’na ‘Hocam’ diye hitap ettiğimde Müslüman olmuş ve onun otoritesi altına girmiş olmuyorum. Aynı şekilde Patrik Bartholemeo’ya yazışmalarda veya konuşmalarda ‘Ekümenik’ deyince de Rum Ortodoks olmuyorum. Bu daha çok protokoler bir şey ve açıkçası çok da önemli değil.”
Konunun gerçek muhataplarının önemsemediği, zaten hem Rum hem de Ortodoks olanlar üzerindeki etkisinin bile sınırlı olduğu bilinen İstanbul’daki Patrik Bartholemeo’nun kendisinden ‘ekümenik’ diye söz etmesine bizim neden bu kadar önem verdiğimizi anlamak gerçekten kolay değil.
Radikal, 2.12.2006
|
İsmet BERKAN
03.12.2006
|
|
|
Nedir bu ekümeniklik? |
Yahu nedir bu ekümeniklik Allah aşkına... Her zaman karşımıza çıkıyor. Bu konuda tıpkı temizlemeyip (çözmeyip) sürekli bir şekilde halının altına süpürdüğümüz Kıbrıs konusu gibi, Kürt Sorunu gibi, Ermeni meselesi gibi bir uluslararası nitelik kazanacak bu gidişle. O halde nedir bu mesele. Madem Papa da buraya kadar gelmiş, anlayalım, dinleyelim ve bir çözüme kavuşturalım.
Bu çözüm bizim çözümümüz olsun, başkalarının dayatarak çözdürdüğü bir sorun olmasın. Papa’nın Türkiye ziyareti ülkemizde yaşayan birkaç bin Rum’un dini lideri olarak gördüğü Patrik Bartholomeos’un dünyadaki 300 milyon Ortadoksun da lideri olduğu anlamına gelen ekümeniklik meselesini yeniden gündemimize taşıdı. Türkiye kabul etmiyor ama Bartholomeos katıldığı her uluslararası etkinlikte bu sıfatını, ekümenik sıfatını kullanıyor. Bartholomeos galiba haklı. Çünkü Kuzey ve Güney Amerika, İngiltere, Almanya, Batı Avrupa, Yeni Zelanda, Kore ve Hong Kong kiliseleri İstanbul’a bağlı. Ve İstanbul’daki temsilci altıncı asırdan beri bu unvanı taşıyor. Fakat Ortodoks Ruslar Fener Patriği’ne başka anlamlar yüklüyor.
Biri çıkıp da Fener Patrikliği zaten fiilen kullandığı ekümenikliğini Türkiye’nin kabul etmesinin ne gibi bir zararı olduğunu, önce bize, sonra ABD Başkanı’na, sonra Papa’ya, sonra da Bartholomeos’u ekümenik kabul eden bütün kiliselere anlatsa iyi olacak.
Bugün, 2.12.2006
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
03.12.2006
|
|
|
|