|
|
|
İlerleme Raporu ve MGSB’deki izdüşümler |
AB Büyükelçisi Kresmer giderayak ülkenin temel meselesinin altını çiziyor, asker değişmeye direniyor, diyordu. Bir süre sonra açıklanacak İlerleme Raporu’nda askeri otoritenin siyasi rolünün, özellikle Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin önemli yer tutacağı, sızan haberlerden şimdiden belli oluyor.
Buna karşılık Türkiye’de birileri yine öfkelenecek, Türkiye’nin iç işlerine müdahaleden söz edecek, Sevr paranoyasından yola çıkacak…
Ne var ki güneşi balçıkla sıvamanın imkânı yok…
Gerçek çıplak…
Bu belge askerin devleti temsil eden ve kendisini siyasetçinin üzerine koyan tutum ve rolünün önemli araçlarından birisidir. Siyasetçinin ve siyasi iktidarların hareket alanını belirler. Bu belgede Ermenistan sınırının açılıp açılmamasına, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, Heybeliada Ruhban Okulu’na kadar türlü değişmez ve tartışılmaz devlet politikalarının izdüşümünü bulursunuz.
Bu belgenin varlığı, ilk bakışta, dış güvenlik, tehdit değerlendirilmesi gibi konularda, siyasi iktidar ile bürokrasinin koordinasyon içinde gerçekleştirdikleri değerlendirme sürecini ve devletin sürekliliğini ifade eder.
Ne var ki durum bundan ibaret değildir.
MGSB hazırlanışı ve içeriğiyle kendi sınırlarını aşan, siyaset ve devlet mekanizmasında bir dizi kilit noktaya ışık tutan bir gösterge aynı zamanda. Türk siyasal sisteminin tayin edici kıvrımlarına hayatiyet kazandıran bir gösterge...
Bu kıvrımlar hangileridir?
İçerik açısından ele alındığında önemli olan belgedeki tespit ve politikaların hangi alanları kuşattığı, sistemin diğer organ ve kurumlarının yetki sahasına girip girmediği meselesidir.
Bu belgelerde çeşitli dönemlerde yer almış, bugün de yer almaya devam eden özelleştirme, AB’ye üyelik, devlet yapılanması, mahalli ve kültürel özelikler gibi konular temelde yürütme ve yasamanın yetki alanına giren, dolayısıyla sorumluluğa ve denetime tabi meselelerdir. Dahası çoğulcu bir toplum ve siyaset düzeninde bir görüşten diğerine, bir partiden öteki partiye değişiklik gösterebilecek siyasi konulardır.
Siyasetin ve siyasi partilerin toplumsal talepleri siyasi kararlara dönüştürme işlevi dikkate alınırsa, belge, bu işlevi tekel altına alarak, tek cümleyle, devletin siyaset üzerindeki egemenliğini ifade etmektedir.
Bu belgenin gizli bir kararname gibi bağlayıcı nitelik taşıması, devlet işi karar ve iletişim mekanizmalarında ana yönerge görevi yapması bu tabloyu daha koyu hale getirir.
Yürütme ve idare faaliyetlerinin bir anlamda bu belgeyle uyum taşıması zorunluluğu, bu alanlara yapılan müdahalenin kurumsal ve kalıcı bir nitelik taşıdığını gösterir. Bu kurumsallık ve kalıcılığın aşılması iktidara gelen hükümetlerin manevra kabiliyetine bağlıdır ki bu kabiliyete de ülkemizde pek sık rastlandığı söylenemez.
Nitekim işin kritik yönü bu belgenin hazırlanma biçimiyle ilgilidir.
Yasaya göre belge bakanlar kurulunda oluşturulur ve onaylanır, MGK’ya götürülür ve idareye tebliğ edilir. Fiiliyatta ise belge Genelkurmay ve MGK bünyelerinde son şeklini almakta, bakanlar kurulu bu hazır belgeyi onaylamakta ve onu hazırlayanlara tebliğ etmektedir.
Ardından belge sadece o hükümeti değil, ardından gelecek hükümetleri de bağlamaktadır...
Artık AB bile bunun farkında…
Yeni Şafak, 4.11.2006
|
Ali BAYRAMOĞLU
05.11.2006
|
|
|
301’i ne yapmalı? |
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini konuşmaya başladık ve galiba en azından bu yılın sonuna kadar da yoğun biçimde konuşmaya devam edeceğiz.
Dün söylemeye çalıştım, şu an iki büyük sorun var AB ile aramızda: Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gümrük birliğine dahil edilmesini öngören Ankara Antlaşması’na Ek Protokol’ün onaylanması. Tabii bunların yanı sıra irili ufaklı çok sayıda başka mesele de var ama en önemli iki başlık bu ikisi.
Kıbrıs’ta ilerleme olamayacağı anlaşılınca ister istemez herkesin gözü öteki sorun odağına, yani 301’e döndü.
301 değişecek mi bilmiyorum ama dün yaptığım bazı konuşmalar ve dinlediğim bazı uzman görüşleri 301’i değiştirmenin sonucu etkilemeyeceğini, hatta belki 301’i kaldırmanın bile Türkiye’de durumu orta dönemde olumluya götüremeyebileceğini söylediler.
Önce biraz bilgi aktarayım... 301. maddenin eski hali 159. maddeydi. Bu madde bizim ceza hukukumuza 1936’da girdi. Ve girdiği günden bu yana da toplamda 7 kez değişikliğe uğradı. Şu an maddenin 8. ve son versiyonu 301 adını taşıyor.
Madde metnini burada yazmayacağım ama maddenin amacı, Türklüğe ve devlet kurumlarına yönelik eleştirilerin ‘aşağılama’ içermemesini sağlamak.
Böyle tarif edince makul ve masum bir amaç gibi duruyor ama kazın ayağı öyle değil. Bir kere ‘aşağılama’ nedir?
Daha önemlisi ‘Türklük’ nedir?
Her neyse, 159 üzerinde yapılan 7 değişiklikten 4’ünde maddenin kapsamı genişlemiş, yani daha önce maddeye adıyla dahil edilmemiş devlet kurumlarının isimleri de eklenmiş. Son 3 değişiklikte ise kapsam daraltılmış. Bu son değişikliklerin ikisi Hikmet Sami Türk’ün Adalet Bakanlığı döneminde oldu. Önce cezalar azaltıldı, ardından da ‘düşünce açıklamaları’nın 159’un 1. fıkrası açısından suç oluşturmayacağı hükmü eklendi. Son değişikliği ise bugünkü hükümet yaptı, ‘düşünce açıklamaları’nın maddenin tamamı açısından suç oluşturmayacağı hükme bağlandı.
Sonra TCK olduğu gibi değişirken bu 159’un son hali günümüz Türkçesine uyarlanarak 301 haline geldi. Gelirken, 159’da suçun ana unsuru için kullanılan ‘tahkir ve tezyif’ kelimeleri yerine ‘aşağılama’ kelimesi kullanıldı, bir de eskiden 159’dan dava açmak Adalet Bakanı’nın iznine tabiyken bu izin alma zorunluluğu kaldırıldı.
Aslında istatistiklere bakıldığında 159’dan açılan dava sayısının son değişiklikten sonra ciddi biçimde düştüğünü, Haziran 2005’te madde adının 301 olmasıyla birlikte bu düşme eğiliminin durakladığını ama yükselmediğini görüyoruz.
Yalnız bir fark var: Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in deyişiyle ‘şöhret olmak isteyen’ birtakım avukatlar bu maddeyi siyasi olarak kullanmaya ve sürekli suç duyurularında bulunmaya başladılar. Artık Bakan izni de gerekmediği için kimi savcılar bu suç duyurularının bazılarını davaya çevirdiler. Madde, Türkiye’deki AB karşıtlarının bayrağı haline geldi.
Şu ana kadar bu maddeden mahkûm olup cezası Yargıtay tarafından da onanan tek kişi yazar Hrant Dink. Onun da cezası, belli bir süre aynı suçu işlememesi şartıyla tecil edildi ama Dink aleyhinde 301’den yeni bir dava daha açıldı bile.
Yani bu maddeden ötürü hapse girmeye aday ilk isim Hrant Dink. (İkinci dava, ‘Ermeni soykırımı olmuştur’ dediği için açıldı.)
Maddeye ilişkin bazı değişiklik önerileri var. Mesela, ‘Türklük’ yerine ‘Türk ulusu’ denmesi öneriliyor. Bunun nasıl bir değişiklik yaratacağını kestirmek zor, ama ‘Türklük’ten ne anlamak gerektiği konusunda Yargıtay’ın geçmiş içtihatlarının ortadan kalkması tehlikesi var bu değişiklikte. Veya bu maddeden dava açma izninin geri getirilmesini savunan görüşler var. Bu da tartışmaları bitirir mi, bilinmez.
Ben maddenin tümüyle kaldırılması gerektiğini düşünenlerdenim. Bence hakarete uğradığını (veya aşağılandığını) düşünen kurumlar mahkemelerde sivil davalar açıp haklarını arayabilirler, ayrıca bir ceza davasına gerek yok.
Ancak yine de bir kuvvetli karşı görüş var.
Bu görüşe göre, yasalarda ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, konunun özü hukuk değil gündelik siyaset olduğu için, biz yargıç ve savcılarımızı eğitmediğimiz sürece, başka bir ceza kanunu maddesi bulunup geniş yorumlanacak ve yeniden sorun yaratacak.
Bu görüşü de yabana atmamak lazım. Çünkü eskinin meşhur 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırıldı, hemen bunların yerine Terörle Mücadele’nin bazı maddeleri ikame edildi. AB sürecinde bu madde de değişince bu kez ortaya 312 çıktı. 312 değişince 159 bulundu.
Yani, Türkiye’de birilerinin ve bu arada bazı hâkim ve savcıların ifade özgürlüğünü kısıtlama iştahı ortadan kalkmadıkça bu beladan kurtulmaya imkân yok belki de.
Tabii AB ile güncel sorunumuzu bu son söylediğim çözmez, onun için zamana ihtiyaç var. O yüzden belki de 301 konusunda inattan vazgeçip bu maddeyi tamamen kaldırmak en iyisi.
Radikal, 4.11.2006
|
İsmet BERKAN
05.11.2006
|
|
|
Tren kazası |
Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerinde “tren kazası” kavramı çok kullanılır oldu. Bu, istenmeyen bir şekilde görüşmelerin askıya alınması anlamına geliyor.
Hem Avrupa’da hem Türkiye’de tren kazasını isteyenlerin kimler olduğu belli. Aslında iki tarafta da ağırlık merkez sağdadır. Batı’nın sağında hem dinsel unsur hem de yabancı düşmanlığı ağırlık taşıyor.
Türkiye’de ise “korku” sadece radikal sağ ve merkez sağda değil, kendisine sol adını veren siyasi partilerde de başgösterdi.
Bunun nedeni bellidir. Demokratik kurumların yerleştiği, iç gerilimleri azaltan demokratik aşamalardan geçilen bir ortamda “onlar”ın varlık nedenleri ortadan kalkacaktır.
***
Her iki tarafta da tren kazası bekleyenler, son dönemde Kıbrıs sorununu çok ağırlıklı bir şekilde ortaya çıkardılar ve sorun çevresinde bir kaza olması için uğraşıyorlar.
Buna karşılık, Batı basınının hemen bütün ağırlıklı yayın organlarında bir tren kazası olmaması için yapılan uyarıları dikkate almak yerinde olacaktır.
Orta Doğu’ya daha bütünsel olarak bakan yorumcular Türkiye’nin burada sıkışıp kalması yerine Avrupa Birliği’nin güçlü bir üyesi olmasının sadece Türkiye için değil Avrupa için de büyük önem taşıdığını vurguluyor.
O bakış içerisinde birkaç unsur açıkça söyleniyor.
Bunlardan biri şudur: Türkiye gibi büyük bir ülkenin Orta Doğu’daki kazanın içine girmesinin bölgedeki sorunları iyice çözümsüz hale getireceği görülmüştür.
Avrupa Birliği içinde din farkı dolayısıyla Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların sesleri de son zamanlarda epeyce kesilmiştir. Çünkü halkı Müslüman olan bir ülkenin AB içinde yer almasının anlamının, getireceği kazanımların farkında olanlar görüşlerini daha açık ve güçlü olarak anlatıyor.
***
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenler ülkemizin ekonomik potansiyelini daha iyi görüyor. Bütün sıkıntılarına rağmen, özellikle AB üyeliği yolunda ilerleme sürdükçe Türk ekonomisinin çok daha hızlı gelişeceği açıktır.
Bu tablonun bütününü görenler bir tren kazasının hem Türkiye’nin hem Avrupa’nın geleceği açısından çok ağır maliyetler getireceğinin farkındadır. Bunun, Türkiye’nin içinde de daha açık görülebilmesi isteniyorsa önümüzdeki günlerde açıklanacak olan “İlerleme Raporu” olumsuzluklarla tıkanmamalıdır.
Türkiye’nin “her şeye rağmen” sağladığı ilerleme bellidir. İlerlemenin devam etmesi için, Türkiye’yi AB’de görmek isteyen Batılılara da önemli görevler düşüyor. Onlar da temeldeki bütün olumlu görüşlerine rağmen, bu saatten sonra atlarla arabanın yerini değiştirmemek durumundadır.
Vatan, 4.11.2006
|
Okay GÖNENSİN
05.11.2006
|
|
|
Üretmeden niye silâh teknolojisi isteriz? |
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, bu hafta içinde gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde, ele alınan konuların başında, Washington’un, kısa adıyla JSF olarak bilinen 100 adet Müşterek Taarruz Uçağı ile 30 adet ilave F-16 savaş uçağı satması karşılığında Türkiye’ye, ulusal sanayii geliştirmesi için ne miktarda iş payı vereceği idi.
Daha da önemlisi Gönül, ABD’den, JSF’lerin, kullanıcı ülkelerin kendilerinin belirleyeceği dost ve düşmanı ayırmaya yarayan yazılım kodlarının Ankara’ya, kimilerine göre, sınırsız transferini istedi. Gelecek neslin uçağı olarak bilinen ve ilk deneme uçuşunu 2008 yılında yapması beklenen JSF ya da F-35’lerin Amerikan Lockheed Martin firmasınca yapımı sürecinde Türkiye dahil 10 ülke daha bulunuyor.
ABD, doğal müttefiki olan ve JSF yapımında da yer alan İngiltere’ye bile Türkiye’nin istediği türden bir teknoloji transferine yanaşmadı. Keza diğer katılımcı ülkeler de aynı şekilde kritik teknoloji transferinde ABD’nin ciddi engellemesi ile karşılaştı. Ancak Türkiye dahil tüm katılımcı ülkeler, JSF çerçevesinde ulusal sanayileri için önemli iş payı alma çabalarını sürdürüyorlar.
Peki Türkiye ABD’den, savaş uçaklarının yazılım kodlarını sınırsız bir biçimde isteme hakkına sahip mi? Tabii ki değil. Çünkü, bazı ülkeler, askeri ya da sivil teknolojilerini geliştirmek için araştırma, geliştirme (AR&GE) projelerine önemli kaynak aktarımı yapıyorlar. Bunu yaparken vatandaşın vergilerini kullanıyorlar ve karşılığında topluma hesap vermek zorundalar. Diğer yandan, Savunma Sanayii Müsteşarı Murat Bayar’ın da defalarca vurguladığı gibi Türkiye, askeri harcamaya yüksek miktarda pay ayırmaya devam ederken nasıl olur da silah teknolojilerinde halen yüzde 75’ler düzeyinde dışa bağımlı olmaya devam eder?
Hepimizin tahmin edeceği gibi bunun temel nedenlerinden birisi, Türkiye’nin AR&GE’ye ayırdığı payın genelde binde 67’lerde kalması. Ankara Ticaret Odası’nın, geçen ay sonlarında yayımlanan bir araştırmasına göre, Türkiye’nin kişi başına AR&GE harcaması yalnızca 22 dolar ve küreselleşme sürecinde teknolojik yenilikte rekabet edebilmesi için gerekli olan AR&GE faaliyetlerine yeterli kaynak ayırmıyor. Gerçi Hükümet, 2002 yılından itibaren AR&GE harcamalarına ayrılan payı göreceli olarak artırdı ama yılların ihmalini ancak uzun vadede giderebiliriz.
Gelelim ilk başta değindiğimiz, Türkiye’nin ABD’den talep ettiği teknoloji transferi konusuna. ABD yasalarına göre, örneğin, savaş uçağı almak isteyen ülke, birkaç yıllık tehdit değerlendirmesinin ne olduğunu ABD’ye bildirir. ABD de, yaptığı inceleme sonrasında söz konusu ülkeye, üzerinde değişiklikler yapmak istediği yazılım kodlarını kısmen verir. Uçaklarda yer alan ve Management Systems denilen bilgilerin depolandığı kısımda, uçağı satın alan ülkenin oynama yapması mümkün değildir. Çünkü bilgiler ABD’dedir. Dolayısıyla, kullanıcı ülke, yıllar içinde yeni tehdit değerlendirmeleri yapması halinde savaş uçaklarındaki yazılım kodlarını değiştirmek için yeniden ABD’ye başvurmak zorunda. Bu başvuruya ilişkin yapılan değerlendirmeler ışığında ABD, yeni ulusal yazılım kodlarını verir. Şimdi ABD, İngiltere’ye bile vermediği sınırsız yazılım kodlarını yani sınırsız teknoloji transferini Türkiye’ye de yapmıyor.
Ve tabi “Ben, vergi mükelleflerimden topladığım paralarla, bilim adamlarıma araştırma yaptırıp, teknoloji üreteyim, bunu da sana sınırsız vereyim, Olacak iş mi?” diyor haklı olarak. Diğer bir deyişle, sen yan gel yat, milletten topladığın vergileri çar çur et, git başkasından, “Bana teknoloji ver” diye tuttur. Satıcı, yemiyor bu palavraları, bir de bizim milletimiz yemese de hesap sorsa. Bakın o zaman bu ülke nasıl kalkınıyor...
Bugün, 4.11.2006
|
Lale SARIİBRAHİMOĞLU
05.11.2006
|
|
|
|