|
|
|
Rayda kalmak için |
Avrupa Birliğiyle ne olacak? Bu konuda önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün şu sözlerinin altını çizmekte yarar var:
“Türkiye kendi ayrılsın niyetini bazı Avrupalı liderlerde seziyoruz. Bunu arzu edenler var. Ama Türkiye bu oyuna gelmeyecek. Bu kadar hakkımızı, hukukumuzu, anlaşmalarımızı bir kenara bırakıp ‘Lanet olsun!’ demeyeceğiz. Bu Türkiye’nin hakkıdır. Tabii kendi yükümlülüklerimizi yerine getireceğiz, ama çektikleri yere gitmeyeceğiz. Zorlukları biliyoruz, hayale kapılmıyoruz. Ulusal çıkarlarımıza göre davranıyoruz.” (Radikal’de Murat Yetkin’in köşesi, 29 Ekim 06)
Gül’ün sözleri böyle.
Doğru bir tutum bu. Lanet olsun tuzağından Türkiye’yi korumak lâzım.
Türkiye’ye “Lanet olsun!” dedirtmek isteyenlerin varlığı öteden beri sır değil. Bu oyun, hem içte hem dışta oynanıyor. Daha doğrusu, iç ve dış odaklar bu konuda dolaylı bir ittifak içindeler.
Bu oyuna gelmek, yani Türkiye’yi AB rayından çıkarmak büyük yanlış olur. Türkiye’nin AB’den kopması, Financial Times’ın geçen günkü başyazısında belirttiği gibi, hem AB adına stratejik bir başarısızlık, hem de kalkınma ve modernleşme yolunda Türkiye’ye büyük bir darbe anlamı taşıyacaktır.
Dışişleri Bakanı Gül bu yüzden haklı. Türkiye’ye lanet olsun dedirtmek isteyenlerin kurduğu tuzağa düşmekten özenle kaçınmak gerekiyor.
Ama nasıl?..
İnce uzun AB yolunda şimdilik iki engelin şöyle ya da böyle aşılması lazım:
301’le Kıbrıs...
301 malum. Türk Ceza Yasası’nın bu ayıplı maddesinin değiştirilmesi şart. Bu konuda bütün AB üyelerinden aynı ses çıkıyor. Yani karşımızda tek bir cephe var.
Kıbrıs’ta pek öyle değil 301’de.
Bu konuda da bütün üye ülkelerden aynı ses çıkıyor olsa da, izlenecek yol yordam açısından farklı sesler kulağa çalınıyor.
Ayrıca, AB’nin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs konusunda bir vicdani rahatsızlık yaşadığı söylenebilir. Kuzey Kıbrıs’a yönelik izolasyonların kaldırılmasıyla ilgili olarak vermiş olduğu sözleri tutmadığı için öyledir.
Söylemek istediğim şu:
Türkiye eğer 301’i şu sırada değiştirirse, AB’deki 301 cephesi yıkılır. Aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs’ta eli güçlenir. Çünkü 301’in değişmesi sayesinde hedef küçültmüş oluruz. Ayrıca, Türkiye’yle tren kazası istemeyen AB ülkelerinin de rahatlayacağı söylenebilir.
Bu arada bir soru:
301’in değiştirilmesi, Fransız Millet Meclisi’nin soykırım konusundaki ayıbını yüzüne vurmak için de iyi bir adım olmaz mı?..
Türkiye’nin AB rayında kalmasını önemseyen herkes, her çevre şu günlerde 301’in değiştirilmesi için sesini yükseltmeli, tabii hükümet de gereğini yapmalıdır.
Lanet olsun tuzağından Türkiye’yi korumak istiyorsak, o zaman Abdullah Gül’ün altını çizdiği AB kararlılığı yolunda gereken siyasi irade ve cesareti -geçmişte olduğu gibi- bugün de göstermekten başka çaresi yoktur hükümetin...
Milliyet, 3 Kasım 2006
|
Hasan CEMAL
04.11.2006
|
|
|
83 yıldır tutmayan devrim olur mu? |
Bugünlerde çeşitli yazarların köşelerinde görüyorum: ‘Devrimler tuttu mu, tutmadı mı?’ tartışması hakkında yorumlar.
1923’ten 2006’ya, 83 yıl, dile kolay! Bu süre içinde bir dünya savaşı oldu. Onu bir ‘Soğuk Savaş’ izledi ve o da bitti. Komünizm çöktü. Atom bombası icat olundu. Aya gidildi.
Biz ‘Devrimler tuttu mu?’ diye tartışıyoruz. Kuvvetli ihtimal, tutmadığı. Çünkü yükselen sesler bunu anlatıyor: ‘Tutmadı! Tutturacağız! Tutturmayanlar var! Onları da ezeceğiz!’
83 yılda tutmadıysa, bu işin içinde, bir yerlerde, bir bozukluk olmalı. Ya ‘devrimler’de var bir numara ya da bunu bir türlü sindiremeyen toplumda. Birincisiyse, demek ki onların ‘tutma’ özelliği yok, bunu bu uzun süre içinde bir noktada anlamak gerek. Anlayınca, yapılabilecek iki şey var: ya vazgeçeceksiniz ya da ‘Bunlar vazgeçilemeyecek kadar iyidir, onlar olmadan olmaz’ diyorsanız (oysa, bakın, 83 yıldır oluyor, bir şekilde) o zaman bunları tutturmanın yeni bir yolunu arayacaksınız; yani, yeni bir yöntem bulmak üzere kafanızı çalıştıracaksınız. 83 yıldır bu yöntemle uğraşıyorsunuz, hâlâ tutmamış. ‘Bari bunu değiştirsem’ diye düşünmez misiniz?
Ya da numara ‘devrimler’de değil, onu tutturmayan toplumda, ahalide vb. Ama durum böyle de olsa, ‘Eh, demek olmuyor, demek bu mayada iş yok’ diye düşünmez misiniz? Siz eminsiniz ki ‘devrimler’ iyi.
E, bu kadar inatla almadığına, kabul etmediğine göre, demek ki bu toplum iyi değil, bu ahalide iş yok.
Aslında o zaman da galiba yapılabilecek iki şey çıkıyor karşımıza. Biri, az önce söylediğim, yani ‘Bu toplum buna layık değil’ deyip vazgeçmek, eleği duvardaki yerine asmak.
Ya da, ‘yöntem’ değiştirmek yerine, ‘toplum’u değiştirmek; yani toplumu bu iyi ‘devrimler’i benimseyecek hale getirmek. Bu da herhalde ancak en geniş anlamıyla eğitimle yapılacak bir şey.
Ama gene tıkanıyoruz: 83 yıldır zaten biz bu toplumu eğitmeye çalışmıyor muyuz? Çalışıyoruz. Çalışıyoruz ve sonuç bu.
Dört seçenek çıkıyor karşımıza:
birincisi ‘iyi devrimler ve kötü toplum’sa, ikincisi de ‘kötü devrimler ve iyi toplum’. Bunlardan istediğimiz sonuç ve çözüm çıkmıyor. Öbür ikisi de ‘iyi devrimler ve iyi toplum’la ‘kötü devrimler ve kötü toplum’ olabilir. Birincisi geçerli olsa sorun olmazdı. Sorun olduğuna göre —çünkü sorun olduğunu kesinlikle biliyoruz—demek bu geçerli değil. Son ihtimal iyice umutsuz görünüyor ama belki de en gerçekçisi odur.
Yukarıda ‘toplumu değiştirmek’ten ‘dönüştürmek’ anlamında söz etmiştim. Yani olanı başka bir kılığa sokmak... Tabii fiilen ‘değiştirmek’ de düşünülebilir, Brecht’in dediği gibi: “Yöneticiler halkı beğenmiyor, o halde onu değiştirsinler.” Yani ona başka bir yer bulup yerine yenisini tedarik etsinler.
Ama bu istenen bir şey değil. Bize ‘iyi devrim’ gerek, ama ‘iyi toplum’ da gerek.
O halde son çare şu: ikisi de iyi, ama arada birtakım kötüler var, bunlar 83 yıldır iyi toplumun iyi devrimleri alıp benimsemesine engel oluyorlar. 83 yıldır bunların adı değişiyor, bir komünist oluyorlar, bir gerici, bir Batıcı liberal oluyorlar, bir bölücü. Bunlar bir ayıklansa, yok edilse her şey düzelecek.
Bunun için biraz sabır. Bakın 83 yıldır biz buradayız ve sabırla bu işi yapmaya çalışıyoruz. Bu ‘demokrasi’ illeti yüzünden tam istediğimiz gibi çalışamıyoruz. Ondan da biraz daha vazgeçsek iş kolaylaşacak.
Bir 83 yıl daha böyle idare ediversek ne çıkar? Temel sağlam kurulmuş olur, devrimler tutar, onlar bir tuttu mu, ondan sonra zaten kimse demokrasi filan da aramaz, bir keyif yaşar gideriz.
Radikal, 3 Kasım 2006
|
Murat BELGE
04.11.2006
|
|
|
AB’nin şakası yok |
Haftaya Avrupa Birliği’nin ilerleme raporu açıklanacak. Raporda, Ceza Kanunu’nun meşhur 301. maddesiyle ilgili çok sert eleştirilerin yer alması bekleniyor. Zaten raporun sızan bölümlerinde bu eleştiriler yer alıyordu.
Aslına bakacak olursanız, 301 konusu şu an AB ile yaşadığımız en ciddi sorun. Evet evet, 301 Kıbrıs’tan bile daha önemli, daha zorlu bir sorun. Çünkü Kıbrıs konusunda Türkiye’nin haklı olduğunu düşünen, en azından haksız olduğunu düşünmeyen çok sayıda AB üyesi ülke var. Ama aynı şeyi 301 için söylemek mümkün değil, mesele ifade özgürlüğüne gelince AB neredeyse blok halinde Türkiye’yi eleştiriyor.
Ayrıca bilindiği gibi AB’nin Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini tamamen askıya alabilmesi için ‘ciddi insan hakları ihlalleri’ ve ‘Kopenhag Kriterleri’nden geri gidiş’ olması lâzım. 301 bu geriye gidişin, ifade özgürlüğü gibi en temel özgürlüğün henüz Türkiye’de tam olarak hayata geçememiş olmasının adı aynı zamanda.
Bu bilindiği için olsa gerek ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ne Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ne Başmüzakereci Ali Babacan ve ne de Adalet Bakanı Cemil Çiçek konu 301’i değiştirmeye gelince kapıyı tamamen kapatıyorlar. Söylenen, “Gerekirse değiştiririz.”
Ancak geçen gün aynı zamanda hükümet sözcüsü de olan Cemil Çiçek Bakanlar Kurulu sonrası basın toplantısında 301. madde ile ilgili bir ‘şaka’ yaptı. Çiçek’e göre 301’den yargılananlar bir anda ünlü oluyor ve yurtdışında ödüller kazanıyorlardı.
Herhalde Çiçek’in kastettiği Orhan Pamuk ve onun kazandığı Nobel ödülüydü. (...)
Cemil Çiçek, Orhan Pamuk’u Nobel’den ötürü kutladı mı veya onun Nobel almasına sevindi mi bilmiyorum ama gerek Başbakan Erdoğan ve gerekse Dışişleri Bakanı Gül’ün Pamuk’un Nobeli’ne sevindiklerini, yazarı kutladıklarını biliyoruz. Aynı hükümette yer aldığına ve o hükümetin sözcülüğünü yaptığına göre belki Çiçek de Başbakan ve Dışişleri Bakanı gibi düşünüyordur, yani sevinmiştir.
Önümüzdeki günlerde 301. maddenin değiştirilmesi gerektiği konusunda içten ve dıştan pek çok baskı gelmesi beklenmeli. Aslında belki bu baskılara gerek de kalmadan hükümet 301. değiştirmek için düğmeye basabilir.
Ben işte o gün için, yani Adalet Bakanı olarak Cemil Çiçek’in 301. maddenin değiştirileceğini açıklayacağı gün için ona bir önerim var.
Canlı yayımlanan basın toplantılarında zaman zaman neşeli ve esprili üslubuyla dikkat çeken Cemil Çiçek, 301 değişikliğini şöyle açıklayabilir:
“Amacımız bir Türk yazarın uluslararası üne sahip olması ve Nobel dahil pek çok ödül kazanmasıydı. Orhan Pamuk’un Nobel’i kazanmasıyla birlikte bu amaca ulaşıldı, dolayısıyla Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi işlevini tamamlamış bulunuyor ve bu maddeye artık bundan sonrası için ihtiyaç duymuyoruz. O yüzden de 301’i değiştiriyoruz.”
Hatta daha sonra şöyle de devam edebilir Çiçek:
“Bu amacımıza ulaşmada yardımı geçen bütün kişilere, başta milli başarılar konusunda duyarlılıkları bilinen avukatlar ve savcılarımız olmak üzere herkese buradan teşekkür etmeyi de bir borç bilirim.”
Ne dersiniz? Bir temel insan hakkı olan ifade özgürlüğünü, ‘meşhur olma’ ve ‘ödül kazanma’ gibi konularla bir araya getirip şaka yapan Adalet Bakanımız, 301’in değiştirilmesini böyle açıklasa çok daha eğlenceli olmaz mı?
Radikal, 3 Kasım 2006
|
İsmet BERKAN
04.11.2006
|
|
|
Her şeyi komplo olarak görürseniz... |
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde üretilen resmi söylemin en önemli ayağı muhakkak ki ‘geriye doğru’ bir bakış içinde yazılan ve gerçeklikle pek bağlantısı olmayan tarih anlatısıydı.
Gelinen noktanın yaşanmışlıktan kopartılarak idealize edilmesini hedefleyen bu yaklaşım, Anadolu halkını bir anda Orta Asya’ya bağlamış, tarih eğitimini hiçbir temeli olmayan bir göç haritası üzerinde inşa etmiş; bu arada da Osmanlı’dan gelen sürekliliğin üzerini olabildiğince örtmüştü. Böylece tarih, geçmişi bir perdenin ardından ancak ‘hissettiğimiz’, duygusal bağ kurarak içselleştirdiğimiz bir alan haline getirildi. Milliyetçiliğin resmi ideoloji içindeki kritik işlevi nedeniyle de söz konusu duygusallık bir milli hamaset olarak kalıplaştı. Sonuç ne tarihin ‘ne olduğunu’ ne de kendi tarihini bilen bir toplumdu... Bugün tarihçilerin bile ‘tarih’ olarak aktardıkları çoğunlukla bir tür masaldır. Anekdotlara, belirli kişilerin karakter gücüne dayanan, emsal alınması beklenen ahlaki hikayeler, bu alandaki algının özünü oluşturmakta hâlâ...
Toplumun tükettiği geçmiş böylesine masallaştıkça, tarihin doğal olarak sahip olduğu karmaşıklık, çelişkiler ve tutarsızlıklar da silikleşmekte; karşımıza her biri son derece tutarlı şablon karakterlerin sürüklediği iradi bir olaylar dizgesi çıkmakta. Böylece bir yandan karakterlerin iç zenginliği veya insani zaafları ortadan kalkarak tarih iyiler ile kötülerin mücadelesine indirgenmekte. Diğer taraftan toplumsal ve siyasi olaylar da çoklu bir belirlenme halinin uzantısı olarak değil, sanki önceden tasarlanmış iradi bir planın hayata geçmesi olarak anlaşılmakta. Bu gerçek dışı dünya, gerçek eylemlere izin vermediği için bizleri sıklıkla zora da sokuyor. Örneğin Mustafa Kemal’in kadın elbisesi giyerek arka kapıdan çıkıp gittiğinin yazılması ‘hakaret’ olarak algılanabiliyor, çünkü bizim hayalimizdeki Mustafa Kemal’in böyle bir şey yapmasını havsalamız almıyor. Sonuçta gerçek Mustafa Kemal’i bir yana bırakıp, resmi ideolojinin bizler için çizdiği bir şablondan hareketle hayali bir Mustafa Kemal üretiyor ve buna da ‘tarih’ diyoruz... Aynı şekilde toplumsal ve siyasi olayları çevreleyen çok aktörlü, değişken ve tesadüfi belirlenme sonucu ortaya çıkan durumları da kavramakta zorlanıyor, sanki gerçekliğin karmaşasından rahatsız oluyoruz. Dolayısıyla her şeyi ‘komplo’ olarak görmek işimize geliyor, gerçekliğin komplolar sayesinde ürediğini varsaymayı yeğliyoruz. Bu yaklaşımın güçlü olanların iradesini abarttığı ölçüde otoriter zihniyeti pekiştirdiğini, bizleri vatandaş olma bilincinden uzaklaştırdığını, toplumları devlete biat eden kişiliksiz güruhlar olarak algılarken kendimizi de aşağıladığımızı fark edemiyoruz...
Ermeni meselesi gibi Anadolu tarihi açısından son derece belirleyici olan ve ancak tarihsel süreklilik içinde kavranabilecek konuları komplo mantığı içinde ‘dış güçlerle’ işbirliği yapan ‘iç güçlerin’ ihanetine indirgerken, üretilen yapay söylemi de gerçek tarih sanıyoruz. Tabii ki o dönemde Avrupalı büyük güçler Osmanlı azınlıklarını korumaya soyunmuşlar ve tabii ki Ermenilerin içinde de bir bölüm insan onların yandaşı olarak siyaset yapmıştı. Ancak eğer bunlar ‘niçin’ olmuştu, bu insanlar ‘niçin’ böyle davranmıştı, böyle davranmayanlar nasıl bir tutum içindeydi ve bütün bunlar olurken devlet ne yapıyordu diye sormazsak, bu meseleyi de gerçek tarihsel bağlamı içinde anlayamayız. O zaman devletin tutumunu haklı çıkarmak uğruna bir söylem üretmek zorunda kalır, tüm bir cemaati hain yapar, hepsinin isyan ettiğini ve katliam yaptığını söyler, farklı tarihlerde olan olayları iç içe geçirerek hayali bir ‘denge’ üretmeye soyunuruz. Ne yazık ki buradan da ‘tarih’ değil olsa olsa ‘masal’ veya ‘ninni’ çıkar...
Zaman, 3 Kasım 2006
|
Etyen MAHÇUPYAN
04.11.2006
|
|
|
|