|
|
|
Lübnan’da savaş; Türkiye’de çifte standart |
Lübnan’daki savaş, gerek resmi çevrelerden gerekse kamuoyundan yükselen İsrail’e yönelik tüm öfkeli tepkilere rağmen, Türkiye’de hayli çarpıcı “çifte standart”ı da ortaya çıkarıyor. İsrail’e tepkilerin ulaştığı boyutlar, TBMM’deki “Türkiye-İsrail Dostluk Grubu”ndan toplu istifalara yol açtı.
Böylece, AK Parti milletvekillerinin neredeyse yarısının, “İsrail ile dostluk” grubu içinde yer aldığını öğrenmiş olduk. “Anti-semitizm” şaibesi altında tutulan AK Partililerin, “İsrail ile dostluk”a bu kadar gönüllü olabilecekleri kimsenin aklına gelmezdi.
Türkiye’de bir yandan artan ölçülerde bir “anti-Amerikanizm” var, bir de ondan hiç aşağı kalmayacak derecede, daha bile ötede “anti-İsrail” duygular söz konusu. Ama, TBMM’deki “dostluk grupları”ndan birinci sırayı diğerlerinden uzak ara “Türkiye-ABD Dostluk Grubu” alıyor, ikinci sırada ise “Türkiye-İsrail Dostluk Grubu” geliyormuş.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Kuala Lumpur’da İslam Konferansı Örgütü’nün Lübnan’daki savaş ile ilgili “özel toplantısı”nda gürlüyor; “Bu gayri adil bir savaştır. İsrail’in savaşı bölgede kin ve nefret yaratıyor. Küresel ölçekte feci bir savaş ve büyük bir felaket bizi bekliyor” mealinde konuşma yapıyor. Ama, bir Kanadalı profesör, Michel Chossudovsky, “Üçlü İttifak: Türkiye, İsrail ve ABD ve Lübnan’daki Savaş” başlıklı makalesinde, “Acımasız ironi odur ki, Türkiye, İsrail ve ABD ile askeri ittifakı aracılığıyla, Başbakan Erdoğan’ın gönderme yaptığı feci küresel savaşta bunlarla de facto ortak durumunda” diye yazıyor.
Lübnan’daki savaşın vahşeti, esas olarak, İsrail hava kuvvetlerinin yağdırdığı bombalardan ötürü 1000’in üzerinde masum Lübnanlı’nın hayatını kaybetmesiyle herkesin zihinlerine yerleşti.
Peki, Lübnan’a bomba yağdıran İsrail hava kuvvetlerinin “eğitim alanı” neresi? Lübnan’daki bombardımanın “tatbikatı”nı nerede yaptılar ve yapıyorlar?
Türkiye’nin hava sahasında ve Konya ovası semalarında!
Türkiye ile İsrail arasında 1994’te imzalanmış bir “güvenlik ve istihbarat anlaşması” bulunuyor. İki devlet arasında ayrıca askeri ve istihbarat işbirliğinin yanı sıra, ortak askeri tatbikatlar, silah üretimi ve eğitim anlaşmaları var.
1996’daki Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması’nın yanı sıra, İsrail askeri endüstrilerinin, Türkiye’nin tank ve Phantom ve F-5 savaş uçakları modernleştirmesi anlaşmaları imzalandı. 1997’de “Stratejik Diyalog” oluşturuldu. Yılda iki kez Genelkurmay ikinci başkanları bir araya geliyorlar. Ayrıca, 2000 yılından bu yana taraflar arasında bir de “serbest ticaret anlaşması” mevcut.
Türkiye ile İsrail arasındaki çok yönlü ve girift ilişkilerin bir de “petrol boyutu” bulunuyor. Ceyhan-Aşkelon boru hattı projesi yolda. Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı, Aşkelon’a yani İsrail’e uzatılması söz konusu. Samsun-Ceyhan arasında tasarlanan Rus petrolü, eğer Rusya ile anlaşılıp gerçekleşirse, İsrail’in Eilat limanına Rus doğal gazını aktaracak.
Bütün bu hususlar, kendiliğinden, “Doğu Akdeniz güvenliği”nde, Türkiye ile İsrail arasında “stratejik-askeri işbirliği”ni zorunlu kılıyor. Bu “stratejik ilişki”nin bir başka boyutu ise su. 2004 yılında (AK Parti hükümeti dönemi) Türkiye, İsrail’e 20 yıllık bir dönem için yılda 50 milyon metreküp su satmayı kabullendi. Bunun için, bir Türkiye-İsrail su boru hattının Akdeniz’den döşenmesi üzerinde çalışılıyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen yıl İsrail’e yaptığı ziyarette, Ariel Sharon ile pek bir kaynaşmıştı. O kadar ki, taraflar arasında doğrudan iletişim kuracak “kırmızı telefon” üzerinde bile anlaşılmıştı.
Yani, İsrail ile ilişkiler -ki, bunların kurulması AK Parti hükümetinin öncesine gidiyor. AK Parti’nin bir dahli yok ama AK Parti döneminde daha da gelişti ve derinleşti- öylesine çok yönlü ki, İsrail, bölgede bir “müttefik”ten söz edecekse, o Türkiye.
Türkiye’nin çıkarları ve “stratejik vizyonu” böylesini gerektirebilir. Ama, samimi olalım; eğer Türkiye, İsrail’in Lübnan’da yaptıklarını onaylamıyorsa ve bunu kendi “güvenliği” açısından gerçekten tehlikeli buluyorsa, havada uçuşan beyanatlardan öteye gitmek zorunda. Demeçlerle tribünlere oynamak yerine, İsrail savaş uçaklarının Türk semalarında Lübnan’ı bombalamakla sonuçlanan eğitim uçuşlarını durdurabilir mi?
Hükümet bunu yapabilir mi?
Bugün, 9.8.2006
|
Cengiz ÇANDAR
10.08.2006
|
|
|
Türkiye sırada mı? |
Geçenlerde yazdım: Can Dündar; İsrail’in Lübnan’a saldırısından sonra, bir süre önce Hizbullah önderi Seyyid Hasan Nasrallah ile bir konuşmasından şu görüşü aktarmaştı: Bundan sonra, Irak’tan sonra, dört ülkenin parçalanmasına sıra gelir: Suriye, İran, Suudî Arabistan ve Türkiye.
Seyyid Hasan Nasrallah çok doğru söylüyordu. Michael Drosnin’in ve Huntington’un kahve ve bakla yahut iskambil falı efsanelerine kapılıp çayı görmeden paçaları sıvayan bir Amerikalı çılgın, askerî bir mecmuada ve Beyrut Saldırısı’nın hemen öncesinde, Kürtleri İsrail’in el ulağı, şamar oğlanı ve Şabat kâhyası kılabilmek için bol keseden hayalî ihsanlarda bulunmadı mı? Bedi’uzzamân’ı aralarından çıkarmış olan Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun, Kerkük kafesinde öten soydaşlarının ötüşüne kapılarak bu kafese girmeyeceklerine, şeytanla aynı çuvala girmeyeceklerine inanıyorum. Yeter ki biz de çuvala, kafese girmeyelim. Aksi takdirde, ülkemizin bölünmezliği ancak o zaman tehlikeye girecektir ve halen tehlikededir.
7 Ağustos 2006 günü Radikal’de, her nedense “Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Ömer Taşpınar”, artık sevimli barış güvercini ve yeni Ortadoğu ebesi Rice’ın adını dahi anmaksızın, “kısa dönemde Tahran’ın en son isteği bir Şiî-Sünnî çatışmasına sebep olmak.” cümlesini dahî kullanıyor. Çok şükür! Geç olsun da güç olmasın! Allah bu yolda ilerleme nasîb etsin!
Dr. Ömer Taşpınar’ın övdüğü, “Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi, TÜSİAD dış politika danışmanı Soli Özel”in, birkaç yıl önceki bir gazete yazısını hatırlıyorum: Bu yazıda, Türk Dış Politikası’nda Türkiye’nin uluslararası bir büyük güç olma hayalinden kendisini kurtarması, AB ile de vakit kaybetmemesi, Ortadoğu’ya hakim olan iki büyük güçten birisine, belki de tercihan yakın olanına yaklaşması (tâbi olması?), aksi takdirde kısa zamanda parçalanma tehlikesi ile karşıkarşıya olduğu söyleniyordu. Bu iki büyük gücün ABD ve İsrail, yakın olan büyük gücün de İsrail olduğu kanaatine varmıştım. Demek ki o yıllarda Soli Özel, Türkiye’nin parçalanma tehlikesi ile karşıkarşıya olduğunu Seyyid Hasan Nasrallah’dan önce söylemiş ve tehlikeden kurtulma çaresini de önermişti.
Şimdi, Irak savaşı tecrübesinden de geçtiğimiz halde, Mehmet Gündem soruyor: “ABD’nin Türkiye’yi.. her an bölünme tehdidiyle karşı karşıya bırakmak istediğinden, Lübnan’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceğine kadar uzanan senaryolar üretiliyor?”
“Senaryolar üretiliyor?” diye Pîşekâr sorusu sorulursa, Kavuklu cevabının derhal gelmesi de mukadderdir. Nitekim Soli Özel diyor ki: “Eğer zırva demeyeceksek, fazla çalışan muhayyilelerin ürünü diyelim” (Yeni Şafak, 7 Ağustos 2006)- Fesübhanallah! Şu halde birkaç yıl önce, 11 Eylül ve AKP iktidarı öncesinde, ancak İsrail vesayeti altına girmekle kurtulabileceğimiz parçalanma tehlikesinin hazırlayıcıları kimdi? Yoksa Süper Güç’e tâbi kalırsanız parçalanmazsınız” öğütü mü tekrar ediliyor?
Artık Kavuklu-Pîşekâr muhaverelerinden ve orta oyunlarından oryantal Ortadoğu kıvırmalarından vaz geçelim. Ceyda Karan’ın cepheden aktardığı görüntüleri izleyelim: İsrail Devleti’nin, Hizbullah’ı bahane edip Lübnan halkına reva gördüklerinin, Yahudi halkının gözünde hiç mi hiç ehemmiyeti yok... (Eyvah! Öteki İsrail de bir serap mı idi yoksa?-H.H.)
Ehud Olmert geçen hafta Batı basınına.. ırkçı, aşırı sağcı siyonist bakışı ne güzel allayıp pullayıp pazarladı. Olmert 21. yüzyılda bunları bu kadar pervasızca dile getirebiliyorsa, bunun sebebi, malının alıcısının bulunmasından şüphe etmemesidir... Avrupalı ve Amerikan zihniyetinin derinliklerinde Araplara karşı ırkçı bakış, İslâmiyet’e karşı judeo-Hristiyan önyargılar, İsrail’in Müslüman kurbanlarını “şeytanîleştirmesine” zemin yaratıyor. Boşuna dünyaya İslâmo-Başizm kavramını pazarlamıyorlar.. Batı medyası ve pragmatist (makyavelist, oportünist de denebilir-H.H) siyaseti, İsrail’in ırkçı millî doktrinini gözlerden gizlemeyi pek güzel başardı.. Aşırı sağcı, faşist ırkçı zihniyete verdikleri destekle dünyayı yavaş yavaş yıkıma süküklüyorlar.. kendi yarattıkları terorizmin kurbanı olacaklar... (Ceyda Karan, Radikal, 7 Ağustos 2006) Varol en insan kardeş! Ben gerçekten seninle gurur duyuyorum, Türkiye’de de böyle yazarlar var diye! Allaha emanet ol!
Lübnanlı Müslümanlar bu yıl Emîr-ul-mü’minîn’in doğum gününü bel büken acılar içinde ve her an ölümü bekleyerek idrak ettiler. Tahrif ettikleri ihâhî kitab’ı, cinayetlerini meşrulaştırmak için propaganda aracı olarak kullanan ve Allah’a değil “üstün ırk” putuna inanan canavarlar, daha önce, “bizim Devletimiz sizin Devletiniz olacaktır, siz de amcaoğlumuz değil misiniz?” diye kandırdıkları Arapları, şimdi Olmert’in dilinden “sivrisinek hükmünde gördüklerini ve bu bataklığı kurutacakları”nı ilân ediyorlar. Bu canavarların bir sıralama listesi olduğunu ve sonunda da şimdiki müttefikleri -sözüm ona- evanjelikleri yer aldığını, maalesef duymayan sağ sultanlar ve duymazlıktan gelenler çok! Ba’de harâbil Beyrut, BM ateşkes ilan ederse, saldırılar karşısında tek dik duran Türkiye, Lübnan’a Mehmetçik gönderirmiş! Mavi borcuk kimdeyse benim gönlüm ondadır!
Yeni Şafak, 9.8.2006
|
Hüseyin HATEMİ
10.08.2006
|
|
|
Ortadoğu’da ne yapmalı? |
New York Times gazetesinin etkili köşe yazarı Thomas Friedman geçen hafta bir yazısında Amerika’nın Irak’ta düştüğü durumu çok iyi özetlemişti: “Buraya demokrasi ebeliği için gelmiş olabiliriz ama şu anda iç savaş dadılığı yapıyoruz.”
ABD’nin Irak’a gerçekten demokrasi ebeliği için gidip gitmediği tartışılabilir. Hiç şüphesiz olan şu: Onca sancıdan sonra ortaya çıkan hilkat garibesinin demokrasiye benzeyen bir tarafı yok. Çirkinliği her geçen gün biraz daha artıyor.
ABD’nin o bahtsız komşumuzda iç savaş dadılığı yaptığı ise açıkca ortada. İç savaşı ve bölünmeyi istemediği söyleniyor ama Sünnilerle Şiiler arasında akan kanın durması için hemen hiçbir şey yapılmıyor.
Peki, ABD son bir aydır Lübnan’da ne yapıyor?
Ne yapacak, erketelik yapıyor. Her türlü taktiği deneyerek İsrail’in amaçlarına ulaşması için çaba gösteriyor. Oyalamaysa oyalama, vetoysa veto, laf oyunuysa laf oyunu...
Bu arada masum siviller ve çocuklar ölmeye devam etmekte...
Olup bitenleri sonuçları açısından değerlendirecek olursak, Gerge W. Bush’un İranlı Ahmedinecad’ın en büyük dostu olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’nın yaptıkları sayesinde İslam âleminin gözünde kahramanlaşan Ahmedinecad, Amerikan seçimlerinde oy verebilse, oyunu mutlaka Bush’a ve Cumhuriyetçilere verirdi!
Ya Amerikan halkı? Amerikan seçmenleri önümüzdeki Kongre seçimlerinde ne yapacak?
Her şey eninde sonunda o noktaya bağlanıyor.
7 Kasım’da sandıktan net ve açık bir ‘ret’ çıkarsa tüm denklem baştan aşağıya değişebilir.
Günümüzün küresel dengesizlikleri tüm dünyayı Amerikan seçmeninin vicdanının tutsağı haline getirmiş durumda. Ne var ki, onun da vicdanıyla mı, cüzdanıyla mı, yoksa korkularıyla mı oy kullanacağı bilinmiyor.
Irak savaşını desteklemiş olan Thomas Friedman, artık yapılacak en akıllıca işin B planını uygulamaya sokmak, yani Irak’tan en az hasarla çıkmak olduğunu yazıyor.
Özellikle demokratların kampanya konuşmalarında bu temanın ısrarla işlendiği ve çok alkış aldığı Amerika’dan gelen haberler arasında. Bu, aynı zamanda bir tehlike sinyali: Kendilerini kandırılmış hisseden seçmenleri etkilemek için Bush yönetiminin ve Ortadoğu’yu bir yangın yerine çevirmiş olan neo-con’ların önümüzdeki günlerde neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Türkiye, bir şans eseri, Irak’ta kötü ebe yamaklığı ve iç savaş dadısı yardımcılığı yapmaktan kurtuldu. Şimdi acele tarafından erketeci asistanlığına soyunmanın mantığı yok. Hele Amerikan seçmenleri bir konuşsun bakalım...
Radikal, 9.8.2006
|
Haluk ŞAHİN
10.08.2006
|
|
|
|