Prof. Dr. İlan Pappe, 1954 doğumlu bir İsrailli. Hayfa Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde politik bilimler hocası.
Aynı zamanda İsrail ve Filistin arasındaki akademik diyaloğu hedefleyen Emil Touma Filistin Çalışmaları Enstitüsü ve Givat Haviva Barış İçin Araştırma Enstitüsü’nün de akademik başkanı. İsrail’deki İsrail ve Siyonizm tarihini farklı bir gözle değerlendiren ‘yeni tarihçiler’ akımının üyelerinden. Öyle ki, ‘İsrail halkının efsanelerle yaşadığı/yaşatıldığı’ şeklindeki eleştirileri ve tarih yorumuyla, İsrailliler tarafından ‘anti-semitik’ olarak bile suçlanabiliyor. Aralarında son kitabı The Making of the Arab-Israeli Conflict, 1948-1951 (1948-1951 Arap İsrail Çatışması, New York, 1992) ve The Israel/Palestine Question (İsrail-Filistin Sorunu, London, 1999) olmak üzere, Filistin meselesiyle ilgili çok sayıda eseri var. Prof. Dr. Pappe ile, İsrail’in Lübnan’a gerçekleştirmekte olduğu son saldırının ışığında, Filistin meselesini konuştuk.
* Her ne kadar İsrailli yetkililer devam etmekte olan operasyonun kaçırılan askerlerin kurtarılması ve Hizbullah’ı silahsızlandırmak için başlatıldığını söylüyorlarsa da, İsrail basını da dahil olmak üzere dünya basınında, ‘İsrail, Amerika’nın da desteği ve onayıyla Ortadoğu’yu yeniden düzenlemeye girişti’ türünden yorumlar yapılıyor, katılıyor musunuz?
Kesinlikle kaçırılan askerler yüzünden başlamadığına dair hemfikirim. O sadece, Amerika’nın desteği ile önceden hazırlanmış saldırı planının hayata geçirilmesi için bir bahane. Askerler rehin alındıktan 40 dakika sonra İsrail jetleri, Amerika’nın da kesin ve gecikmesiz desteğiyle Lübnan’ı bombalamaya başlamıştı, Hizbullah’ı değil. İkincisi, bir süper gücün yapması gerektiği gibi barış yerine çalışacağı yerde, Amerika’nın İsrail’e verdiği kesintisiz destek, ki buna silah ve yakıt desteği de dahil, bu işbirliğinin ne kadar yakın olduğunu ve İsrail operasyonlarının, Amerika’nın doğal kaynaklar ve enerji yatağı olan bu bölgedeki kontrolünü pekiştirmeye yönelik stratejisi için kullanılan ‘terörle savaş’ kılıfına ne kadar iyi hizmet ettiğini de gösteriyor.
* ‘Aynı zamanda İsrail’in uzun vadedeki asıl hedefi Suriye ve İran. Ama onlara sıra gelmeden önce, elini rahatlatmak adına Hizbullah’ı ortadan kaldırması gerekiyor’ içerikli yorumlar da yapılıyor. Olabilir mi? İran ve Suriye’ye saldırabilir mi? olursa, ne olur?
Buna da katılıyorum. İsrail’in kendi iradesini empoze etme yönünde planları var ve bunu Filistin’de yapıyor. 1967’de işgal ettiği toprakların büyük bir kısmını tek başına hareket ederek ilhak etme peşinde. Filistinlilerin istek ve azimlerini imha ederek onları küçük bantusant’larda (Filistinlilerin şu anda yaşadığı üzere küçük izole yerleşim merkezleri) yaşamaya hapsetme derdinde. Bu şablona çıkan iki hareket ve ülke var; Hizbullah ve Hamas, Suriye ve İran. İsrail, şu anki Amerikan yönetimini ve tavrını, Filistin’deki emellerine karşı çıkan politik hareketleri devasa savaş gücüne güvenerek imha etme açısından eşsiz bir fırsat olarak görüyor.
* İsrail’in Lübnan’daki masum siviller üzerine bomba yağdırması ve kayıpların artması, İslam dünyasında olduğu kadar Batı’da da İsrail’e karşı bir öfke seli oluşturmuş durumda. Bu, kendi sınırları ve vatandaşlarını koruma adına her şeyi yapabileceği görüntüsü veren İsrail açısından çelişki yaratmıyor mu?
İsrail bu özel mantığı kendine göre tek bir kelimeyle tanımlıyor; caydırıcılık. İsrail’deki oryantalist establishment, istihbarat camiası ve politikacılar, birbiri ardına gelen hükümetleri bir şeye ikna etmiş durumda; ‘Araplar sadece gücün dilinden anlar. Bundan dolayı özenli bir vahşet ve şiddetli saldırılar, Arap ve İslam dünyasındaki potansiyel İsrail düşmanlarının gözünü korkutacaktır.’ Ama tarih tabiî ki bize bunun tam tersinin olduğunu gösteriyor. Baskıcı ve saldırgan İsrail politikaları Müslüman dünyada daha geniş çaplı bir İsrail düşmanlığı yaratmış, Arap dünyasındaki kini arttırarak, İsrail’in hukuki bir politik kimlik olarak kabul edilmesinin önüne geçmiştir. Daha da ötesi, bu politikalar sokaktaki İsraillinin güvenliğini arttırmıyor, bilakis daha da zayıflatıyor. Ama İsrail hükümeti bunu da, Arap karşıtlığını ve İslam fobisini beslemek için kullanıyor!
* Tüm bu gelişmeler, Siyonizm ile ‘Yahudi olmak’ arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmaya başladı. Bu çakışmayı, İsraillilerin geleceği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü İsrail toplumunda da bu olan bitenden, sertlik yanlısı politikalardan rahatsız olanlar olduğunu biliyoruz. Bunlar ne zaman seslerini yükseltip, ülkeyi daha ılıman ve diyalog, uzlaşma yanlısı bir istikamete sokacak?
Ne yazık ki, hükümet politikalarına itiraz etmeye cesaret edebilen İsraillilerin sayısı çok az. Bu politika, aslında öncelikle, kendisinin Arap dünyasının ortasında yaşadığını kabul etmeyen, sadece onlarla değil tüm İslam dünyasıyla yabancılaşma politikasını sürdüren İsrail gibi bir devlette yaşayan Yahudi halkı için tehlike teşkil ediyor. Aynı zamanda dünyanın dört bir yanına dağılmış, ve sinagoglarını İsrail elçiliği, dinî liderlerini ise İsrail elçisi olarak görme eğiliminde olan Yahudiler açısından da tehlikeli. Özellikle Amerika’da, şu anki politikanın kaçınılmaz başarısızlığının gün yüzüne çıkmasıyla patlak verecek bir politika değişikliğiyle, bu felaket politikasından dolayı ilk suçlanan, İsrail’e verilen bu Yahudi Siyonist desteğin mimarları olacak. Ardından da Yahudiler, tartışmanın günah keçisi olacak.
* ‘Nazilerin yıllar öncesinde Yahudilere yaptığını şimdi İsrail hükümeti Filistinlilere yapıyor.’ gibisinden eleştiriler dile getiriliyor. Bu kıyaslama sizi üzüyor mu? Ne hissediyorsunuz? Bunda gerçeklik payı var mı?
Her ne kadar İsraillilerin Filistinlilere yaptığı korkunç olsa da, henüz bir soykırım değil. Filistinlilerin talihsiz kaderini en isabetli şekilde, ‘İsrail, Nazilerin Yahudilere yaptığını ‘tam olarak aynısını’, yani etnik temizliği, toplu katliamları, mallarının müsadere edilmesini ve işgali, Filistinlilere yapmadığı sürece, her şey mubahtır.’ diyen İsrailli bir gazeteci tanımlamıştı. Soykırım kurbanlarını temsil ettiğini iddia eden bir ülkenin bunları yapması tabiî ki çok kötü ve utanç verici.
* Daha önceki bir demecinizde ‘İsrail, Ortadoğu’da ‘Batılı’ gibi hareket etmeyi bırakmalı ve güvende olmak için çevresine adapte olmalı.’ tespitinde bulunmuştunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Nüfusunun yüzde 20’si Filistinlilerden ve yarısı da Arap Yahudilerinden oluşan İsrail aslında daha iyi bir Ortadoğu kurulmasında önemli rol oynayabilir, daha yapıcı olabilir. Ama bunu, Amerikan çıkarlarının bölgedeki uç beyi olmayı seçerek ya da halkının büyük bir çoğununun İslam ve Arap geleneğiyle olan ilişkisini reddederek yapamaz. Güney Afrika’nın yaptığı gibi, sömürgeci ve kurucu devlet mantalitesini bırakmak zorunda. Ortadoğu’nun sorunlarının ve çözümlerinin parçası olmalı. Ortadoğu’nun ‘baş düşmanı’ olarak hayatiyetini sürdüremez. Bunun bedeli, bir avuç Avrupalı Yahudi seçkinlerinin tamamen Batılı bir toplum yaratma hayalinden vazgeçmesi olacaksa, bu bedel ödenmeli. Böyle gitmez.
* Barış için ne yapılmalı? İsrail’e, Amerika’ya, Arap-İslam dünyasına düşen görevler nedir?
Tüm bu sorunların bamteli olan Filistin meselesi söz konusu olduğu sürece, öncelikle ve her şeyden önemli olan İsrail’in Lübnan, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki işgalini sona erdirmesi. Ardından normalleşme sürecinin bir parçası olarak, 1948’de Filistin halkının yarısını yurtlarından ederek ve yerleşim yerlerini tahrip ederek gerçekleştirdiği etnik temizlik gerçeğiyle cesur bir şekilde yüzleşmeli. İşlediği suçları ve mültecilerin geri dönme hakkını kabul etmeli. Buna karşılık olarak Filistinliler, Arap ve İslam dünyası, Yahudi halkının oluşturduğu İsrail’in Ortadoğu’nun hukuki bir parçası olduğunu kabul etmeli. Benim şahsi kanaatim, her iki halkın da sahibi olacağı tek bir devletin çatışmayı çözeceği şeklinde. Şu aşamada ütopya olabilir. O yüzden, her ne kadar İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklardaki ilhakı ve yerleşiminin boyutları göze alındığında böylesi bir treni kaçırmışız gibi görünse de, önce çift devletli bir çözüm üzerinde çalışabiliriz.
* ‘İsrail halkı, tarihi efsanelerle yaşıyor!’
İsrail Yahudi halkının ana gövdesini besleyen üç ana mit var. Hâlâ büyük bir çoğu, böyle eğitildikleri için, 19. yüzyılın sonlarında bu topraklara geldiklerinde buraların tamamen boş olduğuna inanıyor. Halen bile Filistin’deki Filistinlilerin buraya sonradan geldiği, gereksiz ya da can sıkıcı bir detay olduklarına dair bir duygu var. Onlar doğuştan haklara sahip olan insanlar değil, sadece bir engel. İkinci efsane ise, daha çok 1948’de yaşananlarla ilgili. Birçok İsrailli Yahudi, Filistinlilerin 1948’de bu toprakları gönüllü olarak terk ettiğine inanıyor. 1948’de bir etnik temizlik yaşandığı gerçeğinin farkında değiller ya da farkında olmak istemiyorlar. Üçüncü efsaneyse, ‘İşgal’ ile ilgili. Sadece bir avuç İsrailli bunu işgal olarak isimlendiriyor. Çok azı işgalin sona erdirilmesiyle ilgili Filistin taleplerine kulak veriyor. Aynı zamanda İsrailli Yahudilerin çoğu, Filistinlilerin verdiği savaşı, özgürlük ya da işgale karşı verilen bir savaş olarak değil, Arapların ya da Müslümanların İsrail devletini ortadan kaldırmak için verdiği bir savaşın parçası olarak görüyor.
Zaman, 5 Ağustos 2006
|
İran eski İçişleri Bakanı Muhteşemi, “Hizbullah’ın elindeki füzeler İsrail’in her yerini vurabilir.” diyor. 3 Ağustos akşamı El Menar televizyonunda konuşması yayınlanan Hasan Nasrallah da şunları diyordu: “Savaş askerler arasında ve savaş meydanlarında olur. Asker askerle savaşmalı. İsrail öyle yapmıyor. Masum sivilleri öldürüyor. Bilmeli ki Beyrut’u vurmaya devam ederse biz de Tel Aviv’i vuracağız.”
Hizbullah’ın elindeki füzelerin sınırlı tahrip gücü var, ancak psikolojik etkileri çok büyük. İsrail, dünyanın en büyük savaş makinelerinden birine sahip; az zayiatla binlerce insan öldürmeye alışmış. Üstünlüğünü hava gücünden ve çok gelişmiş silahlardan alıyor. Ama kara savaşında, göğüs göğüse çarpışmalarda çok başarısız. Birkaç kayıp verdi mi bir anda demoralize oluyor. Savaşın başladığı ilk günden beri nüfusunun üçte biri sığınaklarda yaşıyor. Hizbullah ise henüz ‘tam hedefi tutturarak’ yerleşim birimlerine füze atmış değil. BM Gözlemcisi Timur Göksel, Hizbullah’ın bilerek ufak sapmalar -mesela 2 mm- yapıp füze fırlattığını ve füzelerin İsrail’in yerleşim birimlerinin dış bölgelerine düştüğünü söylüyor. Bunun iki sebebi var: İlki, Hizbullah biliyor ki, İsrail çok daha acımasız bir karşılık verir, Lübnan’da bugün ölenlerin birkaç katı sivil ölür; ikincisi sivil öldürmek şık değil, savaşı haklı ve adil olmaktan çıkarır, ahlaki zeminini aşındırır. İslamiyet, kesin bir dille masum sivillerin öldürülmesini yasaklamıştır. Hizbullah, İslamiyet’in çizdiği hudutları ne kadar zorlayabilir, bunun tereddüdü içinde. Burada oturduğum yerden ve her Allah’ın günü onlarca masum kadın ve çocuk ölürken, Hizbullah’a akıl verecek değilim. Ama kendi hesabıma şunu söylerim: Eğer zorlanır da Hizbullah İsrail’in sivil yerleşim birimlerine füze atar ve orada masum çocuklar ölürse çok üzülürüm. “Bir topluluğa olan düşmanlığımız bizi haddi aşmaya sürüklememeli.” Hizbullah bunun büyük sıkıntısı içinde, İslam bilginleri arasında da bu konudaki tartışma sürüyor. Bu çerçevede modern Batı’nın kayıtsız şartsız destek verdiği ve kendi deyimiyle bölgede modern Batı’nın değerlerini temsil ettiğini iddia eden İsrail mi ahlakî ve medenî davranıyor, yoksa Hizbullah ve Müslümanlar mı? Bu sualin cevabını vicdan sahiplerine bırakıyoruz.
Dahası, henüz tam olarak araştırmasını yapamadığımız bir haber var ki, son derece önemli. Medyada yer alan haberlere göre, Batı Şeria’da bulunan İsrail Hahamlar Şûrası, “Tevrat’ın savaş sırasında kadınların ve çocukların öldürülebileceği”ni söylediğini iddia ederek İsrail ordusundan Filistin ve Lübnan’da sivillere yönelik saldırılarını artırmasını istedi. Haber, İylaf Haber sitesine dayanılarak verilmiş, konuyla ilgili yazılı fetvanın İsrail’de yayın yapan yedi televizyon kanalından da yayınlandığı belirtiliyor. Hahamlar Şûrası’nın söz konusu fetvasında “Tevrat, savaş sırasında kadınların ve çocukların öldürülmesini caiz görmektedir, Gazze’de ve Lübnan’da kadınlara ve çocuklara acıyanlar, İsrail’deki kadınlara ve çocuklara vahşi bir gözle bakıyor demektir.” ifadesine yer veriliyor. Ben açıkça bu habere hâlâ kuşku ile bakıyorum ve eğer Musevi cemaatinden bu yönde bilgilendirici veya tashih edici bir açıklama gelirse çok memnun olacağımı belirtmek istiyorum. Çünkü nasıl İslamiyet’e bir iftira atıldığı veya haksızlık yapıldığı zaman üzülüyorsam, aynı şekilde samimi bir Yahudi’nin de dinine iftira atıldığı veya dinî bir hüküm yanlış anlatıldığı zaman üzüleceğini biliyorum. Bana yapılmasını istemediğim bir şey başkasına da yapılsın istemem.
Modern, örgütlü ve resmî haydutluğun klasik olandan ayırt edici vasıflarının ortaya konması lazım. Merkezi New York’ta olan İnsan Hakları İzleme Komitesi, “İsrail’in sivil hedefleri bilerek vurduğu yönünde kuvvetli belirtiler var.” diyor. Ama elbette mesele bundan ibaret değil. İsrail, bundan 10 sene önce Kana’da yine benzer bir katliam yapmış ve tamamı çocuk, kadın ve sivillerden müteşekkil 109 masum insanı öldürmüştü. İsrail, 1948 yılından bu yana tam 180 katliam gerçekleştirmiş bulunuyor. Kimse İsrail’e hesap sormuyor. Katliam da yapsa, savaş suçu da işlese ABD ve İngiltere ile bu iki gücün tebaası durumunda olan Avrupa ülkeleri tam destek veriyor. Her insanın vicdanını isyan ettirecek bir rakam daha verip yazıyı noktalayalım: Bugüne kadar ABD, İsrail için Güvenlik Konseyi’nde alınmış bulunan 48 kararı veto etti. İsrail, 242 No’lu karar dahil olmak üzere Konsey’in hakkında aldığı hiçbir karara uymuş değil, BM’yi takmadığını da açıkça söylüyor.
Zaman, 5 Ağustos 2006
|
Emekli bir korgeneral açıkladı ki, 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da görev yaparken yargıçları, devlet memurlarını eğitmek amacıyla evlerinin yakınında birkaç bomba patlatmış...
“Ne var bunda?” diyor, halen MHP’de Merkez Yürütme Kurulu üyesi olan emekli paşa, “Bir iki kritik noktaya bomba attırdım. Boş yerlerdi. Meselem mesaj vermekti.”
Bombalı eğitim!
Kimi eğitmek için? Devletin memurunu, yargıcını eğitmek için gece vakti bomba atmak...
Akıl alır gibi değil.
Gülünebilir de, ağlanabilir de.
Tabii hemen akla geliyor:
Hukuk bunun neresinde?
Tabii hemen akla geliyor:
Şemdinli’de patlayan bombalar...
Tabii hemen akla geliyor:
Susurluk!
Paşa’nın, yargıçları eğitim amaçlı patlattığı bombalar o kadar çok şey çağrıştırıyor ki. Ama tümünde ortak bir nokta var:
Devlet ve hukuk!
Ya da hukuksuzluk...
Hukuku bu ülkede devletin ayrılmaz bir parçası haline getirmek hâlâ en önemli bir sorun olarak gündemdeki yerini koruyor. Paşamızın zihniyeti bunun çarpıcı bir göstergesi.
Çünkü devlet, bir nokta geliyor, kendini hukukla bağlı saymıyor.
Hukuk kurallarını boşluyor.
Ve bu boşlukta Susurluk doğabiliyor. Şemdinli doğabiliyor. Yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler doğuyor. İşkencehaneler doğuyor. Devlet gücünü kendine dayanak yapan suç örgütleri doğuyor.
Güneydoğu’da çok önemli bir askeri birliğin komutanlığını yapan bir korgeneral, kendini bu rahatlıkla hukukun dışında görebilmişse, yargıca bombalı eğitim ile ilgili olarak daha hâlâ “Ne var bunda?” diyebiliyorsa, hatta bu yaptığını bir övünme meselesi yapabiliyorsa, gerisini şöyle bir düşünün.
Biliyorum, ne zaman devlet ve hukuk konusu gündeme gelse, kimileri, “Devletin ağzı süt kokmaz!” der. Terör ve şiddetle mücadelede hukuk dışılığı savunanlar her zaman vardır.
Susurluk skandalının üzerine bir sır perdesi çekilirken, faili meçhul cinayetler savunulurken, Şemdinli gerekçelenirken, hep o aynı mantık sırıtmıştır devletin zirvelerinde:
Devletin ağzı süt kokmaz!
Demokrasi ve hukuka bundan daha aykırı bir mantık olamaz. Eğer Türkiye’de hukuku ayaklarının üstüne oturtacaksak, demokratik hukuk devletini tüm kural ve kurumlarıyla işler hale getireceksek, başka çaremiz yok, devleti hukuk kurallarıyla bağlamamız şart. Devletin içine hem hukuku, hem demokrasiyi getirmemiz şart.
Yoksa yazık olur!
Yargıcını bombayla eğitmeyi düşünen zihniyeti devlet içinde silmeden, modern devletten, demokratik devletten, çağdaş yaşamdan, uygarlıktan söz edebilir miyiz?
Ayıp ayıp!
Milliyet, 5 Ağustos 2006
|