“Emirler” ile “şartlar” arasında
Soru şu: “Acaba şartlara göre mi emirleri uygulayacağız, yoksa emirlere göre mi şartları değiştireceğiz?” Bu soru her gün karşımıza çıkıyor aslında. Bir şekilde tavırlarımız, seçimlerimiz bu soruya cevabımız oluveriyor. Dinî bir hayatla asrın şartları arasında hemen hemen her defasında bir seçim yapmaya zorlanıyoruz.
Aslında ilk bakışta ilk şık, pek de akıllı bir seçim gibi gelmiyor. Eğer din, sizin için ön planda ise, elbette emr-i İlâhî sizin için önem sıralamasında üste çıkacaktır. Gelin görün ki, işin aslı pek de öyle olmuyor. Hatta önem sıralaması değişmediği halde sonuç da değişmiyor. Nitekim yaşadığım şu zaman diliminde pek çok dindar insan şartların boyunduruğu altına girmeyi—kendince haklı sebepler de öne sürerek—kabulleniyor. Burada bu insanların dindarlığından, hele imanından şüphe etmeyi de yanlış görüyorum ve kimsenin böyle bir eleştiride bulunma hakkı olmadığını belirtmek istiyorum.
Bu noktada şartları emirlere göre değiştirmeyi üstün buluyorsam da bunun da ucu açık bir şekilde bırakılmasını yanlış buluyorum. Yani şartları her hal ve şartta değiştirmek gibi sevimsiz ve kesinlikle adalet-i mahzâ bağlamında bir düzleme oturmayan yaklaşımları da doğru bulmuyorum. Oysa pek çok insan böyle bir düşünce sapmasına gidebiliyor.
Bunun sonucunda İslâm ve terör gibi asla bir arada kullanılamayacak kavramlar hakkında dil dökmek zorunda kalıyoruz. İşin eylem tarafında ise; şartları değiştirmek uğruna emirler yine çiğneniyor. Daha da karmaşığı ve vahimi, zihinlerde İslâmın aslında hoş gördüğü ve hatta emrettiği bir çok şey, değiştirilmesi gereken bu şartlar içinde bulunduğu için hoş görülmüyor. Kötü olanın iyi bir parçası varsa da kötü olanın değiştirilmesi uğruna iyi şeyler kurban ediliyor.
Zaten pek çok tecrübe göstermiştir ki şartlar da değişmiyor. Biraz daha iyimser olsak bile, yani şartlar değişse bile oluşan yeni şartların da tam mânâsıyla İslâmî olmadığı gibi tuhaf bir sonuçla karşılaşılıyor. Sonuçta her iki halde tâ en baştaki soruya verdiğiniz cevap istenilen cevap olamıyor. Neticeye varamıyor.
Öyleyse ne yapmalı?
Bu noktada kendi sorduğum bu sorunun tuzak bir soru olduğunu kabul etmem gerekiyor. Çünkü soru bize iki seçenek sunuyor. Daha sevimsiz ama daha doğru bir ifade kullanırsak soru bize iki seçenek dayatıyor. “Ya o, ya bu” diyor, bize bir üçüncü seçenek bırakmıyor. Aslında ilk bakışta bu iki şıkkın haricinde bir durum da söz konusu değilmiş gözüküyor. Öyle ya, herhalde şartları beğenmiyorsanız ya değiştireceksiniz, ya da onlara uymak zorunda kalacaksınız.
Tam da bu çıkmaza girildiğinde karşıma müthiş bir ifade çıkıyor. Ve bu ifadede en baştaki sorunun tuzağına düşmemiş bir insanın ruh hali kendini hissettiriyor. Adeta her okuyuşumda bir haykırışı seslendirircesine gür bir biçimde zihnime giriyor kelimeler… Sanki bir meydan okuma var bu ifadelerde, ayrıca “oyuna gelmedim” diyebilmenin hazzı da var…
“Reddetmiyoruz, kabul de etmiyoruz, ama amel de etmiyoruz!”
Evet, ifade pek sade ama çok kuvvetli. Az kelimeden oluşmuş ama çok şeye cevap oluyor. Bizim en baştaki soruna bu ifade bağlamında cevap verebilmemiz mümkün. İşte bu ifade çünkü, bir üçüncü şıkkın varlığını gösteriyor. Ve bu üçüncü şıkkı uygulamanın diğer iki şıktaki tehlikeleri bertaraf ettiğini de gösteriyor. Biraz daha net ifade edelim:
Sorudaki şartları değiştirmek şartları reddetmek anlamına geliyor. Reddediyorsanız o zaman yerine daha iyi bir alternatifiniz var demektir. Oysa halin böyle olmadığı, olsa bile uygulanabilir olmadığı yukarıda da yazıldığı üzere maalesef tecrübeyle sabittir. Bunun dışında “reddetmek” gerek eylem olarak gerek kelime olarak oldukça keskindir. Yani birilerinin, bir şeylerin kırılması, hebâ edilmesi gerekmektedir. Daha değişik bir ifadeyle başta söylendiği gibi, kötü olan bir şeyi reddetmek, içindeki iyilikleri görmezden gelmeyi onları da reddetmeyi gerektirir. Dolayısıyla biz reddetmiyoruz.
Ama kabul de etmiyoruz. Çünkü beğenmediğiniz bir şeyi kabul ettiğiniz anda aslında beğendiğiniz şeylere deyim yerindeyse hakaret ediyorsunuz. Taviz veriyorsunuz. Kendinizi kendiniz değersiz bir hale getiriyorsunuz. Beğenmediğiniz şeylerin güdümünde bir tarz ile rahat ve huzurlu da olamıyorsunuz haliyle. Bir de beğendiğiniz şeyler aynı zamanda inandığınız şeylerse huzursuzluğunuz katlanıyor. Hadiselere kimlikli bir yaklaşım geliştirme şansınızı kaybediyorsunuz. Kısacası siz, siz olamıyorsunuz! Öyleyse kabul de etmiyoruz.
Açıklanması gereken son kısma geldik. Şimdi reddetmedik, kabul de etmedik, peki ne yapacağız? “Amel de etmiyoruz”. Yani biz kendi doğrularımızı sizi reddetmeden yaşamaya devam ediyoruz. Sizin gösterdiğiniz amelleri yapmıyoruz çünkü onlar bize caiz değil! İşin en zor kısmı bedelini de bu dünyada biz ödüyoruz. Hapis ise haksız yere de olsa giriyoruz. Sokrates’in karısına verdiği bilgece cevabı biz halimizle yaşıyoruz. Halimizle “haklı yere hapse girsek daha mı iyi olurdu” diyoruz. Üç beş kişi kalsak da, üç beş kuruşa kalsak da biz bu haysiyetli duruşu terk etmiyoruz. Belki duruyoruz ama dururken bile gönüller fethediyoruz. Ve sonuçta kendi değerlerimizden taviz vermeden yıpranmadan aşınmadan bu çizgide gidiyoruz. İyi yanlarınıza iyi, kötü yanlarınıza kötü deme hakkımızı her zaman saklı tutuyoruz. Ve kimseyi kurban etmiyoruz, kimseye dert yanmıyoruz ama Allah’tan gayrı kimseden de korkmuyoruz. Çünkü amelimizi sadece rıza-ı İlahî için yapıyoruz. Dolayısıyla sizin amellerinizle amel de etmiyoruz!
Kısacası şartları değiştirmeden de emirleri uyguluyoruz.
Anlam olarak Bediüzzaman’a ait olan ifade*, bize o kadar güzel bir ölçü gösteriyor ki. Ve onu sevenlerin takip ettiği, adına “Müsbet hareket” denilen sosyal hareket tarzını o kadar kısa ve öz bir biçimde bir temele dayandırıyor ki...
Ve görülen o ki, sadece onu sevenlerin değil bütün inananların ve insanların bu ifadeleri rehber edinebilmeleri herkese çok şey kazandıracaktır. Baştaki sorunun tuzağından da hepimizi kurtaracaktır.
* Kastamonu Lâhikası’nın son mektubunda saff-ı evvellerden merhum Âtıf Ağabeyle ilgili bahsin Hâşiyesi’ne bakılabilir. Yine 13. ve 14. Şuâlarda mahkemeye karşı yapılan savunmalarda da benzer ifadeler yer almaktadır.
|
Ahmet Tahir UÇKUN
06.08.2006
|
|
Temmuz’un ardından yürüyoruz...
İbrahim Sadri, Yaz Bitti adlı şiirinde, “Güneşi avuçlarımıza bırakan / Bir Temmuz’un ardından / Yürüyüp gitmeliyim” derken, biz de Temmuz’da ara verdiğimiz yazılarımıza tekrardan başlayarak bildiğimiz yolda yürüyüp gidiyoruz. Temmuz’da güneş avuçlarımızda değildi belki; ama biz tam güneşin kavurucu kucağındaydık. Samyeli’nin getirdiği kavurucu çöl sıcaklarının etkisi altında, buharlaşmanın had safhada olduğu Güneydoğu’da deyim yerindeyse Yunus Emre’nin, “Hamdım, yandım, piştim elhamdülillah” sözlerini benliğimizde hissettiğimiz bir süreç yaşadık.
Güneydoğu’yu anlatmak, tarihî dokusundan doya doya bahsetmek şüphesiz bu yazının konusu olamaz. Olsa olsa, başka yazıların konusu olabilir. Bu yüzden tarihî değerini başka yazıda anlatma ve sadece insanî ilişkileri dile getirmenin daha yerinde olacağı kanısındayım.
Bir ara, “Anadolu Hatırası” başlıklı yazımda Orta Anadolu insanından hareketle Anadolu insanına bakışımın ne kadar doğru olduğunu, Güneydoğu Anadolu’yu gezişimde daha iyi anladım. Anadolu insanının ilk etaptaki mesafeli duruşunun burada da var olduğunu gördüm. Benimsedikten sonra, hiçbir zaman kötülük etmeyeceğini de gözledim. Yalnız burada epey kaldığımdan, her ne kadar yavaş yavaş etkisini eskiye göre yitirse de, aşiret bağlarının hâlâ bir çember gibi aklı engelleyebildiğini de gördüm. Bilmiyorum, buna Batı ve Doğu arasındaki fark mı, yoksa şehirleşememenin bir yansıması mı diyelim? Bana kalırsa, şehirleşememenin yansımasıdır.
Kim ne derse desin, gördüğüm kadarıyla burada özel hayat diye bir şey yok. Aile büyüklerinin, en azından aile çoğunluğunun yapmak istediği faaliyeti reddedemezsiniz. Meselâ kullanılmasını istemediğiniz bir eşyanızı başkalarından esirgeyemezsiniz. Söz gelimi, o güzelim okul yıllarında öğretmenlerimizin, “Sakın kimsenin özel eşyasını izinsiz almayın. Bir kimse özel eşyasını size vermeyebilir. Bunu hoş görmelisiniz” öğüdünün askıda olacağını aklınızdan çıkarmayın. Bu, olumsuz da olumlu da görülebilir. Ancak demek istediğim, eğer zihinler şehirleşememiş, sadece yapılar şehirleşmişse; buradaki mantıksal gerçeğin geçersiz sayılabilecek olmasıdır.
Burada akraba ilişkileri her meseleden önce gelir. Hatta dünyanın yanıp yakılmasından da… İlk çatışma noktası da akraba ilişkileridir. Doğu hâlâ geniş ailenin genelliğinden çekirdek ailenin özelliğine geçme sancıları yaşıyor desek, yeridir. Özellikle bir şekilde bulunduğu muhitin dışına çıkmış evlâtlarla ebeveynler arasındaki çatışma en belirgin olanı. Meselâ baba evlâdının kendi ayakları üzerinde durmasını isterken, aynı zamanda kendisine bağımlı olmasını da istemektedir. Attığı adımı, gerçekleştirmek istediklerini sorgulamakta beis görmez. Evlâtsa bu ikilem arasında çatışmayı gerçekleştirmekte gecikmez. Bütün bunları üst üste koyduğumuzda, Batının bu çatışmayı aştığını; ancak Doğununsa hâlâ aşamadığını görmekteyiz. Diyorum ki, bundan yaklaşık doksan beş yıl önce Bediüzzaman’ın Münâzarât adlı eserinde ifade ettiği gerçekler ve hastalıklar hâlâ etkisini hissettirmektedir. “Cehalet ağanın, inat efendinin…” şeklinde ifadesini bulan heyula, bugün de kol gezmektedir.
Biliyorum, karamsar bir tablo gibi gözüküyor anlattıklarım. Ancak bu sosyal gerçekliğin yanında, yardımlaşma, imdada yetişme, dürüstlük, hatır-gönül ilişkilerinin de çoğu bölgeleri imrendirecek tarzda çok kuvvetli olduğunu da ifade etmeliyim. Hâsılı, Güneydoğu her şeyiyle bir muamma. Kurcaladıkça, ardından başka bir kapının açıldığı kırk kapılı bir han gibi. Öyle bir han ki, yapısı ve insan ilişkileri açısından tam bir mozaik… Bu mozaiği anlatacağım başka bir yazıda görüşmek üzere…
|
Hatip FİDAN
06.08.2006
|
|
Bir baba salındı toprağın kucağına
(Vefat eden babam Ali Şahin’in hatırasına...)
Fesleğen yaprakları hoyratça koparıldı; sıyrıldı dallarından. Ve bir çok el, yağmur gibi yağdırdı koparılmış yemyeşil yaprakları, toprakla hemdem olmaya hazır beyaz örtüsüyle meyyitin heryerine. Toprak ıpıslaktı. Gök kendi grisinde mahzun. Bir baba salınmıştı toprağın kucağına.
Ötelerde bir çocuk; kız çocuğu... Gözleri koca altı yıl acının tek rengiyle bakan anne şaşkın. Alışılmış gibi görünen her şey, toprağın kucağına verilen babanın, yarım varlığının sona erişine alışılmayacağını fısıldıyor... Onlarca erkek elinden o güzel babaya yağdırılan toprak, alelacele olmayan bir vuslat anını bekler gibi... Ama eller acil salınımlarla çalışıyor işte; veda kısa sürsün diye. Upuzun sürecek diğer vedalar o güzel çocukların ve annenin tüm tanyerlerinde duracak, tazelenecek her vakitte. Nefesleri sürdüğü sürece...
Ölüm; güzel bir anne olan aynı zamanda kız çocuklarının başı olan bir ablanın söylenememiş sözleridir...
Ölüm; dimdik durayım derken içinde tarifsiz sıkıntılarını barındıran bir evlâdın ağlayamayışıdır...
Ölüm; küçük bir kız çocuğunun üşümüş ayaklarını ısıtan ellerin toprağa gömülüşüdür...
Ölüm; gençliğinin baharında genç bir çocuğun baba özlemine denk düşüşüdür...
Ölüm; ‘’Çocuklarım, benim çocuklarım’’ diyen bir sesin susuşudur...
Hiç ummadığı anda babasız kalan beş çocuğun, beşi bir yerde yüreğin acısını toplayan bir annenin feryadıdır...
Ölüm bağ çubuklarının boynunu bükmesidir...
Ölüm; hiç bilmediğin, daha evvel hiç görmediğin bir-bir buçuk metrekarelik toprağı evinmiş gibi kabullenişindir...
Ve ölüm; yıllar boyu özlem çekmiş, her özlemi saçından onlarca teli ağartmış bir adamın en büyük özlemi tadışıdır...
Ölüm bir ayrılış vaktidir sevdiklerinden... Ölüm kır çiçekleri toplamış kırk yaşındaki bir erkeğin babasızlığıdır, babam diye ağlayan bir babanın dökülen damlalarıdır...
Ölüm, bir eşin yıllar süren acısının tek halde durmuşluğudur... Ölüm bir dostu, arkadaşı, sevgiliyi, canı, cananı kaybediştir, her tarafı acı kokan hastahanede...
...O herkesin içinde ve dilinde olan kusursuz mesajın dilden dile, gönülden gönüle konan sesi, diğer ölülerin gelmişlerinde/geçmişlerinde dirilen heryerinde yankılanırken, yeşilin her tonu sessizce çağırıyordu insanı... Gün yeniden doğacak... Her bahar, her kıştan sonra yine gelecek diyerek... Bir tohumla yeniden doğan tüm yeşil varlıklar yeniden dirilmeyi anlatıyorlar işte. O din gününde saf ve duru olmak için seslenen tüm her şey, sonsuz ömrün kısa durağında uyarıyorlar işte... Yeşil defne yapraklarının toprağın kucağında kalan yeşilliğine bakarak... Bir yolcunun bir ağaç altındaki dinlenmesi gibi anılan dünya hayatı bu kadar kısadır işte... Ne kadar uzun olursa olsun. ‘Dönüş yalnız O’nadır’’ diyen âyetin ruhlarda bıraktığı kesin çizgiye itimat edenler için, kısacıktır gelecekte şimdiki ömür. ‘Gideceğin yere hazır ol’’ diyerek, içlerde kıpırdayan sese kulak vermek gerek!..
Gecikmeksizin... Fesleğen yapraklarıyla uğurlanacağın güne dek dik dur... İyi ol... İyi yaşa... Üç kez ‘’Helâl edin’’ diyen sese, üç kez ‘’Helâl olsun’’ diyenlerin çokça olması için...
|
Nurcan AKÇA
06.08.2006
|