Devletçilik kavramı genellikle ekonomi bağlamında algılanır. Buna göre örneğin tek parti yıllarında yabancı sermayeye karşı ‘millî’ bir duruşun sergilendiği varsayılır.
Ne var ki ‘karma ekonomi’ adı altındaki devletçi uygulamalara dışarıdan çok uğraşılmasına rağmen sermaye çekilemeyince mecburen yönelinmiştir. Dolayısıyla devletçilik gerçekte tamamen siyasi bir ‘ilkeyi’ ima eder... Devletin toplum karşısında ontolojik olarak öncelikli olduğunu, devlet çıkarlarının ‘milli’ olanı doğrudan belirlediğini, devletin toplumsal denetim ve bilginin dışında duran ‘kurtarılmış’ bir alan olduğunu söyler... Toplum ise içeriği hiçbir zaman tam olarak bilinemeyen ve kavranamayan ‘milli çıkarlar’ karşısında edilgen ve çaresizdir. Toplum için iyi olanın toplum tarafından bilinemeyeceği varsayımına dayalı bu otoriter yaklaşım, siyaseti de devletin iç alanı haline getirir. Çünkü gerçek kararlar ancak devlet bilgisi ile alınabilmekte ve sivillerin söz konusu bilgiye ulaşmaları pek kolay olmamaktadır. Böylece toplumsal siyaset anlamsızlaşırken, ülkeyi ilgilendiren önemli kararların tümü bize söylenme gereği duyulmadan alınabilir. Burada kritik mesele, söz konusu kararları alan insanların toplum tarafından meşru bulunmalarıdır ve nitekim resmi ideoloji denen şeyin ana işlevlerinden biri de budur...
Türkiye’de resmî ideoloji sürekli iç ve dış tehdit altında bir ülke resmeder. Öyle ki her bilgi stratejik olabileceği gibi, hangi bilginin stratejik önemde olduğunu da sadece devletin içindekiler bilebilir. Bu nedenle de toplum devletin bilgisi üzerinden karar üretenlere muhtaçtır... Bu kişi ve kurumların bir tür rehber, bir tür doğal lider olarak kabullenilmesi ise devletçiliğin sürmesi açısından hayatidir. Enformasyon çağının ve küreselleşmenin bu düzeneği epeyce hırpaladığı doğru olsa da, Türkiye bu anlayıştan kolay vazgeçeceğe benzemiyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi adını taşıyan ve çeşitli bölümleri çeşitli vesilelerle medyaya yansıyan kitapçığın ‘yüksek gizlilik derecesi’ nedeniyle Danıştay’a gönderilmemesi bu direncin son örneğiydi... Her fırsatta tekrarlanan basmakalıp niyet beyanları ve öncelikler dışında pek bir şey barındırmadığı izlenimi yaratan Belge, gerçekte toplumu tartışma dışında tutmanın aracı olarak işlevselleşmiş durumda. Hele bu Belge’ye dayandığı söylenen ‘kırmızı çizgilerin’ ne denli gerçekçilikten uzak olduğunu defalarca yaşadıktan sonra...
Başbakanlık Belge’yi yargıya göndermeme gerekçesi olarak ‘devletin güvenliğini’ göstermiş. Ne var ki devletin güvenliği ile toplumun güvenliği arasında ‘kendiliğinden’ bir bağlantı bulunduğunu günümüzde artık hiçbir topluma kabul ettiremezsiniz. Bilgiye ulaşamayan ve bilgi sahibini denetleyemeyen bir toplumun, devletinin peşinden gitmesi giderek zorlaşıyor. Bu açıdan bakıldığında, suçüstü durumunda bile yakalansa bir askerin veya orduda görevli sivilin emniyet tarafından gözaltına alınamayacağına ilişkin genelge daha da ‘anlam’ kazanmakta... Sadece hükmî şahsiyet olarak devletin ve ordunun değil, bizzat o korunmuş alanın içindeki kişilerin bile toplumsal ‘göz’ün dışına çekilmesini ifade eden bu uygulama, Türkiye’de devletçiliğin gerçek yüzüne ışık tutuyor. Çünkü devletçilik devleti toplumun dışına çekerken, devletin içindekileri de imtiyazlı yurttaşlar haline getirmekte.
Öyle görünüyor ki devletin bir ‘kurtarılmış alan’ olarak yeniden üretilebilmesi, bugün toplumsal değişimin ve tercihlerin önündeki en büyük engel. Çünkü devletçilik, siyasetin müsaderesini ifade ettiği ölçüde toplumun da rehin alınması demek. Günümüzde bu ‘ilke’nin sürdürülmesinin ise tek bir sonucu var: Devlete olan güvensizliğin artması... Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin öncelikle bu gerçeği zikretmesi iyi olur...
Zaman, 4 Ağustos 2006
|