Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Allah her konuşanın yanındadır. Öyle ise kul, Allah’tan korksun ve ne söylediğine iyi baksın.
Câmiü's-Sağîr, No: 1002 |
01.02.2010 |
Kardan mamul beyaz elbiseler... Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Suâl: “Gökteki dağlardan Allah dolu taneleri indirir” (Nur Sûresi, 24:43) âyet-i kerimesinin zâhirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır? Elcevap: Bir kelâmın belâgate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mânâ-yı zâhirîsine yapışıp, mânâ-yı zahirinden ayrılmaması, o kelâm için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında “Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar” (İnsan Sûresi, 76:16.) cümlesi, bir istiare-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi “İçinde dolu bulunan dağlardan...” cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mânâ-yı zahirisine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara “gümüşten yapılmış şişeler” denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak “Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar” (İnsan Sûresi, 76:16.) cümlesinden, mânâ-yı mecazi ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani “O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.” Kezâlik, “İçinde dolu bulunan dağlardan...” cümlesi de, iki istiâreyi tazammun etmiş. Bu istiâreler sâmiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde âlem-i süfli ile âlem-i ulvî arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülâhaza etmeye mebnîdir. Yani, âlem-i süfli denilen arz, mevâsim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; âlem-i ulvî olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, adeta her iki âlem birbirine rekabet ederler. Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki: Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlâhiyenin mu'cizelerini hikmet-i İlâhiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlâhiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. İşte bu iki âlem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üslûplar, nazar-ı belâğatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, âlem-i ulvî ile âlem-i süflî arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binâen, “Gökteki dağlardan Allah dolu taneleri indirir” (Nur Sûresi, 24:43.) âyet-i kerimesinin mânâ-yı beliganesi, “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzâl ediyoruz” demektir.
İşârâtü’l-İ’câz, s. 128
LÜGATÇE:
arz: Yeryüzü. müsabaka: Yarışma. ziynet: Süs. nüzul: İnmek, iniş. müteşekkil: Meydana gelen, şekillenen. belâgat: Hitap ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakîkatlı söz söyleme san'atı, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek. mânâ-yı zâhirî: Zâhir, açık mânâ. cümudiyet: Cansızlık, donukluk, katılık, sertlik. istiare-i bediiye: Daha önce eşine, benzerine rastlanmamış şekilde bir kelime veya cümleyi asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanma san'atı. tazammun: İhtiva etme, içine alma. haml: Yükleme, yüklenme, yükletme. sâmi: İşiten, duyan, dinleyen. |
01.02.2010 |
VELİNİMETLERİMİZ
İnsanoğlu yaratılıştan sahip olduğu fıtrî meyli sebebiyle, bir arada yaşamaya mecbur olur. Her işimizde olduğu gibi, sosyal hayatımızda da rehberimiz olan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Hakim’de, “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurat Sûresi 13) buyrularak, sosyal hayatın gerekliliği ve bunun hikmetlerine işaret edilmiştir. Atalarımız, “Altın kaplı gümüş, eşikliye muhtaçtır” özsözüyle, insanların birbirlerine olan ihtiyacının insan hayatının “olmazsa olmaz” şartlarından birisi ve en önemlisi olduğunu vurgulamıştır. Tabiî ki insanlığın yaratılıştan sahip olduğu topluluk bilinci aile, millet ve insanlık âlemi şeklinde şubelere ayrılmıştır. Biz, bugünkü yazımızda bu şubelerden, keyfiyet ve kıymetçe en ehemmiyetli şube olan aile müessesesi ve hususan bu müessesenin, bir cihette temel direkleri olan, velinimetlerimiz, şefkat timsâli analarımız ve fedakârlık timsâli babalarımızdan söz edeceğiz. Analar, Anadolu’ya bile isim olan analarımız. Karşılıksız sevginin, candanlığın, şefkat ve merhamet abidesi, Rabbimizin en kıymetli emaneti olan varlıklarımız. Kültürümüze, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”, “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” sözleriyle tat katan, göz nurlarımız analarımız. Başımızın tacı, gönlümüzün ilâcı, dert ortağımız, halden anlayanımız kısacası her şeyimiz analarımız ve dahi babalarımız. Sosyal çöküntülerin ve huzursuzluğun hat safhaya ulaştığı günümüzde, ferdî ve sosyal hayatta “ideal insan, ideal aile ve ideal toplum” anlayışlarını doğru ve en yüksek seviyede eserlerinde seslendiren Büyük Kur’ân Müfessiri Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı’nın birçok yerinde, hususan Hanımlar Rehberi’nde aileyi, toplumun korunması en elzem temeli ve en muhkem bir kalesi sayar. Hatta onu insanlığın ebediyen mesut olacağı va’d-i İlâhî olan cennete teşbih ederek, “Herkesin hanesi küçük bir cennetidir” der. Kur’ân medeniyetinin cennete teşbih ederek yücelttiği aile müessesesini, Batı medeniyeti tahrip ederek, aileden başlayarak, bir sârî hastalık gibi, toplumu esir alan yozlaşmanın yegâne müsebbibi olmuştur. Tabiî ki bu yozlaşmadan milletimizin aile yapısı ve çocuklarımız da kötü nasibini almıştır. Türkiye’nin 1950’li yılları öncesinde Avrupa’nın dans ve diğer sefahat ve levhiyâtını ülkemize getirip milleti dinden uzaklaştırıp, zorla millete dayattırarak gençliğin ahlâkını tahrip edenlerin, tahribat levhaları bütün canlılığıyla tarihin kara sayfalarında yer almakta ve Ebedî Hesap Günündeki finalini beklemektedir. Bu ahlâkî çöküş sebepleriyle bugün analar ağlamakta, babalar feryat etmektedir. Toplumu meydana getiren ailelerdeki ana ve babaların çoğu evlâtlarından bîzârdır. Islâhı için duâ etmekten başka da çaresi kalmamıştır. Aile müessesesini bütün ihtişamıyla yücelten Yüce Kitabımız İsra Sûresi 23-25. âyetlerinde: “Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle, onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbimiz, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur’” diye emrederken, günümüz evlâtlarının çoğu, bırakın bakıma muhtaç ânında onlara “Öf” dememeyi, anne-babasının evinde oturup, ekmeğini yiyip her ihtiyacını anne babasından karşıladığı halde, haddinden tecavüz ederek onları incitebilmektedir. Bu yüce emirde ise, anne babayı incitecek herhangi bir bed hareketten, bir dokunmaktan veya şundan bundan değil, yanan bir muma üflemek mesâbesinde olan bir “Öf’”ün bile çirkinliği nazara verilmektedir. Asrımızın bütün hastalıklarına ve problemlerine bundan bir asır önce Kur’ân eczanesinden ilâçlar ve çözümler sunan Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, Mektûbât isimli eserinin Yirmi Birinci Mektub’unu toplumumuzun ve bütün dünya insanlığının en büyük yarası olan bu hastalığın tedavisine ayırarak; sunduğu reçetede şöyle diyor: “Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya îman kardeşlerinden bir amelmânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne şefkati celbediyor. Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarfediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâb etmemiş herbir veled; o muhterem, sâdık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir. “İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!” Bediüzzaman, bu sözlerle, velinimeti ve sebeb-i vücudu olan ebeveynine kötü muamele yapmayı gaflet, canavarlık, alçaklık ve insanlığın sükûtu şeklinde en ağır tabirlerle takbih eder. Ayrıca başta yaşlı anne baba olmak üzere, ihtiyar ve bakıma muhtaç olan yakın akrabalardan birinin bir evde bulunmasının bereket direği, rahmet vesilesi ve musîbet dâfiası (musîbeti defeden) olduğunu belirterek, hayvanat içinde insana en yakın olan ve ‘mırmırları’yla ‘Ya Rahim, Ya Rahim’ diye Hakkı zikreden kedilerle ilgili yaşamış olduğu lâtif bir bereket hadisesini, aynı Mektubun devamında, şöylece hülâsa eder: ”Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi, bereket sûretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misâl: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel hergün yarım ekmek,—o köyün ekmeği küçük idi—muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı. “İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım. “Ey insan! Mâdem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlûkatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i îman ve ehl-i îmanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sâdık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve ‘Levle’ş-şüyûhu’r-rükkâu lesubbe aleykümü’l-belâü sabban’ sırrıyla—yani ‘Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti’—ne derece sebeb-i def’-i musîbet olduklarını sen kıyas eyle. “İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. ‘Her amel kendi cinsinden bir şeyle karşılık görür’ sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve serîütteessür kalblerini rencide etmek ile ’O dünyada da, ahirette de ziyana uğramıştır’ (Hac Sûresi: 11) sırrına mazhar olursun. Eğer Rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.” Bediüzzaman, mezkûr sözleriyle de, hem hastalığı teşhis eder, hem de doğru ilâcını vererek tedavi eder. Bundan üç yıl önce terhis teskeresini alarak ebedî vatanına göç eden canımdan çok sevdiğim ve her an şefkatli sinesine hasret kaldığım anama ve anne babası aslî vatanlarına giden bütün kardeşlerimizin anne babalarına Cenâb-ı Hak’tan rahmet diliyorum. Mekânları Cennet olsun. Geride kalan evlâtları Rabbe hakkıyla kul, Resulullah’a hakkıyla ümmet ve ebeveynine lâyık bir evlât olur, onların sevap cihetinde amel defterlerini açık bırakır da, ailecek Cennette görüşürler. Benim sözüm, başta kendi nefsim olmak üzere, halen anne veya babasından biri veya ikisi yaşayıp da onlara lâyık bir evlât olamayanlara... Vakit geçip ”Keşke!” demeden, dilimizle hayatta söyleyebileceğimiz en tatlı sözümüzü ”Anneciğim, Babacığım!” diye onlara söyleyelim. En güzel gülücüğümüzü onlara sunalım ki, onların serîütteessür nazenin ruhları ve yüzleri cennet gibi gülsün. Onların cennetvârî gül kokulu ellerini ve yüzlerini öpelim ki bahtımız açık olsun. Hatta her gün evimizden ayrılırken ve dönerken onların ellerini öpüp hatırlarını sorarak gönüllerini hoş edelim ki gönlümüz hoş olsun. Onlar için her an duâ edelim ki, onların Allah katında reddedilmeyen hayır duâlarına nâil olalım, bu dualarla gönlümüz gül-gülistan olsun, yuvamızda Cennet âsâ rahmet ve asude bahar çiçekleri açsın. ”Cennet anaların ayakları altındadır” müjdesine Rabbim hepimizi nâil kılsın. Aşağıdaki dizelerimi de, anne babalarımıza ithaf ediyorum: Analar yar olur daim, ağyar olmaz Sana “Öf!” diyemem ki Hak razı olmaz Hakkın helâl et anam n’olur n’olmaz Sen tek çiçeğimsin ebedî solmaz
Rabbim seni Resule komşu eylesin Fatma Anamıza refik eylesin Hazreti Ayşe’nin hilmini versin Cennette Rü’yete mazhar ol ANA!!!
Başka bir muhaverede buluşmak temennisiyle, Allah’a emanet olun...
ABDULLAH ŞAHİN- |
01.02.2010 |