Kapitalizmin iğvası
Her büyük felaket gibi küresel krizden de ders çıkarmasını bilmek lazım. “Bu krizden nasıl ders çıkarılırsa bir daha böyle bir afete yakalanmayız” türünden bir ders çıkarmaktan bahsediyor değilim. Her ne kadar ekonomik felaketten çıkarılması gereken dersin de ekonomiyi ilgilendiren boyutu olacaktır. Burada bahsetmek istediğim ders daha temel bir zihniyet meselesini ilgilendiriyor.
Küresel ekonomik krizin verdiği ders her şeyden önce İslami kaygıları olan; Müslümanlığını önemseyen, ‘Müslüman olarak yeryüzünde işgal ettiği yerin bilincine varanların’ çıkarması gereken derslerden söz ediyorum. Müslüman olmayı ciddiye alıp ve Müslümanlıklarının kendilerini yeryüzünde farklı konum/tavır almayı zorunlu kıldığını düşünenler adına “nerde hata yaptık, ya da yapmak üzeriyiz” türünden bir ders…
Türkiye’nin model oluşundan dem vuran, bir zamanlar İslami kaygısı olanların kulağına hoş gelen “ekonominin kendi kuralları olduğu” efsanesi üzerinde yeniden düşünmenin tam zamanı. Bunun için Müslümanca bir dünya görüşüne de sahip olmak da gerekmiyor. Bizzat yaşananlar bize inanmamızı istedikleri serbest piyasanın, kapitalizmin; küreselleşme gibi kavramların ne kadar ideolojik, aç gözlü bir avuç çıkarcının manipülasyonuna açık kavramlar olarak piyasaya sürüldüğünü gösterdi.
Kendi kavramları ve ilkeleriyle düşünmekten uzağa düşen bir zihniyetin bir anda nasıl kapitalist dünyaya uyum sağlamaya müsait hale gelebileceğinin hikayesi aslında alınması gereken ders.
Müslümanlığını inkar etmeden ama Müslümanlığının özel anlamını yitirmeye başladıkca nasıl sisteme uyumlu unsurlar hale gelindiğinin, kendi medeniyetini inşa etmenin zorluğu yerine uyumluluğun rantına talip olmanın anlam boşalmasını yaşıyoruz. Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Özellikle Türkiye’de Müslüman aydınlar, önderler, okur-yazarlar kendi kavramlarımızla düşünmeyi bir kenara bırakmış görünüyor. Kutsanan kimi profan kavramların çağın dilini yakalamak adına kutsal olanın yerini almaya başladığını yaklaşık son on yıl içinde gözlemledik.
Bu kendi düşünme tarzını ve kavramlarını terk ediş tarzının göze çarpan en önemli yanı iktisadi hayatla kurulan ilişkide ortaya çıktı. Ekonominin kendine özgü kuralları olduğundan küreselleşmenin kaçınılmazlığına; israfın sorgulanmadan tüketim çılgınlığının kutsanmasına kadar varan Müslümanlığın en bariz biçimde belirleyici olması gereken alanlarda ne türden şeylerin savunulmaya başlandığını gözden geçirmenin tam zamanı.
Oysa Müslümanlık hem önerdiği insan tipi hem buna dayalı ahlak ilkeleriyle zaten serbest piyasa denilen kapitalist ilişki biçimine taban tabana zıt ilkeleri ortaya koyuyor. Adaletin, israfın, haram ve helalin, faizin yerine “tüketim olmasa ekonominin çöktüğü” bir çılgınlık, ekonominin her türlü değerden bağımsız kendi kuralları olduğu palavrası, emek ve reel değer yerine spekülatif sermaye hareketleriyle azmanlaşan kapitalistleşmenin kontrolsüzlüğü… Bunları sorgulamayı bir kenara bırakıp finans kapitalizminin işleyişi için geliştirilen efsaneleri gerçek sanmanın bedeli tüm insanlık için ağır olduğu kadar Müslümanlığını önemseyenler için daha da ağır bir sorumluluk yüklediğini düşünmenin vakti değil mi?
Ekonomik krizi bir an önce atlatıp kaldığımız yerden azmanlaşan iştihalarımızı ve buna uygun insan/toplum modelini ayakta tutmanın dersini almaktan bahsetmiyoruz.
Bir tür Müslüman ‘bilincin/in iğvası’na dönüşen ekonominin kendi kuralları olduğu efsanesi kendiliğinden çöktü. Hayat elbette devam edecek. Ancak insanlığın ve dünyanın kaynaklarının sömürülmesi adına yeniden formüle edilecek ekonomik modellere kendimizi adapte etmeye uğraşmak yerine yeniden Müslümanca düşünüşün yolunun bulunması gerekir.
Adeta kutsallaştırılan pek çok meseleye gerçekten hangi zihniyet ve bilinçten baktığımızı yeniden düşünmek için bir fırsat olabilir bu kriz. Bu kriz temelde insana, emeğe, hayata, insan ilişkilerine çarpık bakan bir medeniyetin krizidir. Bu dersi herkesten önce alması gerekenler tamamen farklı bir değerler sistemini öneren bir medeniyetin müntesipleridir.
Akif Emre, Yeni Şafak, 18.12.2008
|
Tek yol AB
Yerel seçimlerden sonrasına kadar siyasette bir vizyon arayışı, kemikleşmiş sorunlara yönelik cesur hamleler beklememek gerekir. Yerel seçimlerin ardından bunların gerçekleşmesi ihtimali ise bugünden bakıldığında çok güçlü gözükmüyor. Bunun en önemli sebebi ise Türk siyasetinin toplumun bugün vardığı gelişmişlik düzeyine uygun özgürlükçü yanı ağır basacak bir projeye olan inançsızlığı.
Halbuki ülkedeki kıpırtılar, toplumun hemen her kesiminden gelen özgürleşme ve eşitlik talepleri böylesi bir projenin devreye sokulmasını mutlak bir şart haline de getiriyor. Her ne kadar toplumsal oyuncular genelde sadece kendilerine yontarak hukuk ve demokrasi talep ediyor olsalar da artan şekilde ortak payda arayışları da başladı.
Bunlara cevap verilmemesi ve otoriter özlemlerin depreşmesi uzun vadede sürdürülemeyecek bir tavır.
Osmanlı ve Türkiye tarihlerine bakıldığında köklü değişimlerin gerçekleşmesi için yalnızca yurt içinde buna yönelik bir talep bulunmasının yeterli olmadığı görülür. Değişim ve dönüşüm dönemlerinin arkasında mutlaka bir de dış dinamik vardır. Son dönemde Türkiye’de reformların gerçekleştirilmesindeki en önemli amil de bu nedenle AB üyelik süreciydi. Bu sürecin şu sırada komada olduğu doğru. AB’nin yaşadığı ekonomik ve buna bağlı olarak derinleşen siyasi krizin genişlemeyi gündem dışına çıkardığı da.
AB üyelerinden bazılarının Türkiye’ye yönelik düşmanca tavırlarının şevk kırıcı olduğuna da şüphe yok. Ama eğer Türkiye toplumu açısından AB sürecinin talep ettiği değişimler yararlıysa papaza kızıp oruç bozmanın da alemi değil. Kaldı ki son üç yılın tablosu AKP hükümetinin AB’nin tavrından bağımsız olarak bu işten yan çizmek istediğini de gösteriyor. Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) son raporu bu konuda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde Türkiye’nin çark ettiğini gösteriyor.
Hükümette artık AB’ye yönelik bir kararlılık yok. Cumhurbaşkanı Gül’ün AB konusunda tüm söylediklerini geçersiz kılacak bir kararla imzaladığı, büyük yolsuzlukların önünü açacak ihale yasası önemli göstergelerden birisi. Kendi dışişleri bakanı ve başmüzakerecisinin hazırladığı Ulusal Program’ı çok talepkâr bularak kızan Başbakan’ın tavrı da öyle.
Kriz grubunun raporu Kürt sorunu, Kıbrıs’taki kilitlenme, azınlık hakları, Alevilerin talepleri, ifade özgürlüğü gibi konularda atılması gerekli adımları sayıyor. AB tarafından da Türkiye’ye olumlu mesajlar vermesini ve PKK konusunda daha kararlı davranmasını istiyor. Son tahlilde Türkiye’nin kendine layık gördüğü yere varabilmek için AB üyeliği dışında pek de bir seçeneğin olmadığının altını çiziyor.
Türkiye’nin Avrupa hedefinin önemi yeni Amerikan Başkanı Obama’ya yakın Center for American Progress adlı kuruluşun Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğiyle ilgili raporunun da ana temalarından birisi. Rapor ilişkilerin mutlaka iyileştirilmesi gerektiğini ve bu ilişkinin ABD açısından kendi ulusal güvenlik stratejisinin en önemli sütunlarından birisi olduğunu vurguluyor. İlişkilerin Ortadoğu, enerji güvenliği ve Avrupa konuları üzerinden yeniden kurgulanacağını savunuyor.
Bu raporların içeriğinden Türkiye’nin Batı sistemi içinde, o sistemin temel ilkelerini benimsemiş bir ülke olarak bulunmasının önemi anlaşılıyor. Stratejik açıdan Batı sistemi içinde kalma kararını vermiş olan Türkiye’nin de bu işi artık iç düzenlemelerinde demokratik bir düzen kurmadan başaramayacağını anlaması gerekecek. Eğer akıntıya karşı kürek çekmeye devam eder ve demokratikleşmeden Batılı kalmaya çalışırsa bunun yarattığı gerilim ülkeye ağır bedeller ödetecek demektir.
Soli Özel, Sabah, 18.12.2008
|