Bayramda getirilen tekbirler
İşte, ey tenbel nefsim! Bir nev'î mi'rac hükmünde olan namazın hakikati, sabık temsilde bir nefer, mahz-ı lütûf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür.
Allahu ekber deyip, mânen ve hayâlen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nev'î huzûra müşerref olup, “İyyâke na’büdü” hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde, bir mazhariyet-i azîmedir. Adeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyattan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber bir basamak-ı mi'raciyeyi kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayâlen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir. İşte, hacda pek kesretli Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i Rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayâline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği harâret, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet, Allahu ekber, Allahu ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o merâtib-i münkeşife-i meşhûde veya mutasavvire ilân edilebilir.
Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf, küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin—velev Sünnet kabilinden dahi olsa—ehemmiyeti şu sırdandır.
Sözler, 16. Söz, 4. Şuâ
***
Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi.
Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-î beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nev'î aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.
Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:
Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat, salihat ünvanını taşıyan Sübhanallah, ve’l-hamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah gibi şêairden çok kelâmlar cüz’î ve küllî, meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.
Meselâ; Allahu ekber’in bir vech-i mânâsı Cenâb-ı Hakkın kudreti ve ilmi her şeyin fevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki her şeyden daha büyüktür ki, “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir” (Lokman Sûresi: 28.) âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, nev’î beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mânâ itibarıyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük mûsibetlere ve büyük maksatlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der, kendine tesellî ve kuvvet ve nokta-i istinat yapar.
Şuâlar, s. 209
|
Bayram ve Hamdi Morgül kardeşlerin hatırasına
Rize’nin Pazar ilçesi Hisarlı Köyünde dünyaya gözlerini açan Hamdi ve Bayram Morgül kardeşler tam bir dâvâ adamıydı.
Pazarlı olmasına rağmen Rize’de Yeni Asya Bürosunu yıllarca işlettiler. Çaykur’da mühendis olarak görev yapıyorlardı.
Hisarlı Köyü; Rize’ye hatta Karadeniz’e Nur Risâlelerinin ilk defa girdiği mütevazi bir köydür.
Bu köyden rahmetli Yusuf dayının attığı tohumdan rahmetli Hakkı Morgül Ağabey, merhum Mehmet Emin Birinci Ağabey, Niyazi Birinci ve ikisi de merhum olan Bayram ve Hamdi Morgül kardeşler gibi nurlara hizmet eden cefakâr ve vefakârlar sümbül verdi. Ailece nurlara hizmet etmeyi kendilerine şiâr edinen Morgül ve Birinci ailelerinin hizmetlerini anlatmaya kalksak bu satırlar yetmez. Rahmetli Hamdi ve Bayram kardeşlerin benim üzerimde çok büyük hakları vardır. Risâle-i Nurları tanımamdan sonra, her an arayıp hal hatır soranlardandırlar. Sıkıntılı günlerimin dert ortaklarından olan bu kardeşlerden özellikle Bayram ve Hamdi kardeşler benimle az da olsa yaşıt olduklarından onların hakkı üzerimde daha da fazladır. Bu kardeşlerin hizmette kullandıkları eski model bir araçları vardı. Cuma günleri derslere Rize’ye gitmek için, çalıştıkları kurum olan Çaykur’dan 40 km uzaklıktaki Pazar’a gelir, beni alıp Rize’ye derse götürüp dönüşte tekrar evime bırakırlardı.
Pazar’da Yeni Asya Bürosu açtığımda bana, satışını yapmak üzere kitap ve Risâle-i Nur verirlerdi. Ben de satınca paralarını öderdim.
O dönemler 1980 ihtilâli olmuş, her kesim kendi kabuğuna çekilmişti. Gençlerin sağa sola savrulduğu bu karmakarışık ortamda hizmetten asla geri durmamışlardır. Bu halleri beni oldukça etkilerdi. “Neydi uğruna bunca zahmet ve meşakkat çektikleri hizmet modeli?” merak eder dururdum. Onlar da benim gibi devlet memuru idiler. Öyle bir dâvânın müdavimleriydiler ki; hizmet adına her türlü zorluklara göğüs geriyorlardı. Bu uğurda maddî ve manevî her zorluğa direniyorlardı.
Temsilciler toplantısı için İstanbul’a bu kardeşlerle beraber giderdik. O günlerin zevki ve şevkini bulmak bugünün rahat ortamında bile mümkün olmuyor.
Hamdi kardeş sessiz ve fazla konuşmayan bir kişiliğe sahipti. Dersleri ciddiyetle yapar, yorumlara girmezdi. Bayram kardeş biraz asabî olmasına rağmen karıncayı bile incitmezdi. Lâkin Risâle-i Nur okunurken dikkatli bir şekilde dinlerdi. Ben onları örnek alırdım.
Bu kardeşlerle birlikte bazen dershanede sabahlardık. O gece de rahmetli Cavit Kayıkçı, rahmetli Mustafa Sarıoğlu -ki, evini dershane hizmetlerine veren çok muhterem bir ağabeyimizdi- ve Hemşin ilçesinden Lütfü Aksu Ağabey de bizimle beraberdi. Saat 12.30’a kadar ders yaptık. Sabah namazı için yattık. Sabah olunca Hemşin Deresi taşmış, evleri ve arazileri yerle bir etmişti. Biz dershanede sabah namazına kalktığımızda dere hemen altımızdan akıyordu. Namazı kıldık. Mağdur olanların yardımına koştuk. Dershaneye dönüp sabah kahvaltısı yaptık. Hâlâ o tadı ve zevki aklıma gelince hatırlıyorum.
Bayram ve Hamdi kardeşler çok farklı kişilerdi. Dâvâ adamı dedin mi benim aklıma hemen bu iki kardeş gelir. Her yönüyle kendilerini dâvâlarına adamış, bu uğurda ne mal ne de servet düşünmüşlerdir. Kendilerine rehber edindikleri Üstadlarının eserlerini muhtaçlara ulaştırmak için azamî gayret içindeydiler. Benim bu kardeşlerimle birlikte bizzat şahit olduğum bir sürü hatıram vardır. Günümüz ile 1980’li yılların hizmetlerini göz önüne alınca ne kadar zorlukların çekilip bu günlere gelindiğini görüyorum.
Korkulu ve endişeli günlerde yapılan hizmetlerin semeresi bugün alınıyor. Zorluk ve sıkıntıda geçen o günlerin ders zevkleri de başkaydı. O dönemlerdeki böyle fedakâr arkadaşlar vesilesiyle bu dâvâ inkişaf etti.
Bayram ve Hamdi kardeşler yine bir yağmurlu günde Rize’deki dersten Pazar’daki evlerine dönerken hizmette kullandıkları araçla kaza yaptılar. Kaza sonrasında iki kardeş Hakk’ın rahmetine kavuştu. Duyduğumda içimde alevler yandı. Bir anda gözyaşlarına boğuldum. “Daha yapılacak çok hizmetler vardı,” dedim kendi kendime. Rabbim her şeyi bilendir. Mutlaka bildiği bir hayır vardı ki; hizmetlerinin baharında bu iki kardeşi huzuruna aldı. Cismânî cesetleri bile nuranî bir sima taşıyordu. Adeta “Size bıraktım. Siz devam edin” diyordu. Benim öz ağabeyim olsa bu denli sevemezdim. Bunların ölümü beni yalnızlığa bıraktı. Artık Rize’ye derslere gitmek için her Cuma beni arayan bu kardeşler yoktu. Cuma günü her zaman aynı saatte “Abdullah hazır ol” hitabını beklerdim. Hayata hizmetle gözlerini açan bu çok değerli kardeşlerimi unutmak mümkün değildir. İnşallah berzah âleminde Resûlullah (asm) ve o çok sevip ölünceye kadar hizmete devam ettikleri Risâle-i Nur’un müellifi ile birlikte Cennet bahçelerinde huzur-u kalp ile yaşıyorlardır. Allah rahmet etsin. Mekânları Cennet olsun. Âmin...
|
Risâleler, bütün akıllara hitap ediyor
Mısırlı Muhammed Samir:
Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben Mısır’dan Muhammed Samir. Mısırlıyım. Kahire’de Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunuyum. 21 yaşındayım. Derslerinde üstün başarı gösteren 10 Türkoloji öğrencisi arasında olmam sebebiyle Eylül 2007 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı’nın dâveti ile Türkiye’de bulundum.
Risâle-i Nur’u ne zaman ve nasıl tanıdınız?
Her şey hocamız, Türk dostu Prof. Safsafi’nin yanına gittiğimde başladı. Orada birisi ile konuşuyordu Safsafi Hoca. Beni de tanıştırdı onunla. Sonra hocamızla birlikte bizim konuşma dersimize gelip, bizimle sohbet eden ve aynı zamanda gazetenizin yazarı da olan o kişi Osman Zengin Ağabeymiş. Kısa zamanda samimî olduk ve beraber birkaç defa sınıf arkadaşlarımızla onunla buluştuk. Bir gün bize dedi ki: “Sizi bir yere götüreceğim” ve sözleştik. Bizi Sözler Yayınevi’nin Kahire’deki yerine götürdü, onlarla tanıştırıp, oradan bize birer küçük kitap alarak hediye etti. Meğer onlar Risâle-i Nur eserleriymiş. İlk defa o zaman tanıdım.
Risâle-i Nur eserleriyle ilgili ilk intibalarınız nasıl?
Bu risâleler üzerinden İslâm’a hizmet için çalışan arkadaşları gördükten sonra, ben ve diğer Mısırlı arkadaşlarım da bu kitapları okumaya başladık. Önce çağdaş bir yazar tarafından yazıldığını zannettim. Çünkü mânâları basit bir tefsir gibiydi ve bütün akıllara hitap ediyordu. Ama yaklaşık 100 yıl önce yazılmış eserler olduğunu öğrendiğimde ona çok daha fazla önem verdim. Risâleler, gerçekten büyük bir bürhan ve Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir tefsiridir. Gerçekten Risâle-i Nur’un özelliği, bütün akıllara hitap etmesi.
Daha önce eserleri duymayan arkadaşlarınıza okuduğunuzda onların görüşleri neler oluyor?
Onu hakikatle karşılaştırıyor ve gerçeği görüyorlar. Bediüzzaman’ın amacı, İslâm ve Müslümanlara hizmetten başka bir şey değil.
Risâle-i Nur’ların daha fazla tanıtımı için neler yapılabilir sizce?
İslâm dünyasına bu eserlerin iletilmesi için Risâle-i Nur’ların birçok dile çevrilmesi gerekir. Çünkü İslâm dünyası yalnız Türkçe veya Arapça konuşmuyor. Diğer diller de var. Bu yetmez; risâleleri anlatacak kimselerin de olması gerekir.
|