Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat’ın Yedinci Mukaddemesi’nde; gıybeti katle müsavî tutmayı, ayakta bevletmeyi zina derecesinde göstermeyi veya bir dirhem tasadduk etmeyi hacca mukabil tutmayı “muvazenesiz sözler” olarak nitelendirmektedir. Diğer taraftan Yirmi Dördüncü Söz’ün, Üçüncü Dal’ının, Onuncu Asıl’ında bu konuyu ve ilgili hadis-i şeriflerin tevilini yapmaktadır. Muhakemat’ta geçen “muvazenesiz sözler” ifadesini nasıl anlamamız gerektiği ve Bediüzzaman’ın bu iki farklı yaklaşımının neden kaynaklanmakta olduğu hususlarını incelemeye çalışalım.
Üstad Bediüzzaman, 1911 yılında kaleme aldığı Muhakemat’ın baş tarafında bu kitaptan beklediği hizmetin; İslâmiyette olan doğru yolu göstermek, aşırı gidenlerle din düşmanlarının şüphelerini red ve yüzlerine vurmak, doğru yolun öteki tarafını ve ahmak dost ünvanına lâyık aşırı gidenlerin ve dış görünüşe aldananların evhamlarının asılsızlığını göstermek, İslâm âleminin geleceği için tam bir zafer ümidi ile çalışan muhakkik ve akıllı dostlara yardım etmek ve kuvvet vermek olduğunu açıklamaktadır.
Bediüzzaman; “İslâmiyetin özünü terk edip, kabuğuna ve zahirine nazar edip aldandık, anlayışsızlık ve edepsizlikle hak ettiği hürmeti gösteremedik, o da bizden nefret ederek evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp kapandı. Usûlüne uymadık, hikâyeleri akaidine ve mecazları da hakikatlerine karıştırarak kıymetini takdir edemedik, o da ceza olarak bizi dünyada edeplendirmek için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir” demektedir.
Üstad Muhakemat’ın Yedinci Mukaddeme’sinde; mübalâğanın ihtilâlci olduğunu, lezzet alınan şeyleri abartarak vasfetmenin ve abarttığı şeyin hakikatinin bütün bütün gizlenmesine vesile olmanın, hikâye ettiği şeyleri mübalağa ile hayali hakikate karıştırmanın beşerin bir seciyesi olduğunu belirtmektedir. Bu kötü seciye ile iyilik etmeye kalkışmanın da noksanlık, fesat, yerme ve kabahat gibi kötü sonuçlar doğuracağını ve uyum içerisinde olmanın verdiği güzellikleri yok edeceğini ifade etmektedir. Bu bir nevî halk arasında ifade edilen “Kaş yapayım derken göz çıkartmak” deyiminin tam karşılığıdır.
Benzetme yapılırken birbiriyle uyumlu olabilecek şeylerle veya özelliklerle benzetme yapılmalıdır. Yani kamet-i kıymetine uygun olmalıdır. 100 bin YTL’lik bir evi 100 kuruşa satan birisi hakkında ilk önce akla gelecek olan şey; “Deli midir acaba?”dır. Benzetmelerde de bunun gibi ölçüsüzlüğün ilk önce akla getireceği şey de tam aksi anlamlardır. Üstad Muhakemat’ın Yedinci Mesele’sinde bunu şöyle ifade etmektedir: “Her danenin mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmazsa, belâgat hurâfât gibi, hayal gul (gulyabani) gibi, sâmie (dinleyene) hayretten başka bir fayda vermez.”
Gıybetin katle, bir dirhem sadaka vermenin hacca eş tutulması, ayakta bevletmenin zina derecesinde gösterilmesi gibi hususlar zahiren bakıldığında yapılan işle alınan ücret ya da ceza uyumsuzluğunu ve işin mübalâğa ile ciddiyetten uzaklaştırıldığını göstermektedir. “Dinde aşırı gitmeyiniz” hadisini de göz önüne alacak olursak, bu durumun muhatap olan kişilerin tepkilerini çekeceği muhakkaktır. Hakikatlerin hiçbir zaman mübalağalı ifadelerle reklâma ihtiyacı yoktur. Belirli bir dengesi ve uyumu olmayan benzetmeler Bediüzzaman’a göre; katl ve zina gibi büyük günahları hafife almak ve haccın değerini düşürmek anlamına gelmektedir.
Üstad kürsülere çıkıp da irşad vazifesinde bulunan vâizlerin hem hakîm; yani hikmetli ve ölçülü, hem de muhakemeli olmaları gerektiğini söylemektedir. Ölçüsüz ve iyice muhakeme etmeden konuşan, dinî hakikatleri temyiz edemeyen, her birisine müstehak olduğu hak ve itibarı veremeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanıyamayan birçok vaizin, dinin birçok nurlu hakikatlerini perdelediklerini, akla ve mantığa uymayan ilâveleri de birlikte zikrederek, şüpheci ve inkârcılara kapı açtıklarını belirtmektedir.
İleri derecede mübalâğa ile hayali hakikate karıştırmak, ifrat ve lâfazanlıkla süsleyerek, hatta perdeleyerek hakikatleri anlatmaya çalışmak çirkin neticeler vermektedir. Böylece, ahmak dostlar gibi, dine din düşmanlarından daha fazla zarar verilmektedir. Bu da nefreti icap ettiren bir durumdur. Hakikatler böyle tasarruflardan bin derece müstağnîdir. Hakikate âşık ve dine muhabbeti olan bir kimsenin her şeyin kıymetine kanaat etmesi, perde olmaması ve tecavüz etmemesi lâzımdır. Perdelemeye çalışmayı Allah’ın kudretine iftira olarak vasıflandıran Bediüzzaman, hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkit etmeye çalışan insafsızlara da; “Aldanmayın. Muhakeme edin. Nazar-ı sathîyle iktifa etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ulemâ-i sû’(suistimalci âlim) ile müsemmâdırlar (isimlendirilirler). Onların muvazenesizlik ve zahirperestliklerinden neş’et eden hicabın mâverâsına (örtünün arkasına) bakınız. Göreceksiniz ki, her bir hakikat-i İslâmiye, necm-i münîr (parlak yıldız) gibi bürhan-ı neyyirdir (nurlu delillerdir). Nakş-ı ezel ve ebed, üzerinde görünüyor. Evet, kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir. Fakat esefa! Hubb-ı nefis (nefsini sevmek) ve taraftar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neşet eden teberrî-i nefisle(nefsini temize çıkarma ile) kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hatâya kabil olan fiilini, bir büyük zâta veyahut muteber bir kitaba, hattâ bazan dine, çok defa hadise, en nihayet kadere isnad etmekle, kendini teberrî etmek istiyor. Hâşâ, sümme hâşâ! Nurdan zulmet gelmez. Kendi aynasında görülen yıldızları setretse de, semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez. Ey muteriz ağa! Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilâf-ı şeriatla vücuda gelen ahvâli ve su-i tefehhümden neş’et eden şübehatı senet tutmak, İslâmiyete leke getirmek, pek büyük insafsızlıktır. Zira, bir Müslîmin her bir sıfatı İslâmiyetten neş’et etmek lâzım gelmez” (Muhakemat, s.30) uyarısında bulunmaktadır.
1926-1934 yılları arasında Barla’da kaleme alınan Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında ise; “Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler” diye söze başlayarak; İsrailiyat, rivayet edenlerin çıkardıkları mânâların ve ilhamların hadis metninden zannedilmesi, belirli bir maksat için sevk edilen hikâyeler ile ilmin elinden cehlin eline geçen teşbihlerin hakikat zannedilmesi hususlarında izahat yaptıktan sonra; “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib (rağbet ettirme) ve terhîbe (gözünü korkutmak) münasip bir tesir vermek için belâgatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe (gölgeleme, perdeleme) ve mübalâğa, içlerinde yoktur” demektedir.
Zahiren bakıldığında, Muhakemat’taki ifadeler ile üçüncü Dal’ın Onuncu Asıl’ındaki ifadeler birbirine ters gibi görünse de aslında her ikisi de muvazenesi bozulmuş durumları ifade etmektedir. Dikkatle bakıldığında Üçüncü Dal’ın Muhakemat’ın şerhi olduğu anlaşılmakta ve muvazenesiz diye vasıflandırılan sözlerin nasıl muvazeneye çekilmesi gerektiği izah edilmektedir.
“Fiil ve amel cihetinde bazı harika zâtların muvaffak oldukları dereceye başka şahısların da erişmeleri veya her bir amelin böyle neticeler verebilmesi imkân dahilindedir” diyen Bediüzzaman; “Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır” sözüne; “İki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Demek ki, her bir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür” şeklinde açıklık getirmektedir.
Yine bu nevî rivayetlerin vukuu daimi ve küllî değil, birtakım şartlara bağlıdır ve hadislerdeki külliyetin ise imkân itibariyle olduğunu ifade ederek; “Gıybet, katl gibidir” sözüne; “Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kâtilden daha muzırdır” şeklinde açıklık getirmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri;
1. Hikmetsiz ve muhakemesiz vaizleri, dikkatsizleri, kötü niyetli ve aklına fazlaca güvenen âlimleri, enaniyeti kavileri, ahmak dostları, İslâmiyeti tenkit edenleri ve din düşmanlarını–hepsinin de aynı sonuca hizmet etmeleri sebe-biyle–uyarmıştır.
2. Dînî hakikatleri temyiz edemeyen, her birisine müstehak olduğu hak ve itibarı veremeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanıyamayan kimselerin konuşmalarını doğru bulmamaktadır.
3. Söylenen bir sözün, “kim söylemiş”, “kime söylemiş”, “nerede söylemiş”, “ne zaman söylemiş” ve “hangi makamda söylemiş” kriterlerine göre aktarılmaması, anlatımın başına ve sonuna dikkat edilmemesi ile hikmetlerinin göz ardı edilmesi halinde yanlış anlamalara ve itirazlara sebep olacağını göstermiştir.
4. Hakikatleri mübalâğalı anlatarak ve içine hayali de katarak perdelemenin ve değerini düşürmenin büyük bir vebal olduğunu vurgulamıştır.
5. Bu âlemin ölçüleri ile ebedî âleme ait olan şeylerinin tartılmayacağını, buranın en büyüğünün, oranın en küçüğüne bile denk gelemeyeceğini, amellerin sevâbı ebedî âleme baktığı için dünyevî nazarımızın ona dar geleceğini, dolayısıyla aklımıza sığıştıramayacağımızı, bazen bir tek kelime, bir tek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle açılmayacağını, bazı hallerde bir tek âyetin, Kur’ân kadar fayda verebileceğini, sevap ve faziletin nur âleminden olduğunu, o âlemden bir âlemin bir zerreye sığışabileceğini, bir zerrecik şişede semâvatın yıldızlarıyla beraber görünebilmesi gibi hâlis niyet ile şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette semâvat gibi nuranî sevap ve faziletin yerleşebileceğini ifade ederek muvazenenin nasıl yapılması gerektiği konusunda bize kıstaslar vermiştir.
6. Özellikle; “verebilir”, “sığışabilir”, “yerleşebilir” gibi imkân dahilini ifade eden kelimeleri seçmiş ve kesinlik ifade eden kelimelerden kaçınmıştır.
Sonuç olarak;
Muhakemat’ta mübalâğadan, usülsüzlükten, anlatım ve açıklama eksikliğinden kaynaklanan yanlış anlamalar, anlamlandırmalar ve kıymet noksanlaştırmalar tenkit edilmiş, Üçüncü Dal’da da bütün paslar silinerek, fazlalıklar atılarak, eksiklikler de tamamlanarak hakikatler parlatılmıştır.
|