Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Farklılıklar zenginliktir

Fikirler çoğunlukla kişinin o güne kadar yaşadığı günlerin ve kişiyi hayata hazırlayan genetik alt yapı ve temel faktörlerin toplamından hasıl olan bir sonuçtur. Her insan Rabb’inin isimlerine farklı bir ayinelik konumunda olduğuna göre, her farklılık da Kâinat Sultanının kuşatıcı sonsuz isimlerinin zenginliğini yansıtıyor diye düşünmelidir. Türler, türler içinde fertler ve ferdin her anı Ezeli Güneş’in ana farklı bir yansımasının işaretidir.

Fertler ve toplumlar arasında uzlaşmanın temel yolu doğrular ve yanlışlar konusunda bir esneklik içinde muhatabiyet olmalıdır. Gerçek boyutu ile algılanan varlık âleminin özünde bu esneklik zaten mevcuttur. Belki de ferdî planda ve sosyal hayatta barış, varlığın genel ritmine, zerrelerden yıldızlara uzanan fıtrî ahenge uyum sağlamaktan geçmektedir. Kâinatın ömrü içerisinde bir kesiti teşkil eden insanlık yeryüzünde bulunduğu sürece muhtemelen hep bu uyumun arayışı içinde olmuştur. Uyumun yakalanabildiği durumlar ve zamanlar güzellik kavramının içinde ele alınmıştır.

Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte içinde bir izafilik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı herhangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî alemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemini tanımlayan insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmî, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Bu açıdan bakıldığında gerçek taassup varlığın kendinden kaynaklandığı vehmiyle yüklenen değerlerde ısrarcılıktır. Her gün yeniden şekillenen varlık tablosunda güzellik ve doğruluğun da yeniden şekillendirilebileceğini hep nazarda tutmak ve önümüze çıkan verilere bu esneklik içinde bakmak eşyaya uyum içinde muhatap olabilmenin temel şartıdır. Bu esnekliğin bugünkü sosyal yaşantıya yansıması demokrasi kavramı ile uyumlu gibidir. Bu anlamda demokrasinin âlemin fıtrî ritmine en uygun idare şekli ve toplumların şekillenmesinde şu ana kadar karşılaşılan rejimlerin en uygulanabiliri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

İsimlerde takılıp ihtivayı geri planda bırakan yaklaşımlar, toplumların yaşadıkları her sürecin Âlemlerin Rabbi’nin farklı bir güzelliğini yansıttığını göremezler. Oysa Kâinat Sultanı her an yeni bir durumda ve varlık âlemindeki her tablo o yeni duruma ayinelik konumundadır.

03.11.2006


 

Birey ve devlet

İslâmın temel esaslarına uygun iktisadi anlayışta, mutlak eşitliğin insanın yaratılışına aykırı olması sebebiyle mülkiyet hakkının meşrû olduğu kabul edilir. Bediüzzaman Hazretleri, milletimizin fakir ve geri kalmasının sebeplerini âyet ve hadislerin ışığında tahlil etmiş, tembellikten kurtulmanın ve çalışma şevkinin canlı tutulmasının yollarını göstermiş ve meşrû geçim yollarının esas itibariyle san’at, ziraat ve ticaret olduğunu, memuriyet ve imaretin ise geçimden ziyade millete hizmet amacıyla yapılabileceğini belirtmiştir.

III. MASA

GİRİŞ

Masamızın konusu olan “Birey ve Toplum”; birey, kamu, kamusal alan, kamu düzeni, devlet, demokrasi, demokratik yönetim, yönetişim, hukukun üstünlüğü gibi alt başlıklar altında, Risâle-i Nur perspektifinde incelenmiştir.

Birey

Birey, kelime anlamı olarak, kendine özgü niteliklerini yitirmeksizin bölünemeyen tek varlık, fert olarak tanımlanmaktadır.

Risâle-i Nur’da; insanın, sahip olduğu duygu ve kabiliyetleri ile yaradılış ağacının en mükemmel meyvesi ve varlıklar içinde en ehemmiyetli bir varlık olarak yaratıldığı ve yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın halifesi olduğu vurgulanarak, önemi ortaya konmuştur.

Toplum

İnsan sosyal bir varlık olup, diğer insanlarla birlikte toplum halinde yaşar. İhtiyaçlarını karşılamak için birçok san’ata ihtiyaç duyar. Bu san’atların hepsine vâkıf olmadığından ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Bu sebeple diğer insanlarla işbirliği yapmak zorundadır. Her bir insan kendi san’atının mahsulünü diğerlerininki ile mübadele eder. Bu alış verişler sırasında haksızlıklar ve tecavüzler meydana gelebilir. Bu tecavüzleri önlemek için insan toplumu adalete muhtaçtır. Ferdin aklı tek başına adaleti idrakten aciz olduğundan, kanun şeklinde külli bir akla ihtiyaç vardır. Kanun insanların temel hak ve hürriyetlerini korumasına imkân verecek hukuk kurallarına dayanmalıdır.

Kamu

Bireylerin diğer bireylerle birlikte toplum halinde yaşaması olgusunda “kamu” kavramı karşımıza çıkmaktadır. Kamu (amme), bir ülkede yaşayan halkın bütünü, yani herkes olarak tanımlanmaktadır. Kavram, toplum yapısını, toplumsal ilişkileri ve değerleri belirtir. Günlük dilde ise kamu kelimesi, resmî otoriteye veya devlete atıfta bulunmak üzere kullanılır.

Konuyla ilişkili olarak kullanılan güncel diğer bir kavram da “kamusal alan”dır. Kamusal alan, tüm bireylerin eşit bir şekilde hak sahibi olduğu ortak bir alandır.

Kamusal alandaki etkileşim bireyin katılımını güçlendirecek en önemli etkendir. Birey, birey olma özelliğini kamusal alandaki faaliyeti ölçüsünde kazanır. Bu alan bireyin özgür hareket alanıdır. Bunun sağlanması için toplumsal bir düzene ihtiyaç vardır.

Kamu düzeni, toplumun sosyal ve siyasal yapısını kurmasını, karışıklık içerisinde bulunmamasını, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini sağlayarak barış ve huzur içerisinde yaşamasını garanti eder. Bu kavram; içerisinde kurallar ve kurumlar sistemi olarak hayatın değişik görünüş şekillerini ihtiva eden hukuk düzenini, kamu yararını, toplumun gelişimini, temel kurallarını, kamunun huzur, güvenlik ve sağlığını kapsar.

Devlet

Devlet, kısaca, belli bir ülkede yaşayan bir topluluğun, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı şekilde meydana getirdiği siyasî teşkilât olarak tanımlanabilir. Kamu düzeni bu siyasî teşkilât aracılığıyla sağlanır.

Bediüzzaman Hazretleri, devleti bir şahs-ı manevî olarak tarif etmiş ve zaman içinde büyüyüp gelişerek tedrici bir şekilde tekâmül edeceğini, sosyal ilişkilerin çok fazla gelişmediği eski zamanlarda az sayıda kişinin fikrinin devlet idaresinde belki yeterli olabildiğini, sosyal ilişkilerin çok geliştiği, teknolojinin ileri gittiği ve ihtiyaçların çoğaldığı günümüzde bunun artık mümkün olamayacağını, ancak bireylerin fikir özgürlüğü ile gerçekleşen kamuoyunun görüşlerinin ve milletin temsilcilerinden oluşan ve onun kalbi hükmünde olan meclisin hâkim olmasıyla devlet idaresinin sağlanabileceğini belirtmiştir.

Bireyin temel haklarının ve ödevlerinin, devletin temel yapısının ve organlarının düzenlendiği günümüz anayasalarında da, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almak, kişilerin ve toplumun huzur, refah ve mutluluğunu sağlamak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır.

Demokratik devlet: Her tür müstebit (totaliter) devletin alternatifi olarak, hâkimiyetin, (yönetim ve denetim yetkisinin) çok partili serbest seçim esasına dayalı temsil sistemi ile belirlenmiş olan halk temsilcilerinin çoğunluğu eliyle ve dolayısıyla halk tarafından kullanıldığı devlet şeklidir.

Emniyet ve asayişi ihlâl etmemek şartıyla, fikir özgürlüğü, bilimsel görüş ve düşüncelerini açıklama özgürlüğü, demokratik devletin en temel esaslarındandır. Dolayısıyla demokratik devletin temeli, bireye ve bireyin mutluluk ve refahını sağlamaya dayanmaktadır.

Devlet ve ekonomi

İslâmın temel esaslarına uygun iktisadi anlayışta, mutlak eşitliğin insanın yaratılışına aykırı olması sebebiyle mülkiyet hakkının meşrû olduğu kabul edilir. Bediüzzaman Hazretleri, milletimizin fakir ve geri kalmasının sebeplerini âyet ve hadislerin ışığında tahlil etmiş, tembellikten kurtulmanın ve çalışma şevkinin canlı tutulmasının yollarını göstermiş ve meşrû geçim yollarının esas itibariyle san’at, ziraat ve ticaret olduğunu, memuriyet ve imaretin ise geçimden ziyade millete hizmet amacıyla yapılabileceğini belirtmiştir.

Günümüzde ekonomi, mülkiyet ve serbest piyasa temeline dayanmaktadır. Özelleştirme, çalışanların çalıştıkları işletmeye hissedar olmaları gibi uygulamalarla bu durum halen gelişmektedir. Bediüzzaman insanlığın getirmiş olduğu beşerî devirleri beş başlık altında sınıflandırmaktadır. Bugün gelinen ve gittikçe de o noktaya doğru gidilecek olan insanlık devrini beşinci aşamada malikiyet ve serbestiyet devri olarak ifade etmiştir.

İnsanın kişiliğini geliştirmesi için zorunlu olan mülkiyet olgusu, aynı zamanda insanın toplum ve devlet karşısında sahip olduğu özel alanıdır. Bu sebeple, ferdin hür olabilmesi için siyasî özgürlüklerin yanında iktisadî özgürlüklerinin de sağlanması gerekir. Devlet ekonomik sistemin işleyişi ile ilgili olarak herkes için geçerli olacak kuralları belirler ve sonra hakem gibi bu kuralların uygulanmasını gözetir. Bu bakımdan devletin ekonomiye müdahalesi mümkün olduğu ölçüde minimum seviyede olmalıdır.

Yönetişim

İnsanın toplum halinde yaşamasında yönetim olgusu inkâr olunamaz bir vakıadır. "Halkın kendi kendisini yönetmesi" anlamına gelen demokrasi, yönetim ilişkisinde ileri bir aşamayı ifade etmektedir. Yönetim görevini yerine getireceklerin halkın iradesiyle belirlenmesi, kurumsallaşmış bir seçim sistemini gerektirir.

Demokrasi "halkın halk tarafından" yönetilmesi olduğuna göre, halkı kimlerin oluşturduğunun belirlenmesi zorunludur. Bir kişinin veya belirli bir grubun veya sınıfın iradesi kanunların yapımında belirleyici konumda olması demokratik yönetimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Kanun karşısında eşitlik, imtiyaza imkân vermeyeceğine göre, tüm vatandaşlar siyasî haklar bakımından da eşittir. Cinsiyet, din, ırk, kültür, eğitim düzeyi, servet farkı gözetmeksizin seçimlerde bütün vatandaşlar oy kullanma hakkına eşit olarak sahiptirler. Bu, toplumda tüm bireylerin çıkarlarına hizmet eden ve toplumun ortak değerlerini siyasî ortama taşıyan bir uzlaşı sağlanmasının aracıdır.

Bütün vatandaşların kamusal kararlara doğrudan katılımı "temsilî bir demokrasi"yi gündeme getirir. Temsil, halk iradesinin, halkın seçtiği temsilciler vasıtasıyla kullanılması anlamına gelir.

Yönetilenlerin iradesiyle seçilen yönetenler, yine ortak bir uzlaşı ile çıkacak irade doğrultusunda yönetim işlevini yerine getirmek durumundadır. Yönetilenlerin ortak iradeye katılımı ve yönetenlerin icraatlarını denetleme yetkileri vardır. İşte yönetenler ve yönetilenler arasındaki bu ilişki yönetişimi ifade etmektedir.

Yönetişim karar verme işlemi ya da yöntemidir. Halkın, temsilcilerini seçme özgürlüğünün bulunduğu, yönetime aktif olarak katılabildiği ve temsilcilerinin karar ve eylemlerini denetleyebildiği bir siyasal düzen demokrasi olarak adlandırılabilir. Yönetilenler ile yöneticiler arasında yakın bir iletişimin daima mevcut olması gerekir.

Katılımcılık

Halk ile temsilcileri arasında iletişimin varlığı demokrasi için yeterli değildir. Halk aynı zamanda yöneticilerin karar ve eylemlerinin hukuka uygunluğunu da kontrol edebilme hakkına sahip olmalıdır. Devletin meşrûiyeti için mutabakat kadar, siyasal gücün denetimi ve sınırlandırılması da önem taşır. Siyasal gücün sınırlandırılmadığı bir siyasal düzen artık demokrasi olmaktan çıkar ve keyfiyet rejimine dönüşür.

Münâzarât adlı eserinde Bediüzzaman Hazretleri, sadece milletten ne istediğinin sorulmasıyla meşrûtiyetin gerçekleşmiş olamayacağını, daha kapsamlı bir kavram olan meşrûtiyetin (demokrasinin), fikir hürriyetini her yönüyle uyandırdığını ve fikir hürriyetinin de demokratik anlayışı her alanda ve her zeminde etkin bir şekilde geliştireceğini belirtmektedir. Bu yönüyle yönetişim sürekli yenilenmeyi de beraberinde getirmektedir.

Bir havuzdan çıkan bir çeşmeden her tarafa borularla su akıtılsa, havuzda suyu bozacak bir değişiklik olması halinde o havuzdan çıkan borularla giden bütün sular bozulacaktır. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olsa ve havuz bu pınarlardan gelen suyla dolsa, bu havuzdaki bozulma havuza doğru akıp gelen suları bozmaz.

Bunun gibi demokrasi sisteminde meclis havuzdur. Halktan bu havuza doğru bir akış vardır. Halk temiz olursa havuz yani yönetenler de temiz olacaktır. Öyle ise yönetilenler yönetenleri doğru yönde etkilemeli ve denetlemelidir. Bananecilik, vurdumduymazlık ve ilgisizlik, baskı ve dayatmalara zemin hazırlayacağı gibi, insanlık vasıflarının açığa çıkmasını da engeller.

Meşrûiyetini halktan almayan, bireyi sindirerek onun hayatını bütünüyle belirlemeye çalışan ve insanı, kendi başına bir amaç ve değer olarak kabul etmek yerine bir parti liderinin veya gurubunun elinde bir araç kabul eden, baskıcı ve dayatmacı bir yönetim karşısında, bireyin haklarını bilmesi ve hukukuna sahip çıkması büyük önem taşımaktadır.

Yönetenlerin icraatından (yaptığından veya yapmadığından) halk doğrudan etkilendiği halde, sistemde halkın yönetime katılımının yolları açık tutulmuş olmasına rağmen, halk kendi ilgisizliği sebebiyle yönetimi etkilememiş ise, o zaman baskıdan şikâyetçi olmasının pratik pek bir anlamı olmayacaktır. Bu bakımdan halkın meselelerine sahip çıkması, yönetimin icraatları karşısında pozitif anlamda tepkisini göstermesi demokrasinin işlemesi için hayatî önem taşımaktadır. Böylelikle ancak yönetenler ve yönetilenler arasındaki etkileşim ve dönüşüm gerçekleşmiş olur.

03.11.2006


 

Abdullah ibn Ubeydullah

Abdullah’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hazret-i Osman (r.a.) veya Hazret-i Ali’nin (r.a.) halifeliği döneminde doğduğu nakledilmektedir. Dolayısıyla doğum tarihi kesin olarak verilememektedir. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) ile akraba olan bir aileden gelmektedir. Dedelerinden Abdullah cömertliği ve zenginliği ile tanınmıştır. Abdullah bin Ubeydullah’ın himaye ve eğitiminden geçen aile fertlerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişi kendisinden nakiller yapmıştır. Risâle-i Nurda ismi zikredilmiş ve naklettiği bir olaya yer verilmiştir. Künyesi Ebu Bekir Abdullah bin Ubeydullah bin Ebu Müleyke şeklindedir.

İbn Ebu Müleyke lakâbıyla tanınıp meşhur olmuştur. Bu lâkap dedesinin ismine izafeten kendisine verilmiştir. Tabiin’in önemli isimlerinden birisidir. Önemli sayıda hadis nakletmiş ve bu vesileyle çok sayıda sahabe ile görüşme imkânına kavuşmuştur. Hadis âlimleri tarafından; sözüne güvenilir en ehil hadisçilerden biri olarak kabul görmüştür. Yaptığı işlerde ve üstlendiği görevlerde; dirayeti, güçlü bir idare etme kabiliyeti ve iyi bir hatip olarak dikkat çekmiştir. Risâle-i Nurda ismi zikredilmiş ve naklettiği bir olaya yer verilmiştir. Künyesi Ebu Bekir Abdullah bin Ubeydullah bin Ebu Müleyke şeklindedir.

Abdullah’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hazret-i Osman (r.a.) veya Hazret-i Ali’nin (r.a.) halifeliği döneminde doğduğu nakledilmektedir. Dolayısıyla doğum tarihi kesin olarak verilememektedir. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) ile akraba olan bir aileden gelmektedir. Dedelerinden Abdullah cömertliği ve zenginliği ile tanınmıştır. Ayrıca, Cahiliye döneminde nadir görülen hasletlerden birine, yani zulme uğrayanları koruyan ve onlardan yana tavır koyan bir Kureyşli olma özelliğine sahiptir.

Abdullah’ın çocukluk yılları hakkında fazla bilgi yoktur. Eğitimi, geçtiği aşamalar, ders aldığı kimseler hakkındaki bilgilere ulaşmakta zorluk çekilmektedir. Tabiinden olduğu için sahabelerle görüşme şansını elde etmiştir. Bir ifadesinde otuz kadar sahabe ile görüştüğünü belirtmiştir. Ancak, İbn Hibban bundan çok daha fazla bir sayı verip seksene yakın sahabe ile görüştüğünü kaydetmiştir. Bu görüşme; önemli bir bilgi edinmesine vesile olmuş ve sahabelerden nakiller yapmasına imkân sağlamıştır. Böylece çok sayıda hadis nakletmiştir.

Başta Hazret-i Aişe (r.a.) gibi, sahabenin önemli isimleriyle görüşme ve bilgi alma imkânına kavuşan Abdullah, eğitimini bu yolla tekmil etmeye çalışmıştır. Hazret-i Aişe dışında; Esma binti Ebu Bekir, Ümmü Seleme, Abdullah bin Cafer bin Ebu Talib, Misver bin Mahreme, Abadile kendilerinden hadis naklettiği isimlerden bir kaçıdır.

İbn Ebu Müleyke tarafından, nakledicilerin isimlerini anmadan direkt Peygamber Efendimizden (a.s.m.) naklettiği hadislerin de varlığına işaret edilmiştir. Naklediciyi ismen belirtmeden direkt Peygamber Efendimize dayandırılan ve “Mürsel Hadis” olarak tanımlanan bu durum çerçevesinde hadis nakletmiş, Hazret-i Ömer (r.a.) ve Hazret-i Osman’dan (r.a.) naklettiği hadislerin bu türden hadisler olduğunu ifade eden âlimler olmuştur. İbn Ebu Hatim, Abdullah’ın Mürsel Hadis de naklettiğini belirtmiştir.

Abdullah bin Ubeydullah’ın himaye ve eğitiminden geçen aile fertlerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişi kendisinden nakiller yapmıştır. Aile fertlerinden oğlu Yahya, Yeğeni (kız kardeşinin oğlu olan) Abdurrahman bin Ebu Bekir, Ata bin Ebu Rebah, Amr bin Dinar, Eyyüb es-Sahtiyani, Humeyd et-Tavil, Hammad bin Seleme, Leys bin Sa’d, İbn Cüreyc kendisinden hadis nakleden kişilerden bazılarıdır.

Hadis ilminde “sika” tabiri kullanılmaktadır. Bu ifade ve tabir, hadis âlimleri ve araştırmacıları tarafından, hadis ilminde tam ehil olan güvenilir kimseler için kullanılmaktadır. “Sika Muhaddis” olarak kabul edilen nakledici; güvenilir bir hadis âlimi olarak kabul görmüş demektir. İşte bu tabirle adlandırılan, yani güvenilir ve söz konusu işin tam ehli olarak kabul edilen hadis nakilcilerinden birisi de Abdullah bin Ubeydullah olmuş, adı böylece sika muhaddisleri arasına kaydedilmiştir. Dolayısıyla naklettiği hadisleri, başta Kütüb-i Sitte olmak üzere önemli kaynak eserlerde yerini almıştır.

İbn Ebu Müleyke, başta hadis ilmi olmak üzere fıkıh ve kıraat alanında da isminden söz ettirmiş ve bu alanlarda da önemli bir üne sahip olmuştur. Emevi döneminin devam ettiği sırada bunlara karşı çıkıp halifeliğini Mekke’de ilân eden Abdullah bin Zübeyr’in zamanında bazı görevlerde bulunmuştur. Harem-i Şerif’te imamlık ve müezzinlik yapmıştır. Bunların dışında yine Mekke’de ve Taif’te kadılık görevini ifa etmiştir. Görevi ve idareciliği sırasında; dirayeti, iyi idareciliği ve güçlü hitabeti ile isminden söz ettirmiştir.

İbn Ebu Müleyke’nin adı, Risâle-i Nurda, Abdullah ibni Ubeydullah olarak geçmekte ve naklettiği bir hadise yer verilmektedir. Nakle göre; Sabit ibn Kays ibn Şemmas Yemame Savaşı’nda şehit düşmüştür. Şehidin defni sırasında hazır bulunanları hayret içinde bırakan bir ses duyulmuştur. Hazır bulunanlar kabirden; “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Ebû Bekir sıddıktır. Ömer şehiddir. Osman ise, şefkatli ve iyilikseverdir.” meâlindeki sözleri duyduktan sonra, şehidin gerçekten ölüp ölmediğini anlamak için kabrini açmaya karar vermişler. Kabir açıldığında; ölü ve cansız olduğunu müşahede etmişlerdir. Böylece şehit, daha başa geçmemişken Hazret-i Ömer’in (r.a.) halifeliğini haber vermiştir. (Mektubat s. 156).

Müslümanlar arasında cari olan ve yasaklanmış olan fiillerden birisi, ölünün arkasından ağıt yakıp isyanvari tavırlarda bulunmaktır. Dolayısıyla İslâmiyet; ölmüş kimsenin arkasından, duyguları aşırı şekilde tahrip eden ağlamaları, bağırıp çağırmaları, saç baş yolmaları yasaklamıştır. Bu şekildeki tavır ve hareketlerin özellikle ölmüş olan kimseye zarar vereceği ve azap çekmesine sebep olacağı vurgulanmıştır. İşte bu konuyla ilgili hadislerin bir kısmı İbn Ebu Müleyke tarafından nakledilmiştir. Hadis âlimi, yaşadığı dönemde başta Hazret-i Ömer (r.a.) olmak üzere sahabenin ileri gelenlerinin bu tür eylemlere karşı çıktıklarını ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) buyruklarını hatırlattıklarını nakletmiştir. Peygamber Efendimiz bir hadisinde, “Ölüye, ailesinin kendisine bazı ağlamalarından dolayı azap olunur.” diye buyurmuştur.

Abdullah ibn Ubeydullah 735 yılında Mekke’de vefat etmiştir. Naklettiği bazı Hadisler;

“Rasullullah şöyle buyurdular: Ölülerinizi ziyaret edin, onlara selâm verin, çünkü sizin için onlardan alacağınız dersler vardır.”

“Kim her Cuma günü ana ve babasının kabrini ziyaret eder veya bunlardan birisinin kabrini ziyarette bulunursa, kendisine mağfiret olunur ve iyilerden yazılır.”

“Kim benim kabrimi ziyaret ederse kıyamet gününde ona şefaat etmek bana vacib olur.”

03.11.2006


 

Köprü insan haklarını tartışıyor

İnsan, hilkat ağacının en mükemmel meyvesidir ve Yüce Yaratıcı’nın istisnasız bir şekilde tam bir eşitlik ve adaletle insanlık ailesinin her bireyine tanıdığı haklara sahiptir. İnsan olarak yaratılmanın bir gereği olan bu haklar için insanlığın yüzyıllarca mücadele etmesi ve hâlâ ediyor olması insanlık onuru açısından önemlidir. İnsan hakları kavramı, baskın fizikî güç karşısında hakkın, doğrunun, iyiliğin ve faziletin üstünlüğünü ifade etmesi bakımından incelenmeye değer bir kavramdır. Üç aylık fikir dergisi Köprü, Güz 2006 sayısını bu konuya, “İnsan Hakları”na ayırmış.

Dergide şu sorulara cevap aranıyor:

“İnsan hakları” nedir, gücünü nereden almaktadır? Bu kavramın çıkış noktası nedir? İnsan onurunun insan hakları açısından önemi nedir? İnsan hakları kavramı doğal hukuk/ilâhî hukuk açısından nasıl değerlendirilebilir? İnsan hakları nasıl korunmalıdır? Hukukun üstünlüğünün insan haklarının korunması açısından önemi nedir? Bediüzzaman’ın görüşlerini insan hakları açısından nasıl değerlendirebiliriz? Demokrasi ve insan hakları arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Adalet ile insan hakları arasındaki ilişki nedir? Ferdî ve toplumsal hayatın her alanında adaletin hakim kılınmasının insan hakları açısından önemi nedir? İnsan hakları fikrinin çoğu kez mevcut inanışlar, hukuk düzenleri ve siyasî güçle çatışmasının sebepleri nelerdir? Akıl ve vicdanın insan haklarının gerçekleştirilmesindeki rolü nedir? Dinî öğretilerin bu husustaki katkısı nedir? Din ve vicdan hürriyetini insan hakları açısından nasıl değerlendirmek gerekir? İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilme” olarak tanımlanan özgürlüğü Bediüzzaman’ın özgürlük anlayışı ile nasıl karşılaştırabiliriz?

Köprü, bu ve benzeri soruları, Prof. Dr. Ali Köse, Prof. Dr. Ali Bakkal, Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Doç. Dr. Recep Şentürk, Ahmet Demirhan, Dr. Recep Ardoğan, Yrd. Doç. Dr. İsmail Taşpınar, Prof. Dr. Mehmet Altan, Doç. Dr. Nuri Çakır, Ahmet Dursun, Av. Mustafa Ercan, Prof. Dr. Musa Kâzım Yılmaz, Prof. Dr. Ziya Kazıcı, Mustafa Said İşeri’nin makaleleriyle masaya yatırıyor. Dergide, Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konudaki görüşlerine de yer verilmiş.

03.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004