İnsanlar yaptıkları işlerle anılırlar. Tarihe adını geçirmiş insanlar da o tozlu sayfaların arasında daima canlı, taze kalabilecek önemli işlere ve kararlara imza atmış insanlardır. Devirlerin kapanıp, devirlerin açıldığına şahitlik etmiş Bediüzzaman Hazretleri de o sıkıntılı hayatıyla, bu dünya âlemine Nur’lu harflerle imzasını/eserlerini bırakanlardan. Onun adımlarını takip edenlerin gün geçtikçe çoğalması, dağ başında, küçük bir köyde yazdığı eserlerin kıt’alar, okyanuslar aşarak başka dimağlara ulaşması, hayatı ve eserleri akademi çevrelerince araştırma konusu olması da hep bunun ispatı.
Büyüklerin hayatından alınacak çok dersler olsa da, onların hayatını birkaç sayfaya, birkaç saate sığdırmak oldukça zor. Ama gül tutan ele gülün kokusu sinermiş der eskiler. Bu düşünceden yola çıkarak, Bediüzzaman hakkında eserler vermiş, geniş araştırmalar yapmış ve “Bediüzzaman Beşlemesi” gibi güzide bir çalışmayı bu alana kazandırmış olan İslâm Yaşar ile Bediüzzaman’ı konuştuk. Bediüzzaman’ın hayatından ve eserlerinden sohbetimize düşenlere kulak verdik. Bu istifadeli ve keyifli sohbet için İslâm Yaşar’a teşekkürlerimizi sunuyor ve sizi röportajımızla baş başa bırakıyoruz.
Üstad’ın hayatına dönem dönem bakmamız gerekirse, çocuk Bediüzzaman dediğimizde karşımızda nasıl bir çocukluk görürüz?
Çocukluk şartlarında hep aynıdır. Bütün çocuklar gibidir Bediüzzaman da. Oyunları, hareketleri, gelecek tasavvurları, tavırları vardır. Çocukluk cihetinde farklı bir şey olduğunu düşünmek mümkün değil. Ama büyüyünce Bediüzzaman olacaksa bir insan, çocukken de Bediüzzaman’dır. Büyüyünce Mevlânâ olacaksa, çocukken de Mevlânâ’dır. Büyüyünce Ahmet Haşim olacaksa, çocukken de Ahmet Haşim’dir. Onun için Bediüzzaman Said Nursî’nin bu mânâdaki isminin izlerini çocukluk yıllarında her hâlde bulmak ve yaşamak mümkün. Farklı tecessüslerle, arkadaşlarından farklı özellikleri ile yaşamış olduğu çevreyi aşan şartları ve buna benzer pek çok yönleriyle Said Nursî’nin çocukluğunu emsallerinden ayırabiliriz.
Çok farklı bir anne-baba, çok farklı bir aile… Said Nursî’nin en büyük şansı nedir dediğimizde, ailesidir diyebiliriz. Öyle bir anne ve öyle bir babadan Said Nursî gibi çocuklar yetişir. Ama Said Nursî’nin kendisine has özellikleri de var. Verileni alabiliyor. Öyle bir kapasiteye sahip. Bu kapasitesini gelecek için de kullanabiliyor. Mühim olan da bu. Meselâ, çocukluk yıllarında bütün çocukların yaptığı gibi o da, ceviz topluyor. Cevizlerini bir yere saklıyor ve sakladığı yeri unutuyor. Normal şartlarda çocuklar böyle bir durumda arkadaşlarını suçlarlar, sen buldun aldın gibi… Veya kendileri ararlar, bulamazlar. Said Nursî’nin bu noktada ki farkı şu: Cevizlerini arıyor, bulamıyor, kimseyi suçlamıyor. Abdülkadir Geylâni’ye iltica ediyor. “Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, benim cevizlerimi buldur.” diyor. İşte bu Said Nursî’deki çocukluk farkıdır. O yaşta kendisini Abdülkadir Geylani’ye cevizlerini bulduracak kadar yakın hissedebiliyor. Bir çocuğun kendisini, kâinatta ismi kalıcı olan bir büyük zata bu şekilde yakın hissedebilmiş olması, çocukluk teamüllerinin dışında. Bu yönüyle Said Nursî’nin çocukluğuna farklı bir nazarla bakmak lâzım. Hatta şunu demek mümkün: Bütün aileler Said Nursî gibi bir çocuk yetiştirmek istiyorlarsa, onun ailesi gibi bir aile olacaklar. Çocukları Said Nursî olmasalar da, ona talebe olurlar.
Said Nursî’yi tanımak, bilmek çocukluğundan başlar. Said Nursî olmak, çocukluktan başlar…
Meselâ başka bir çocukluk tablosu… Çocukluk yıllarında camide hocadan ders alıyor. Camide geceleri idare lambası yanar. İdare lambasının alevi dışarıdadır. Gaz lambası gibidir, ama camı yoktur. Dolayısıyla akşamları yaz mevsimlerinde o lambaya kelebekler geliyor ve ateşe konup yanıyor. Bu yıllarca devam etmiştir belki. Ama kelebeklerin yanması o zamana kadar hiçbir çocuğu ve büyükleri rahatsız etmiyor. Rahatsız etse bile bunu söylemiyor kimse. Ama ilk defa Said Nursî, kelebeklerin yanmasından rahatsız olur. Annesine gider, derdini anlatır… “Camide kelebekler yanıyor!” Babasına gider, derdini anlatır… “Camide kelebekler yanıyor!” Ve çözümü de kendisi üretir. “Ne yapalım peki oğlum yanıyorsa?” der babası. “Yaş ağaç dallarından küçük kafesçikler örelim. Lambanın üzerine koyalım. Kelebekler gelsin, hem ışıktan istifade etsin, hem yanmasınlar.” diyor. Burada anne ve babanın özelliği ortaya çıkıyor. Çok zor şartlarda yaşayan, çok meşgul olan insanlar bu tip çocuksu bir tecessüsü dışlayabilirler. “Şimdi onunla mı uğraşacağız, vaktimiz müsait değil!” gibi bir yığın bahaneyle o işi yapmayabilirler. İşte orada anne ve baba adeta büyüklük gösterir, tam Said Nursî’ye lâyık bir annelik-babalık yapar. Ve çocuğun teklifini kabul ederler. Baba gerçekten kafesçikleri örer ve onun üzerine koyarlar, kelebekler yanmaktan kurtulur.
Eğer o anne ve baba o günün şartlarında, çocuklarının bu tecessüsünü çocuksu bir heves sayıp geçiştirselerdi, Said Nursî’nin o duyduğu rahatsızlık bir sefer, iki sefer yaşanırdı. Daha sonra yüreğindeki yangın kabuk bağlar, bir daha yanmazdı. Ne olurdu yanmazsa? Said Nursî, buna benzer beşeriyetin çekmiş olduğu bütün acılara mesafeli dururdu. Ama annenin ve babanın o dileği yerine getirmiş olması, Said Nursî’nin kelebeklerin yanmamasına vesile olmasını sağladı. Bu aynı zamanda neyi sağladı? Said Nursî orada kelebeklerin yanmasından rahatsız olup buna mani olduğu gibi, gelecekte insanların cehennem ateşinde yanmalarından rahatsızlık duydu. Ve cehennemle insanların arasına küçük kafesçikler ördü. Risale-i Nur o kafeslerdir. Hepimiz hızla, büyük bir hevesle cehenneme doğru savrulurken, Risale-i Nur hakikatlerine takılıp kalıyoruz ve cehenneme gitmekten kurtuluyoruz. İşte Risale-i Nur’un telifi bence o alevlerin üzerine yaş ağaç dallarından kafesçikler ördüğü zaman başlamıştır. Onun için diyorum, Said Nursî’nin çocukluğu, Said Nursî’yi de içine alan bir çocukluktur. Onu da bütünüyle kapsar ve bütün hayatını içine alır. Onun için sık sık çocukluk yıllarına atıfta bulunmasının sebebi de o.
Peki, bugünün anne ve babaları kendilerine buradan nasıl bir ders çıkarmalı?
Öncelikle Said Nursî’nin annesini, babasını ve hürmet ettikleri bütün büyük insanların aile hayatlarını iyi bilmek, öğrenmek ve öyle bir anne baba olmayı kendilerine hedef seçmek gerekir. İkincisi, günümüzün meşguliyetleri çok fazla… İnsanların zihinleri ve zamanları malâyani meşguliyetle dolu ve insanlar bunları mazeret sayıyorlar. Mecburen bunlarla ilgileneceğiz diyorlar. O zaman bugünün anne ve babalarının yapmaları gereken şey, yarını olmayan meşguliyetleri yarına bırakmak. Tamamen atsınlar demiyorum. Ama günlük hayatın içine almasınlar. Yarına bıraksınlar.
Said Nursî’nin annesinde ve babasında bulunan en büyük özellik şu: Babası değil çocuklarına, ahırdaki hayvanlarına bile haram lokma yedirmiyor. Demek ki babalar çocuklarını helâl rızık ile beslemekle mükellef olduklarını bilecekler. Bunun hiçbir mazereti yok. İkincisi, annesinin Said Nursî’yi hiç abdestsiz emzirmediğini biliyoruz. Ne var bunda? Annenin bütün hissiyatı, kızgınlığı, öfkesi, sevinci, vesairesi sütle beraber çocuğa geçer. Ve çocuk o noktada anneden almış olduğu bu tesirle hırçınlaşır, üzülür… Yani annenin gölgesinde kalır. Ama araya bir süzgeç koyduğunuzda, bu ihlâs süzgeci olur, abdest süzgeci olur- ki o süreçte anne durulanır, sakinleşir, kendine gelir, bütün o hayallerinden, korkularından, ürkekliklerinden kurtulur. Münhasıran kendini çocuğu emzirmeye hazırlar. O zaman annenin bütün beşerî zaafları geride kalır. Anne tamamen çocuğunu sütle yan yana getirir. O zaman günümüzün annesinin babasının kendilerine bu yönde Said Nursî’nin annesini ve babasını örnek almaları lâzım.
Hatta Fatih Sultan Mehmed’in annesi çocuğunu emzirmeye başladığı zaman, Yasin okurmuş. Yasin’i bitirdiğinde çocuk doyarmış. Yasin’i okurken tabiî yine abdest alacak. O nuranî havayla çocuğa maddî gıdayı veriyor. Öyle bir çocuk Fatih olur işte. Bugünün anne-babalarının almaları gereken en büyük ders, büyüklerin annelerinin babalarının, o büyükleri yetiştirirken göstermiş olduğu hassasiyet.
Üstad da annesinin vermiş olduğu eğitimin hayatını çok fazla şekillendirdiğinden bahsediyor…
Bir insanın en tesirli muallimi ve üstadı validesidir diyor. Kendisi “Seksen senelik ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım hâlde, diğer bütün derslerim annemden aldığım eğitimin üzerine bina edilmiş çiçeklerdir.” diyor.
Malûm Peygamberimizi (asm) rüyasında gördüğü yıllar çocukluk yıllarıdır. Birinci derecede Peygamberimizi (asm) göreceği şartları, manevî konforu anne baba hazırlıyor. Peygamberimiz (asm) çok izbe ve zahiri yönde mahdut imkânları olan bir eve teşrif buyurabiliyor. Demek ki manevî konfor var. Önce zikirle, ibadetle ve takva ile evlerimizi manevî konfor haline getirmek lâzım. Said Nursî o yıllarda mektepten göreceği eğitimi alamayınca, evine döner. Allah u âlem, Cenâb-ı Hakk’a iltica eder ve uykuya yattığı zaman Peygamberimizi (asm) rüyasında görür. Said Nursî gibi zatların çocukluk yıllarında bile rüyaları geleceğe yöneliktir. Orada bile beyin işliyor. Mahşer meydanında diriliyorlar. “Peygamberimizi (asm) nerede görebilirim ben?” diyor. Sırat köprüsünün başında… Sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberlerin elini öper. Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelir, elini öper ve ondan ilim talep eder. İstediği şey manidar… Bu daha dokuz on yaşlarında bir çocuk. Şefaat istese kendisini kurtarır. Şefaat istemiyor, ilim istiyor. O yaşta çocuk ne yapacak ilmi? Demek ki gelecekte Kur’ân ilmi ile insanları hidayete, imana dâvet etmek hedefi, belirgin bir hedef olmasa bile fıtrî ve ruhuna damlamış bir tecessüs hâlinde, o günün şartlarında hayatında var ki, ilim istiyor. Onun için Said Nursî çocukluğunda mündemiçtir. Said Nursî’nin çekirdeği çocukluğudur. O çekirdek açmış, Said Nursî olmuş diyebiliriz.
(Bizim Aile,Mart 2013 sayısından alınmıştır)
DERYA DENİZ
[email protected]