Uzayda daha önce gaz ve toz kaplı olduğu sanılan uzak bir bölgede milyarlarca Güneş’i yutabilecek büyüklükte tasarlanarak yaratılmış 5 dev karadelik tespit edildi.
Dünya sarayının kubbesinde vazifelendirilmiş büyük bir elektrik lambası olarak Güneş'i yutabilecek mahiyette yaratılan söz konusu karadeliklerin, Cenab-ı Hakkın kudret ve azametini ve kainattaki hayran bırakan tasarrufunu anlayabilmek noktasında ne kadar önemli bir tefekkür vesilesi olduğu ortaya çıkmaktadır.
İngiltere’deki Durham Üniversitesi Extragalactic Astronomi Merkezi’nden George Lansbury önderliğindeki araştırma ekibinin söz konusu bulgularına göre, kainatta yaratılış harikası benzer nitelikte milyonlarca dev karadelik bulunabilir.
ÇOK BÜYÜK VE GİZEMLİ GÖK CİSİMLERİ
Bilim insanlarının ‘çok büyük’ olarak nitelediği 5 karadelik, NASA’nın Nükleer Spektroskopik (NuStar) uzay teleskopu tarafından ortaya çıkarıldı. NuStar, gökcisimlerinin yerini, karadeliklerden gelen yüksek x-ray enerjisi ile belirledi. Uzaklıkları henüz anlaşılamayan karadelikler, kalın bir toz ve gaz tabakasının arkasında olduğu için diğer teleskoplar tarafından fark edilmedi.
Araştırmalara göre, ‘süper kütleli karadelik’ olarak adlandırılan bu gök cisimlerinin kütleçekimi o kadar büyük olacak şekilde tasarlanmış ki ki, çevresindeki gazı, yıldızı, gezegeni ve ışığı içine çekerek yutan bir donanımla oluşturulmuş. Karadeliklerin merkezinde ne olduğu henüz bilinmiyor. Bu gizemli hiçliğe, fizik kurallarının geçersiz kılındığı yer (tekillik) adı veriliyor.
KAİNATTA YARATILMIŞ MİLYONLARCA ‘CANAVAR’ KARADELİK BULUNABİLİR
NuStar, merkezindeki süper kütleli karadeliklerin hayli hareketli olduğu düşünülen 9 farklı galaksiyi gözlemliyordu. Bunlardan 5’inde yer alan karadeliklerin sanılandan daha da aktif olduğu ortaya çıktı. Durham Üniversitesi’nden George Lansbury, kainatta bu tür büyük karadeliklerin sayısının düşünülenden çok daha fazla olabileceğini, milyonlarcasının bulunabileceğini kaydetti.
Süper kütleli -canavar- karadelikler, çoğunlukla galaksilerin merkezlerinde bulunuyor. Samanyolu Galaksisi’nin merkezindeki süper kütleli karadeliğin, Dünya’dan 25 bin ışık yılı uzaklıktaki ‘Sagittarius A’ olduğu düşünülüyor. Araştırma sonuçları, İngiltere Kraliyet Astronomi Topluluğu’nun dün Galler’de düzenlediği ulusal astronomi toplantısında açıklandı.
YARATILIŞ KAVRAMI NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Yaratılışın işaret fişekleri: İbda’ ve inşa’
İKİ İŞARET FİŞEĞİ
Bu kavramlar, hilkat mu’cizesinin iki işaret fişeğidir:
1- İhtira ve ibda’
2- İnşa, terkip ve san’at
Bediüzzaman müşahede ettiği hilkat sahifelerini bu iki tür kavramla güncelliyor, gündemimize getiriyor.
1- İHTİRA VE İBDA’ MU’CİZESİ
Bunlardan ilki olan ihtira’ ve ibda, hiçten ve yoktan vücut vermeyi anlatıyor. Cenâb-ı Hak dilerse yarattığı eşyaya hiçten ve yoktan vücud elbisesi giydiriyor. Ve yine dilerse bu vücud elbisesine lâzım olan her şeyi de yine hiçten ve yoktan icat edip eline veriyor.1
İhtira’, daha önce hiç olmayan bir şeyi ilk olarak, yeni ve benzeri olmadan icad etmek demektir. İbda’ kavramı da ihtirayı tanımlıyor. İbda’, bir şeyin âletsiz, edevatsız, araçsız, gereçsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız, örneksiz, benzersiz, misilsiz, numunesiz yaratılması demektir ki, Allah’a ait bir tasarrufu ifade ediyor. Risale-i Nur’da hilkat mu’cizesi anlatılırken başvurulan “ibda’, bedi’, ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, halk ve tekvin” kelimeleri birbirini açıklar mahiyette kullanılıyor.
YOKTAN VAROLMAZCILARA REDDİYE
Bu kavramlarla Bediüzzaman, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier’in 1750’li yıllarda ifade ettiği ve sonradan inançsız felsefenin dört elle sarıldığı, “Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz” anlayışını reddetmiştir.
Gerçi Lavoisier bu tesbitini ifade ederken “Allah’tan başka” demiştir. Lavoisier bu edebi göstermiştir. Fakat İnançsız felsefe bunu duymak istememiştir. Tıpkı Bektaşi gibi.
Bektaşi’ye “Namaz kıl” demişler. “Kur’ân ‘La takrebu’s-salah” (Namaza yaklaşmayın) diyor.” Demiş. “Devamını da oku!” demişler. “Ben hafız değilim” demiş.
(Devamında ‘ve entüm sükârâ’ (siz sarhoşken) ifadesi vardır.)
Bediüzzaman diyor ki: “Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı!”2
Keza Bediüzzaman, yaratılışı “bedi’” kavramı ile anlatıyor:
“Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehad’den başkası olabilsin?”3
2- İNŞA VE TERKİP MU’CİZESİ
İkinci hilkat kavramı olan “inşa’, terkip ve san’at” kelimeleri de birbirini açıklıyor. Bu kelimeler, terkip ederek yapma, unsurlarını bir araya getirerek yaratma, eşyayı mevcut varlıklardan toplayarak meydana getirme, dağılan ceset hücrelerini ve çürüyen kemikleri toplayarak yeniden vücut verme4 demektir.
Allah dilerse eşyayı inşa’, terkip ve san’at ile yaratır. Yani yeni mevcudu önceden yarattığı mevcut unsurlardan toplayarak yaratır. Aslında burada Allah yine ilk ve numunesiz yaratış gerçekleştiriyor. Yani yarattığı şeyi mevcut eşyadan toplama–-hâşâ—bir zafiyet değil; bir kudret, hilkat ve san’at gösterimidir.
İnşa’ ve terkibi Bediüzzaman’ın veciz ifadesinden dinleyelim:
“İnşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak. Halbuki, kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâl’in san’atı olduğunu ispat ediyor.”5
Keza Bediüzzaman inşa’ın bir sanat izharı olduğunu şöyle ifade ediyor: “Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını, mu’cizât-ı kudretini izhar eder.”6
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 196., 2- a.g.e., s. 196., 3- Mektubat, s. 227., 4- Sözler, s. 105. 5- Lem’alar, s. 315.
6- Mektubat, s. 227.
GÜNEŞ, CENAB-I HAKKIN EMRİNE MUSAHHAR YARATILMIŞ BİR LAMBADIR
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da hikmetle yaratılan Kainat Kitabını, Kur'an-ı Hakim'in dersiyle okurken ve okuturken Güneş'i, Cenab-ı Hakk'ın Esmaü'l-Hüsnasından Nur ismine keşif bir ayine ve Dünya sarayının kubbesinde büyük bir elektrik lambası gibi tabirlerle tarif etmektedir ve nazarları, eserden sanatkara yönelmek prensibiyle Kadir Hayy ve Kayyum olan Rabbimize çevirmektedir.
İşte Güneş'le ilgili Risale-i Nur'dan bazı bölümler ve tariflemeler;
(...) On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1 deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
2وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, "lâmba" tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: "Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz."
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur'ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.'' (25. Söz)
1- "Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider." Yâsin Sûresi, 36:38.
2- "Güneşi de bir kandil yaptı." Nuh Sûresi, 71:16.
Güneş, Cenab-ı Hakk'ın Esmaü'l-Hüsnasından Nur ismine kesif bir ayine,
-Sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık,
-Dünya sarayının kubbesinde büyük bir elektrik lambası,
-Bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbanî mensucat için bir mekik, gece-gündüz sahifelerinde yazılan Samedanî mektuplar için bir nur hokkası,
-Nuranî bir ağaç. Gezegenler onun hareketli meyveleri. Ağaçlara muhalif olarak güneş silkinir, ta o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar,
-Meczub bir serzakir. Zikir halkasının merkezinde cezbeli bir zikir eder ve ettirir,
-Sema yüzünün gözü,
-Allah'ın emrine temessül eden ve herbir hareketini O'nun meşietine tatbik eden bir çöl paşasıdır.
Haber Merkezi