Soylu: Cemaatler sivil toplum
Pazar günü Demokrat Parti’nin İstanbul’da, Türkiye adaylarının tanıtım toplantısı vardı.
Yerel seçimlerin iki parti arasına sıkıştırılması birçok partiyi ister istemez gölgede bıraktı, daha doğrusu görmezlikten gelinmesine yol açtı.
DP de bunlardan biri.
Buna rağmen o cenahta yani eski merkezde neler olup bittiği göz ucuyla da olsa ilgiyle izleniyor. Ne de olsa toplumun eski göz ağrısı...
Ben de bu ilgi nedeniyle o toplantıya gittim. En çok da eski ve yeni DP’lilerin nasıl bir ruh hali içinde olduklarını merak ediyordum.
Düşünsenize Türkiye’nin son 50 yılının önemli bölümüne damgasını vurmuş, büyük işlere imza atmış, iktidar nimetlerinden yararlanmış, darbelere maruz kalmış köklü bir siyasi hareketin temsilcileri vardı karşımızda.
Özelikle iktidara alışmış bu temsilciler, şimdi ilginç bir siyasi deneyim yaşıyor. En dip noktadan yeniden yukarı çıkmanın arayışı içindeler.
Bir önceki kuşağın yiyip bitirdiği mirasın kalıntıları üzerine yeni bir şeyler inşa etmeye çalışıyorlar.
Grand Cevahir Otel’de yapılan aday tanıtım törenini bu düşünceler ışığında izledim.
İlginçti...
Başta DP lideri Süleyman Soylu olmak üzere gencinden kadınına, emeklisinden esnafına her DP’lide sanki yarın “iktidara geleceklermiş gibi bir hava” vardı.
Siyaset belki de böyle bir şey...
Bu heyecan, bu beklenti olmasa o zor koşullarda siyaset yapılabilir mi?
Aslında o salonu dolduran 2 bini aşkın insan da biliyor ki, hemen iktidar olamayacaklar...
Ama onlar da genel başkanları Süleyman Soylu’nun Amerika’nın efsanevi lideri Martin Luther King’in “Bir rüyam var” sözüne benzettiği “hayalleri” nin peşinde.
Soylu’nun ‘rüya’ları
Soylu coşkuyla çıktığı kürsüden şöyle diyordu: “Rüyamdaki Türkiye, rant ekonomisinin değil, alın terinin hâkim olduğu bir Türkiye.
Laikliğin, faşizan baskıcı bir çizgiye getirildiği değil, herkesin inanç özgürlüğünün hâkim olduğu bir Türkiye.
Cemaatlerin, inanç gruplarının, sivil toplum olarak nitelendirildiği bir Türkiye...
Kimsenin etnik kökeni ve yaptıklarından dolayı sıfatlandırılmadığı, şüphe üzerine hayatının kurgulanmadığı, devletin bireyine, bireyinin de devlete itimat ettiği bir Türkiye.
Paranoyalar üzerinden korku istasyonları yaratarak yönetilen bir Türkiye değil. Askeri harcamalarını kısıtlayan, eğitim, sağlık gibi yatırım harcamalarının artırıldığı, askerliğin 6 aya düşürüldüğü, modern savunma sisteminin oluşturulduğu, yepyeni özgür sivil bir Türkiye .
Kısaca korkuları olmayan bir Türkiye...”
Soylu’nun bu konuşması giderek devlet partisi haline gelen DYP-DP cephesinde yeni bir dönemin başladığını işaret ediyordu. Ama işi hiç de kolay değildi.
Çünkü parti “içini kemiren, dışını da kuşatan” sert bir “Ergenekoncu yapı” yla savaşıyordu.
Bir anlamda sivilci, demokrat ve Türkiye’nin gerçek sorunlarıyla yüzleşmesini isteyen yeni yapıyla, “eskilerin miras bıraktığı” statükocu yapı arasında derin bir çatışma vardı.
Belki de böyle olduğu için DP lideri Soylu, önümüzdeki 29 Mart yerel seçimlerini DP’nin bir kez daha yeniden doğuşu açısından 14 Mayıs 1950 seçimlerine benzetiyordu.
“1950 Seçimi yükselişin,29 Mart Seçimi ise Türkiye’de yeni bir dirilişin, Demokrat Parti’nin dirilişinin adı olacaktır.”
Salonu dolduran 2 bini aşkın kişinin yoğun tezahüratı, bu düşü onların da paylaştığını gösteriyordu.
Türkiye’nin dört bir yanından gelen belediye başkan adaylarının tanıtıldığı o toplantıdan ayrılırken, en başta merak ettiğimi z sorunun cevabı da ortaya çıkmıştı: DP’lilerin ruh hali hiç de fena değil. Böyle devam ederlerse, büyük olasılıkla DP, önümüzdeki sürecin önemli siyasi limanlarından biri olmaya aday...
Sabah, 24.2.2009
|
Ergenekon, GATA, yargı ve ciddî şüpheler
Kafa travması nedeniyle GATA’da yatan E. Org. Şener Eruygur’un eşi Mukaddes Eruygur’un GATA Beyin Cerrahisi Servis Şefi Albay Nusret Demircan’la yaptığı konuşmanın ses kaydı, bu kurum tarafından verilen sağlık raporları hakkında kamuoyunda ciddi şüphelere yol açmıştır. Ses kaydından, kamuoyunun ağır hasta olarak bildiği Eruygur hakkında GATA tarafından verilen sağlık raporunun, esasen Eruygur’un sağlık durumuna göre değil de, hukuki durumuna göre verildiğinin ortaya çıkması, Demircan’ın, hukukçularla görüşülmesini, buna göre istenirse taburcu, istenirse yatış verilebileceğini, kendileri için hiçbir şeyin fark etmeyeceğini, Eruygur’a hiçbir tedavinin yapılmadığını, onun hastaneye gitmiş olmak için GATA’da bulunduğunu belirtmesi, bu kuruma yönelik ciddi şüphelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Diğer yandan E. Org. Hurşit Tolon’un bu hastaneden alınan sağlık raporu istikâmetinde tahliye edilmesi, diğer bazı tutuklu askeri şahsiyetlerin, bin bir yolu deneyerek bu kuruma sevk almaları, bu kişilerin de esasen sağlık sorunları sebebiyle değil de, sırf tahliyelerini sağlamak amacıyla bu kuruma sevk yaptırma çabası içerisinde oldukları kanaatinin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu tür diyalog ve çabalar, maalesef bu kurumun yara almasına sebep olmaktadır. Her ne kadar Genelkurmay Başkanlığı, GATA’nın verdiği sağlık raporları ile alakalı söz konusu iddiaların haksız olduğu yönünde bir açıklama yapmış ise de, kamuoyunda ortaya çıkan algı aksi yönde gelişmektedir. Bu da ciddi güven aşınmasına sebep olmaktadır. Bu güvensizlikten GATA kadar yargı da nasiplenmektedir. Kişiler burada şu şekilde düşünmektedirler: GATA’dan şaibeli olarak alınan bu raporlara istinaden verilen mahkeme kararı ne kadar adil olabilir ki?
Mukaddes Eruygur ile Demircan arasındaki ses kaydının hukuk devleti ve bağımsız ve tarafsız yargı açısından en olumsuz kısmı ise Mukaddes Hanım’ın, eşinin tahliyesini sağlamaya yönelik olarak gerçekleştirdiği diyalog kapsamında mahkemelerle alakalı olarak kullanmış olduğu şu ifadedir: “Şimdi bu Zekeriya Öz, 13. Mahkeme’de. İtirazlarımızı bunlar kapatıyor. 12. ve 14. Mahkemeler bizdenmiş”. Bu diyalogla alakalı en çarpıcı gelişme ise, bu ses kaydının ortaya çıkmasından kısa süre önce, Mukaddes Eruygur’un bizden dediği İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Tolon hakkında tahliye kararı vermiş olmasıdır. Bir hukuk devletinde en dehşetli ve olmaması gereken şey, mahkemelerin “senden-benden” şeklinde kamplara bölünmesidir. Kamuoyunda bu yönde bir algı ve kanaatin ortaya çıkması, yargıya güveni tamamen ortadan kaldırır. Artık herkes kendinden olan yargı organını aramaya başlar. Hak, hukuk, adalet, gerçeklik, hakkın korunması kimsenin umurunda olmaz. Yargının bu kadar aşındığı, güvenin zayıfladığı, adaletin örselendiği bir yerde artık “sözün bittiği” yere gelinmiş demektir. Bu duruma herhalde “tuzun da kokması” hali dense yeridir.
Zaman, 24.2.2009
|