Bizim ülkemizde mi böyle, yoksa genel olarak mı bilmem ama bizde kadın algısı sonsuz bir idealizm üzerine kurgulanmıştır ve reel beklenti de ona göredir.
İster çalışan olsun, ister ev hanımı... Beklenilen şey eksiksiz gediksiz her şeyin üstesinden gelebilmeli, üstüne yakınmamalı, şikâyet etmemeli, hep güler yüzlü ve sabırlı olmalıdır.
Bizde bu tartışmalar erkek ve kadın arasındaki görev ve sorumluluklar üzerinden yürütülse de, işin görünmeyen kısmı aslında kadınların diğer kadınlar üzerinde kurduğu duygusal sözlü baskılardır.
Örnekler o kadar çok ve çeşitlidir ki saymakla bitmez.
Bulaşık makinesinin evlere ilk girdiği zamanları hatırlayın. ‘O bulaşık yıkayacak, sen bütün gün evde ne yapacaksın?’ denerek bazen erkek tarafından, çoğu kez de kadınlar tarafından kabul görmeyen, kolaylığı tembellik olarak algılayan bir zihniyeti kırmadan bulaşık makinesini mutfağa kurmak çoğunlukla mümkün olmamıştır.
Haydi bunda direnç çok sürmedi diyelim. Hazır çocuk bezi kullanmak, talep bile edilemez bir lüks sayılmış, çalışan kadın olduğum halde, almak aklıma bile gelmemiştir. Alacak param mı yoktur ya da okuldan gelince tüpgaz üzerindeki kazanla bez kaynatmak terapi midir de, zorluğa rağmen yanaşmak sanki evin ocağına incir ağacı dikmek gibidir.
Çocuk bakımına dertlenmek mi, ay ne ayıp onlar ne zorluklarla çocuk büyütmüş de gıkları çıkmamıştır, bir eve bir çocuğa bakamayana kadın mı denir(!) Ve çalıştığım zamanlarda eve yardımcı kadın almak meselesi hakezâ.. Halı ve battaniye yıkamaktan tutun, aklınıza gelen her iş, iş dışı saatlerde, olmaz vakitlerden vakit ayrılarak yapılmış ama bir yardımcı yardımı yine akla gelmemiştir.
Âdet değildir, çünkü ayıptır, yazıktır, günahtır. Hem çalışan kadın bir şeye yetişemez yargısına kürekle kor taşımaktır. Hakikaten böyledir, böyleydi. Bırakın dışarının sözünü, annemiz bile gelse, eksik bir şey görse kınar, ‘ben seni böyle mi yetiştirdim’ diye azarlardı.
Okulda diğer hoca hanımlarla ‘ayyy gelene kadar şu işi yaptım, bu işi hallettim’ mevzusu ile hamaratlık yarışı yapardık. Çünkü onlar da öyle görmüş, öyle yetişmişti, zihniyet böyleydi.
Bunlar işin iş kotarma ile ilgili kısımları, zaman içinde algılar değiştikçe, haydi yoluna girdi diyelim.
Şimdilerde ise tüm bunlara tepkisel olarak her konuda bağımsız, özgür, kafasının dikine olan kadın tipi türedi. Bir kadın duygusal şiddet mi görüyor, eşinin ailesinden dertli mi, ya da çocuklarının isyankârlığından veya sorumsuzluğundan mı dem vuruyor.. Güya hem de dindar, diyanetli arkadaşı ‘sınırlarını koru’ diye akıl veriyor, sen izin vermişsin ki yapmışlar, yapıyorlar! Ba baa ba... Vay ki vay! Dünün didinen kadını, en azından sevdikleri tarafından bir kabul görürken, toplum normlarına uygun davranışlarından ötürü saygı duyulurken, bugün ne bunların hükmü var, ne de sözü ediliyor. Enayi imişsiniz, yapmasaydınız hücumuyla karşılaştığı gibi, yaşadığı kötü şeylerin mes’ulü yine kendisi olmuş oluyor. İnanın bu zihniyet, eskisinden daha tehlikeli ve acımasız. İfrat tefritten bir türlü vasata gelemiyoruz ya... Bencil, acımasız, duyarsız, saygısız olmanın adı sınırları koymak olmuş. Her zaman diyorum, insan zaten en yakınlarından imtihan oluyor, ne sınırı acaba? Dili mi yok söylemiyor mu, üzüldüğünü, kırıldığını belli etmiyor mu, çocuklarına nasihat edip isteklerini bildirmekten aciz mi ama yine de neyse yaşadığı onu yaşıyor. İşte biz buna imtihan dünyası diyoruz. Hayır da desen, kızsan küssen de değişmeyen şeyleri değiştirmeye gücün yetmiyor demek ki. Fakat bu yeni akildanelere göre kavgacı, ketum, abus, ilk fırsatta yuvaları yıkıma götüren şirret olacaksın ki, ayakların üzerinde durasın. ‘Ne yapsan yaranılmaz’ fedakârlığından, ‘izin vermezsen sana hiç bir şey yapamazlar’a nasıl geldik? O dereyi atlamadan bir levha vardı, nasıl görmedik. İşte levhada rıza-yı İlahi yazıyor. Okuyan, uygulayan, sırat-ı müstakimde.
Kadınlara eskiden yapabildikleriyle değer biçen zihniyetin, acımasızlığının izalesi burada olduğu gibi, yapma etme diyerek güya değerli olacağını vadeden sakıncalı fikirlerin pespayeliğine aldanmamanın çözümü de burada.