Nur Külliyatından Mektubat’ı okuyup mütalâa ediyoruz. Üçüncü, Dördüncü ve Altıncı Mektuptaki bahislerin birkaç cihette birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğunu görüyoruz.
Buradaki bahislerden, bilhassa şu dünya hayatında yaşadığımız “derin acılar”a, yahut bir şekilde karşılaştığımız “dayanılmaz sıkıntılar”a karşı nasıl davranmamız gerektiğine dair tesirli ders-ler alıyoruz.
Hz. Bediüzzaman, bizzat yaşadığı ve şahit olduğu misâllerden hareketle, yıkıcı sıkıntılara mâruz kalan talebelerine bir nevî yol göstermiş oluyor. Yaşadıklarının anlatırken de, kin ve intikam duygusunu tahrik etmemek için, çektiklerinin ziyade üzücü kısmını atlayarak sadece bir kısmını hikâye ediyor.
1930’ların başında Üstad’ın yaşadığı “ziyade elim” vaziyet ise, bilhassa Çam Dağı başta olmak üzere Barla Dağlarında aylarca süren yalnızlık, kimsesizlik, mahrumiyet ve “gurbetteki firkat”, yani “gurbet içinde gurbet” hâlleridir.
*
“Üçüncü Mektup” faslında, Eğirdir’deki talebelerinden Hulûsî Yahyagil’in mühim bir sualinden söz ediliyor.
Suâlin meâli ve hülâsası şudur: Üstadım, sizin ilminizden, fikriyatınızdan istifade edip hissedar olduğumuz gibi, hissiyatına da hissedar olmak istiyoruz. Acaba şimdi ne hâldesin? O dağlarda nasıl yaşıyorsun? Tek başına neler hissediyorsun?
Bu yürek sızlatan suâlin cevabı hem 4., hem de 6. Mektup’da ayrı ayrı makamlarda veriliyor.
4. Mektub’un başlarında, cevabî mahiyette şu ifadeleri okuyoruz:
“Aziz kardeşlerim,
“Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum.
“İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim.
“Bir mâni olmazsa, bir-iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım.
“Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki-üç hatırayı yazıyorum...”
Bu ifadelerden anlıyoruz ki, dağ başında ve yapayalnız da olsa, Hz. Bediüzzaman hiç boş durmuyor. Daima telif, tefekkür, tezekkür, ibadet ve duâ ile meşgul oluyor.
*
Aynı mevzuya dair 6. Mektup’ta anlattıkları ise, insanı alıp bambaşka bir âlemin içine doğru çekiyor. Cevabın bir kısmı aşağıdaki gibidir:
“Gayretli kardeşlerim ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim,
“Madem Cenab-ı Hak sizleri fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır.
“Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki: Şu iki-üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen 15-20 günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım.
“İşte gece vakti... Şu garibâne dağlarda sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.”
Evet, öyle bir gurbet ki: Vatanından, akrabalarından, talebelerinden ayrı. Kezâ, Barla’da ayrı dağ başında, gündüzden ayrı gecenin bağrında ve nihayet gençlikten ayrı ihtiyarlığın şafağında bir vaziyet ki, beş çeşit gurbetin elemi üst üste.
Nihayet, “Birden ‘Fesübhanallah’ dedim. ‘Bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır?’ düşündüm. Kalbim feryat ile dedi...”
Kalbinin feryâdı ve aklının ıztırabı ile İlâhî dergâha yönelen Hz. Bediüzzaman, en çaresiz bir vaziyette iken, gelen teselliyi şu ifadelerle dile getiriyor: “Birden nur-u iman, feyz-i Kurân, lütf-u Rahman imdadıma yetiştiler. O karanlıklı gurbetleri, nuranî ünsiyet dairelerine çevirdiler.”
Demek bizler de, kısmen aktardığımız 6. Mektup’daki aynı zikir, fikir, dua ve tevekkül ile öyle bir teselli bulabiliriz ki, en dayanılmaz acıları dahi dindirebilir, sıkıntıları giderebilir ve karanlıklı âlem- leri pekala nurani ünsiyet dairelerine çevirebilir.