Yıllarca süren mücadele ve çatışmaların ardından, isyancılar nihayet monarşiyi devirdi. Bu zafer, hürriyet ve demokrasi umutlarının yeşerdiği bir dönemin başlangıcıydı. İsyancı liderler, halkın sesini ve taleplerini temsil etmek için yola çıkmışlardı. Artık ülke, halkının bizzat kendisini yöneteceği bir geleceğe doğru ilerliyordu.
İsyancı milis grupların liderleri başkente gidecek ve ulusa, artık hür olduklarını ve ülkeyi halkların yöneteceğini söyleyeceklerdi. Askeri konvoy parlamento binasına doğru ilerliyordu. Yol üzerinde devrik kralın sarayına giden yol ayrımına gelindi.
Konvoy durdu.
Konvoydakilere saray artık daha farklı gözüküyordu. Kralın sahip olduğu her şey halkın olmuştu.
O halde saray neden atıl ve boş kalsındı ki?
Konvoy planlarını değiştirdi ve saraya doğru yola çıktı. Direnişin liderleri saraya girdi ve kralın “eski” koltuğundan “özgürleşmiş” halklara seslendi. Saray hem fiziksel hem de mecazi anlamda o kadar büyüktü ki liderler bir daha oradan ayrılamadılar. Kral ve unvanı gerçekten kaldırılmıştı ama şimdi daha demokratik(!) bir otoriterliğin zamanı gelmişti.
Sarayın taht salonunda, demokrasi ve hürriyet vaatlerinin unutulduğu, halkın taleplerinin görmezden gelindiği, halkın ve toplumun hayatının tepeden dizayn edildiği bir idare hüküm sürmeye başladı. İsyancıların zaferi, ironik bir şekilde, yeni bir despotik dönemin başlangıcı olmuştu. İmam Gazali, iktidar ve makam sahibi olmayı insanların en güçlü arzularından biri olarak kabul eder. Bu sebeple de iktidar sahibi olmanın, insanın ilk hedefi ve referansı olması oldukça yaygındır. Ancak, iktidarı elde ettikten sonra, onu koruma arzusu insanları beklenmedik yollara sürükleyebilir ve hatta en yakınlarının bile tanıyamayacağı hale getirebilir.
Hikâyemizde, yıllar boyunca sarayla mücadele eden isyancı liderler kendi iktidarlarını kurduklarında, kendilerini sarayın sağlam duvarlarının içinde güvende hissetme arzusuyla başa çıkmak zorunda kaldılar. Saray, onlar için güçlü ve korunaklı bir sığınak gibi görünüyordu; bu yüzden onun çekimine karşı koymak ve dışarıya yönelmek oldukça zordu.
Ancak, bu sığınak aynı zamanda bir tuzak haline geldi. İktidarın getirdiği yalnızlık ve izolasyon, liderlere, bir zamanlar halklarını temsil eden kişiler olduklarını unutturdu ve kendi çıkarları için hareket etmeleri konusunda onları kör etti. Sarayın duvarları liderlerin egolarını ve ihtiraslarını büyüttü ve onları dış dünyadan ve gerçeklikten kopardı. Tarih boyunca gerçek âlimler, bu tehlikeyi fark etmişlerdir. Onlar, iktidarın insanları nasıl değiştirebileceğini ve en yakınlarına bile nasıl yabancılaştırabileceğini biliyorlardı. Bu nedenle, liderlere sürekli bir direnç ve adalet namına muhalefet geliştirmişler ve onları insanlığın genel maslahatını gözetmeye teşvik etmişlerdi. Daha da önemlisi, gerçek âlimler, devlet adamlarını ve onların politikalarını onaylasalar da desteklemekten kaçınmışlardır. Bu kaçınma bazen çok büyük makam ve ünvanları reddetmek şeklinde ortaya çıkmıştır.
Zira devletin çarklarından biri haline gelen bir âlimin hakikati açık şekilde konuşma kabiliyeti olumsuz etkilenir ve sözlerinin samimiyeti tartışılır.
Abbasi hükümdarı Ebu Cafer El Mansur, İmam Ebu Hanife’ye baş kadılık görevini teklif etmişti, ancak İmam Ebu Hanife bu göreve uygun olmadığını düşündüğünü söyleyerek görevi kabul etmedi. Yozlaşmış rejimin bir parçası olmak istemiyordu, zira tarih, yöneticilerin kendi yanlışlarını meşrulaştırmak için fermanlar yayınlamak üzere âlimleri sık sık istismar ettiğini görmüştür. Ebu Hanife’nin reddini otoritesine karşı bir meydan okuma olarak gören El Mansur onu tutuklattı, hapse attırdı ve işkence ettirdi. Ama o vefatına kadar hapishanede ders vermeye devam etti.
Yüzyıllar sonra bile İmam-ı Azam olarak anılmak kolay değil. Allah ondan ve çağdaş talebelerinden razı olsun.