Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Ah Filistin! Barışa ne kadar hasretsin...



Filistin, kanayan yara olmaya devam ediyor. Filistin halkı, 1967’den beri rahat yüzü göremedi. Mazlûm ve mükedder yaşıyor. En acımasız eziyetlere göğüs geriyor. Halkı temsil eden örgütler, silâhlı mücadeleden normal sürece geçemiyorlar. Partileşme ile birlikte seçim ve iktidar ekseninde çelişkiler yaşıyorlar.

El Fetih, kurucusu Yaser Arafat’ın şahsında gittikçe güç kaybetti. Zamanla ranta bulaştı. Temsil değerini daha da mağdur hale getirdi. Güvenini kaybedince, Hamas siyasî aktörlüğe soyundu. Seçim zaferi kazandı. El Fetih karşısında, sadece sandık çoğunluğu elde etti. Onun dışında kendini konumlandıramadı.

Hamas, eli kolu bağlı iktidar mıknatısına takıldı. Uluslar arası kabul görmedi. Büyük jandarma ABD’nin keskin tavrı, işbirliğine açık ülkeleri ürküttü. İsrail’i tanımayınca, Batının sadece öldürmeyen gıda ve sağlık paraları da gelmemeye başladı. Aylığı kesilen bir işçi gibi, adı devlet olan çarkını bile yürütemedi.

Mısır, Türkiye ve Rusya’nın kabul ettiği Hamas heyeti, istediği uluslar arası kamuoyunu arkasına alamadı. İsrail’in amansız tutumu ve izolasyonların katlanarak artması, Hamas’ı daha da gerdirdi.

Buna rağmen, yeni süreçte sabırlı olmaya dikkat etti. Örgütten partiye, partiden iktidara, iktidardan hükümet olmaya ve hükümetken devlet yönetmeye talip bir sürecin daha ilk basamağında geçiş zorluğu yaşandığı ortada.

Bir defa, ekonomik sefalet devam ederken, İsrail sahildeki aileleri hedef seçen saldırılarını yaparken ve hâlâ işgal altında olan topraklarda kontrollü geçiş gerginliği sürerken ne kadar sonuç alabilir? Hamas’ın siyasî lideri Suriye’de yaşıyor. Filistin hükümeti iki ayrı bölge gibi, izin verilmediği zaman iki ayrı meclis olarak çalışıyor.

Arafat’ın selefi Mahmut Abbas ise, hem El Fetih cephesinde ılıman yapısıyla zorlanıyor, hem de yeni iktidar Hamas’la konsensüs sağlamada sıkıntı çekiyor. Bir de çaresizlik içinde İsrail’e uzattığı zeytin dalının çoktan kuruduğunun da farkında. Amerika’nın şartsız desteğini alan İsrail’in gittikçe azgınlaşan tutumları da işin cabası...

Hamas, iki yılı aşan barış sürecini, çocuklara ve ailelere yönelik İsrail saldırılarından sonra bozdu. Zaten İsrail’in de istediği buydu. Sürekli ortamı gerdi. Aşamalı olarak Hamas’ı tahrik etti. Bahanelere sığındı ve sürekli saldırdı.

En son bir İsrail askerinin kaçırıldığı gerekçesiyle, Gazze’de elektrik ve su tesislerini tahrip etti. Ulaşım köprülerini uçurdu. Halkı karanlıkta bıraktı. Havadan saldırılarını yoğunlaştırdı. Filistin hükümetinin bir çok bakan ve milletvekilini göz altına aldı.

Bu kadar onur kırıcı, rencide edici ve kan içici vampir gibi Gayretullaha dokunacak zulmü ve şiddeti, bir topluma, bir halka, ülke olma hakkını isteyen bir kitleye uygulamak, insanlık dışı en büyük haksızlıktır.

İsrail’in son operasyonları, “yaz yağmuru” değil ölüm güllesi adeta. İncitilmiş, kışkırtılmış, zulmedilmiş, ruhu ve kalbi yıkık binlerce insanın insanlık trajedisi yaşanıyor. Daha ileri bir söz söylemek gerekirse, bir soykırım yaşanıyor.

Sağır, hissiz, algısı bazen aptallaşan Batının vahşî ruhu her zamanki seyirci ve zalimden yana destekçi rolünde.

İslâm dünyasına ne demeli? İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ), yeniden yapılanma sürecine girdiğinden beri sanki bu konuda daha da sessizleşti. İKÖ, Müslüman halkların demokrasi sözcülüğünü ve işgal edilen ülkelerde yaşanan zulmü daha gür bir sesle tel’in edemez mi? İslâm dünyası, komple bir boykota hazırlanamaz mı?

Evet, esas kırılma burada yaşanıyor. Mazlûm insanlar hissedilmedikçe ve onların mücadelesine ortak olunmadıkça, adı ister Hamas olsun, ister El Fetih olsun fark etmez. Bu iki örgüt, geçmişte demokratik sürecin ve Batı karşısında tutunacak daha kalıcı metotların sahibi olamadıkları için kaybediyorlar.

Bizi üzen, beraberinde bir halk cezalandırılıyor. BM, AB ve Rusya’dan bu açmazı çözecek yeni bir girişimi derhal başlatmaları bekleniyor. İslâm dünyası da artık uyanmalı. Kaderin bu acı tokatlarını daha fazla hak etmeden, kendine çeki düzen vermeli.

Ah Filistin! Biliyorum barışa ne kadar hasretsin...

Lütfen, üç dakika Filistinli çocukları düşünelim...

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Var olmak görünmektir



Varlığa aşığız. Varlık cennetimiz, yokluğumuz cehennem. Varlığımızı çoğaltmak, sonsuzcasına var olmak dileğimiz. Parça iken bütün, bir iken sonsuz, cüz’î iken küllî olmak isteriz. Azımızı çok eylemek, yokluk acımıza merhem sürmek isteriz. Duyularımızla ve duygularımızla diğer varlıkları varlığımıza katarız.

Duyarak, görerek, koklayarak, dokunarak varlığımızı çoğaltmaya çalışırız. Her yeni koku, her yeni ses, her yeni görüntü ile varlığımız genişler. Her duyu kâinatın en uç noktalarına kadar yayılır, âlemden devşirdiklerini bize getirir.

Böylece, bütün âlem mülkümüz olur. Mânen sahip oluruz her gördüğümüze, her duyduğumuza... Gördükçe, duydukça, düşündükçe var olduğumuzu hissederiz.

Zira, var olmak görmektir, duymaktır, koklamaktır.

Ama, var olmak aynı zamanda görünmektir. Âlemi gözbebeğinde saklayan insan, aynı zamanda, anlam ve değerini hissedecek, kısacası var olduğunu hissettirecek bir gözbebeği arar. Varlığını, güzelliğini takdir edecek bu gözbebeği olmadan yarım hisseder. Varlığının anlamını yansıdığı gözde kazanır. Görünerek çoğalır...

Cümle aşklar bir gözbebeği arayışının hikâyeleridir. Cümle şöhret arayışları, yansıdığı gözbebeklerinin sayısını arttırarak varlığını çoğaltma çırpınışlarıdır.

Ancak, nasıl insan nesnelerin sûretine gözünü açıp anlamlarına yüreğini kapatarak onları mânen kör bir kuyuya atabiliyorsa, görünmek isteyen insan da kendini, kendi hesabına çalışan, varlığının sadece görünür kısmına bakabilen kör gözlere satabiliyor.

Oysa, sonsuzcasına var olmak isteyen insan, onu sonsuzcasına kuşatabilecek, hakkıyla takdir edebilecek, mükemmel bir göz talep eder. Âşıkların mâşuklarına en küçük bir kusuru konduramamaları bundandır. İnsan kendine bakan gözün kusursuz olmasını ister. Aynı şekilde, o kusursuz gözde kusursuz görünmek ister. Milyarlarca dolarlık makyaj ve bakım endüstrisi ve estetik cerrahi sektörü insanın bu yönünü kullanır.

Gözünü, onu ve gördüklerini görerek ve bilerek harika bir san’atla Var Eden’in adına kullanan insan, kulak ve burun gibi duyuların aksine kendi iradesine ve tercihine bırakılmış olan bu duyusunu keyfince kullanamaz. Görmenin varlığını çoğaltmak için sadece geçici bir basamak olduğunu bilir.

Görmek görünenlerin ardlarında sakladıkları asıl anlamlara perde aralamaktır, onun için. Ki, gözünü asıl Basîr-i Hakikî adına kullandığında, görüneni görünmeyene vesile eylediğinde, çizilen sınırlara yaklaşmadığında, yasaklananlardan gözünü koruduğunda kendisinin de bir araç olduğunu, onun gözüyle bu âleme nazar edenin başkası olduğunu anlar. Bilir ki, harama açılan göz, o göz ile âleme açılan kalbin kapanması, o göz ile âleme nazar eden asıl Gören’in memnuniyetsizliğini sonuç verir.

Kalbin hakikatleri görebilmesi için, gözün kalb adına bakması gerekir. En güzel manzaraları, en harika güzellikleri yansıtsa da, kalbin rağmına bakan bir göz, o güzellikleri çirkinliğe, hakikatleri anlamsızlığa dönüştürmeye adaydır. Böylesi bir göz her gördüğüyle çoğalmaya değil, eksilmeye lâyıktır. Yasaklanmışa yönelen her göz, menhus bir geçici hazza vesile olsa da, kalbi yaralar, parçalar.

Görünerek var olmaya çalışan insanın önünde iki yol var aslında. Ya zalim ve aslında kör gözlere göstermeye, kendini onlara beğendirmeye çabalar. Onların keyfine göre şekil almaya, o şekle giremediğinde aşağılanmaya, en küçük kusurunda küçümsenmeye razı olur. Bu görünme çoğalmak değil azalmaktır. Zahiren güzelleşse de, kendini manen kör gözlere satan, hakikatte ruhen acizleşir, çirkinleşir.

Ya da, bütün kusurlarına rağmen ona şefkatle bakan bir gözün/nazarın Sahibine görünmeye, kendini Ona beğendirmeye çalışır insan. Ancak Onun sonsuz nazarında hakkıyla yansıdığında sonsuzluğa erişebileceğini bilir.

Henüz kimselerin onu göremediği bir haldeyken, merhamet gözüyle görüp onu varlığa buyur edenin, gözünde bütün âlemi bir şehrayin gibi yansıtıp onu insan makamına yükseltenin, ona görünme ve beğenilme arzusu vererek Kendisine cezb edenin, dolayısıyla hakkıyla görebilecek olanın sadece ve sadece O olabileceğini teslim eder.

Zahirî güzelliklerini sadece Onun adıyla bakan gözlere sergiler ve helâl dairede güzelliğini helâl gözlere gösterirken o gözlerin de aslında sadece ve sadece birer aracı olduğunu unutmaz...

Hem bedenlerin, hem gözlerin bir kez daha yakıcı bir imtihana girdiği şu yaz aylarında gözden uzak tutulmaması gereken şeyler değil mi bunlar?

www.muratciftkaya.com

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Bize dengeli yaklaşım lâzım



Kur’ân ve Sünnet ölçülerini hayatlarına geçiren insanlar, olaylara yüzeysel değil, etraf-ı erbaasıyla bakarak değerlendirirler. Burada ölçü, insanların haksız bir şekilde suçlanmaması gerekmektedir. Çünkü birer Müslüman olarak, insanlar için beslediğimiz zanlarımızdan dolayı da hesaba çekileceğimizi bilmekteyiz. Bu sebeple olayları değerlendirirken, “Kim söylemiş, kime söylemiş, hangi maksat ve hangi niyetle söylemiş?” şeklindeki soruların iyice cevaplandırılması gerekmektedir.

Gerçek bir sonuca varmak ve yanlış suçlamalara meydan vermemek isteyenlerin peşin hüküm verme gibi bir alışkanlıklarının olmaması gerekir. Çünkü meydana gelen olaylara iyice vâkıf olmadan, olayların kahramanı durumundaki insanlar hakkında hükme varmak insanı yanıltabilir. Böylece kişiler hakkında yanlış zanlarda bulunur ve onların haklarına tecavüz etmiş oluruz. Zira insanların söyledikleriyle gerçekten neyi kast ettiklerini ancak Allah bilir.

Dinimizin şiddetle men ettiği kötü zan ve gıybet gibi günahlara bizi sokan durumlar, bu şekildeki yanlış yaklaşımlar neticesinde meydana gelmektedir. İnsanlar hakkında güzel düşünüp onlara hüsn-ü zan etmenin sorumluluğu olmamakla birlikte, insanlara sû-i zan etmenin, hak etmedikleri durumlarla suçlamanın dinimizde yeri bulunmamaktadır. Böyle davranmak kul hakkını gasp etmek demektir ki, bunun sorumluluğu büyüktür.

Dostumla, önceki yazımda belirttiğim konular hakkındaki sohbetimizden sonra, kendisi sözü, geçmişte Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan ve zaman zaman tenkitlere sebep olan beyanatlarla gündeme gelen bir zâta getirdi. “Nihayet gerçek yüzü ortaya çıktı” diyerek, sözü belki de haklılığını ifade etmek için cevap veremeyeceğimi düşündüğü bir konuya getirdi. Dostumun ifadelerinde açık olmazsa dahi geçmişte bu zata oy verenlerin hata ettiği iması bulunmaktaydı.

Kişilerin şahsî yaşantılarının kendilerini bağladığını, bizim insanların icraatına bakmamız gerektiğini ifade etmeye çalıştım. Bu siyaset adamının geçmişteki müsbet icraatlarından ve dine ve dindara olumlu bakışlarından bahsetmeye çalıştım. Bu insan icraat mevkiinde iken memlekete güzel hizmetler ettiğini ve insanlarımızın büyük bir kısmı ona oy vererek doğrusunu yaptığını anlatmaya çalıştım. Ancak memleketimizde kişilerin Cumhurbaşkanlığı makamına gelince değiştiğini, dolayısıyla bu zatın bu makamda iken ve sonrasında dile getirdiği bazı söylemlerini beğenmediğimizi ve tenkit ettiğimizi söyledim.

Bahsi geçen zatın son zamanlarda söylediklerinin onu bağladığını ve eğer yanlışa düşmüşse, bizim bundan dolayı üzülmemiz gerektiğini, yaptıkları müsbet icraatlarını bir kenara bırakarak onu sadece söylediği yanlış ifadelerle muaheze etmemizin bizi yanlışa götürebileceğini ifade etmeye çalıştım. Zaten artık icra mevkiinde olmadığını, Allah’ın huzurunda, yaptıklarının ve söylediklerinin hesabını vereceğini de ilâve ettim. Sonrasında, toplumun bizim gibi iman ve Kur’ân hizmeti içinde bulunduğunu söyleyenlerden çok daha önemli hizmetler beklediğini ve günlük siyasî çekişmeler konusunda ifrat ve tefritten uzak hareket etmemiz gerektiğini söyledim.

Bu şekilde devam eden kısa bir sohbet neticesinde müsaade alarak dostumdan ayrıldım. İnsanların bakış açıları üzerinde düşündüm. Elimizin altında bulunan ve bizleri ifrat ve tefrit şeklindeki yaklaşımlardan uzak tutan Risâle-i Nur eserlerinden yeterince istifade etmememizin bizleri sıradan insanlar gibi olaylara bakmaya yönlendireceğini bir kere daha anladım.

Bilhassa günümüzün olaylarına tarafgirane yorum getirmekte acele eden insanların çoğunlukla sonradan pişman olduklarını görebilmekteyiz. Yirmi birinci asrın sosyal hayatı içinde o kadar çok silik ve yanıltıcı sözler dolaşmaktadır ki, ölçüler dahilinde olayları yorumlamayanlar sonunda yanıldıklarını anlamaktadırlar.

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

İlk cümle



Öyle ilk cümleler vardır ki, sırf o cümle yüzünden, elinizdeki kitap hayatınızın en hızlı okuduğunuz romanı statüsüne yerleşiverir. Sırf o cümle yüzünden, nice sıkıcı cümleleri sıkıla sıkıla okumaya razı olursunuz. Romanı unutsanız da, hatarınızda o cümle daima vardır.

Bir şarkıyı sevdiren, bir şiiri ezberlettiren, bir şairi gönlündeki tahta oturtan da o ilk cümlelerdir.

Anneler ve babalar ilk kelimeleri hatırına, katlanır evlâtlarının en kırıcı, en alaycı, en küçük düşürücü cümlelerine. Öyle şaheser filan ortaya koymamıştır velet, alt tarafı “anne”dir, “baba”dır. Ama siz onu bir de o anneye ve o babaya sorun işte.

İlk harfini hatırlayan var mıdır, bilmem. Ama yazdığı mektupların ilk cümlesini unutanların olduğunu sanmıyorum. “Anne” ve “baba” birden “Sevgili anneciğim”e, “Sevgili babacığım”a, “Biricik kardeşim” e dönüşüverir, “Mektubuma son verirken, selâm eder” diye biteceği baştan belli olan satırlarda.

“İlk ev”ler vardır, baktıkça, oturduğu evlerin ve o evlerde yaşadıklarının film şeridini geçirtir insanın gözünün önünden. İnsanın hayatı, duvarlardan geçen hayaletler gibi akıp gider kalbinin üzerinden. O ilk ev, insanın hayatındaki ilk cümledir bir bakıma. Güzel günler geçirmişse orada, daha kolay katlanır, hayatın sıkıcı yanlarına.

Sonunu bilmeyiz hayatımızın, değiştiremeyiz de. Ama hayatımızın ilk cümlesini, ilk olarak kabul ettiğimiz cümlesini değiştirebiliriz. Hayat artık benim için buradan başlıyor diye yeni bir sayfa açar, yeni bir paragraf yapar, yeni bir cümle yazabiliriz. Ama kolay değildir bu. Yazılmış onlarca satır vardır. O satırların götürdüğü bir hikâye ve ağlarını ağır ağır ören bir son vardır. Ama bulunabilirse öyle bir ilk cümle, bir romanı bir solukta bitirtecek, bir şiiri ezberletecek, bir şarkıyı sevdirecek, bir ömrü uğruna feda edecek; yazmalıdır, kitabın başına.

İlk cümle niyetine…

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Baş”sız TRT



Devlet yönetimi “his” kaldırmaz. Bu ağır mekanizma, insanların “duyguları”na bırakılacak kadar “lüks” değildir.

TRT gibi bir kurum 9 ay genel müdürsüz... Yani, bu kurum resmen “baş”sız!

Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer hükümet kanadının gönderdiği 2 adayı veto ederek, devleti işlettirmez hale getirdi.

TRT Genel Müdürlük sürecinde “dön başa” yaşanıyor şimdi.

RTÜK’ün, yapacağı ilk toplantıda genel müdür adaylığı için sürecin yeniden başlatılması ve başvuru tarihi konularını ele alması bekleniyor.

Soru:

Sayın Sezer, bu durumdan memnun mu?

Devleti işlettirmez hale getirmekten hoşnut mu?

“KIZLAR OKULA” YA DİĞERLERİ?

Haber kaynağı DHA... Bazı haber bültenlerinde de gösterdi: Van’ın Güveçli köyünde yaşayan Ceylan isimli bir kızımız, üçüncü sınıfa kadar okula gidebilmiş. Zira, babası onu okuldan almış.

Öğretmen hanımlar, “baba”yı ikna edebilmenin derdinde. Halbuki oranın şartlarını hiç hesaba katmıyorlar.

Baba Hamit Belin açık ve net söylüyor:

“Kızımın okuyup meslek sahibi olmasını istemiyorum. Köy olarak kızları göndermemek için anlaştık. Diğerleri gönderirse ben de gönderirim.” (Kanal D)

Şu cümleye dikkat:

“Zaten göndersek de bir şey olmaz.”

Tıpkı diğer babalar gibi. Onlar kızlarını okula gönderdi ne oldu?

Okumasın demiyoruz elbet. Ancak o bölgenin ağır şartlarını hesaba katmadan buradan ahkâm kesmemeli. Yargısız infaz etmemeli.

Eğitim veren kurumlarda, okuyan binlerce insanımızın durumları çok daha iyi yerde mi?

Üniversiteli milyonlarca işsiz ordusu varken, sırf “kızları” hedef alarak, eğitim kurumlarına göndermek sağlıklı bir gelişme mi? Peki okuyamayan “genç erkekler?”

Zaten eğitim sistemimizin hal-i pürmelali ortada: ÖSYM tartışılıyor. YÖK’ün neresi doğru?

Anlamadığım bir şey var:

Eğitimin kendisi sorgulanmıyor da, neden insanlar sorgulanıyor?

YAHUDİLER VE HİTLER

Kanal A’da, Stalin ve Hitler’in biyografilerini izliyorum.

Hitler’in biyografisinde, özellikle Almanya’da ırkçılığı kullanarak nasıl iktidara geldiğini anlatıldı.

Hitler’den bahsedilince, Yahudi soykırımından bahsedilmez mi?

Belgeselde, Hitler’in “Yahudilere” karşı duyduğu özel kinden sözetti.

Akla şu soru geliyor:

Peki Hitler, Yahudilere karşı neden kin besliyordu? Tarihte bu konudan niçin hiç bahsedilmez. Sadece varsa, yoksa “gaz odaları.”

Hitler’in Almanya’yı ayağa kaldıran politikalarını izlerken, İsrail’den neden nefret ettiğini asla öğrenemeyeceğiz galiba.

Tarih sebep-sonuç ilişkilerine bakar.

Hitler kuşkusuz tarihteki yerini aldı.

İsrail’in şimdiki yaptıklarına bakıldığında, ileride hiç de hoş anılmayacak!

Yahudi devleti İsrail, resmen soykırıma bahane arıyor.

Gazze’yi abluka altına almadan önce, haftalarca çocuk katletti... Şimdi, Bakanları tutukladı. Bölge İsrail askerleri tarafından sürekli bombalarla taciz ediliyor. İsrail askerleri bazı insanları sorgusuz sualsiz “terör” bahanesiyle öldürüyor. Filistin’in insanî temel ihtiyaçlarına resmen el koydu.

Hitler’i izlerken, acaba hangisi daha masum diye kendi kendime sormadan edemedim?

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Genelkurmay tartışması



Önemli dönemeç noktaları var Türkiye’nin. Batı demokrasilerinde rutin bir işlem olarak gerçekleştirilen atamalar, bizde darbelere, tasfiyelere, rejim sarsıntılarına yol açtığı için, kritik süreçler olarak karşımızda duruyor.

Bundan tam 1 ay sonra Türkiye işte böylesine kritik bir eşiği atlayacak. Yüksek Askerî Şûrâ toplanarak Genelkurmay Başkanını belirleyecek. Büyükanıt Paşanın Şemdinli olayları sebebiyle sarf ettiği, “Tanırım, iyi çocuktur” sözlerinden kaynaklanan tartışmalar bu atamayı popüler kıldı. Ancak zannetmeyin ki, sadece bu dönem için bu tartışmaları yapıyoruz.

Türkiye’nin tarihinde bunun sayısız örnekleri var. Bu sebeple biz 2 yıl sonra aynı günlerde, yine benzer tartışmaları yapacağız. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Jandarma Genel Komutanı Fevzi Türkeri’nin emekliye ayrılması nedeniyle bu iki göreve atamalar yapılacak. Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte Birinci Ordu Komutanı Org. İlker Başbuğ’un Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilmesi bekleniyor. Tabiî Jandarma Genel Komutanlığından emekli davetiyelerini bastırmışken, Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilen Aytaç Yalman örneğini de unutmamak gerekiyor.

Hilmi Özkök, orduyu siyasete sokmamakla, AKP iktidarına karşı sert davranmamakla, AB konusunda engel çıkarmamakla suçlanan ve hükümetle uyum olmakla itham edilen bir Genelkurmay Başkanıydı. Peki ordunun siyasetten uzak durması, Genelkurmay Başkanının siyasilerin işlerine müdahale etmemesi ve TSK’yı bir kriz konusu olmaktan uzak tutması bir Genelkurmay Başkanının aslî görevi değil mi? Görevini yapmak zaaf, rejime müdahale etmenin ise erdem olduğu bir demokrasi olur mu?

Geçmişte Muhsin Batur’dan, Faruk Gürler’e, Talat Aydemir’den, Cemal Madanoğlu’na, üsteğmeninden generaline kadar türlü çeşit, başarılı, başarısız müdahaleler yaşadık. Ne oldu? Türkiye’yi asker egemen, yarı militer, demokrasiyi işletemeyen, şeffaf olmayan bir ülke konumuna düşürmedi mi? Sabah kalkanın yönetime el koyduğu bir muz cumhuriyeti olmadık, ama ondan birkaç gömlek üstte, ama yarı militer bir demokrasi olarak kaldık. Zaten üye olmak istediğimiz AB ile aramızdaki en önemli sorunlardan biri de rejim içinde askerin rolünün çok fazla ön planda olması değil mi?

Tüm bunların altını çizdikten sonra Genelkurmay Başkanlığı prosedürüne, anayasa ve TSK’nın ilgili yasalarındaki maddeler ışığında bakmak istiyorum. Çünkü bu denli çalkantılı bir konu için, Genelkurmay Başkanı üçlü kararname ile mi atanır, yoksa tüm bakanların isminin yer aldığı müşterek kararname ile mi Cumhurbaşkanının onayına sunulur, konusu dahi net değil. Ayrıca 24 saatlik gecikme Büyükanıt’ı koltuğundan eder mi etmez mi gibi tartışmalara şahit oluyoruz.

Genelkurmay Başkanlığının ataması anayasa’nın 117. Maddesinde düzenleniyor. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev ve yetkileri kanunla düzenlenir” deniliyor. Ayrıca Genelkurmay Başkanının görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a bağlı olduğu belirtiliyor. Dikkat edin, başbakanlık denilmiyor, Başbakan deniliyor.

926 sayılı TSK personel Kanunu’nun 49. Maddesi de daha ayrıntılı bir şekilde bu konuyu düzenliyor. “Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış orgeneral oramiraller arasından Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanınca atanır” deniliyor.

“Bakanlardan birisi 24 saat imzalamazsa, yaş haddinden dolayı Büyükanıt bu şansını kaybeder” diyenler de yasaya uygun konuşmuyor. Çünkü 926 sayısı yasanın 49. maddesinin ikinci paragrafının son cümlesi, ”Genelkurmay Başkanlığının boşalması halinde, en geç 45 gün içinde atama yapılır” diyor. Bir de 1324 sayılı Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkileriyle ilgili kanun var. Orada da, ”Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanınca atanır” deniliyor.

Peki iktidar kanadındaki düşünce ne? Başbakan Erdoğan Genelkurmay başkanlığı konusunu Abdullah Gül ve Vecdi Gönül dışında hiçbir kimse ile ve hiçbir zeminde konuşmuyor.

Ordunun iç dengelerine müdahale etme gibi bir düşüncesi gözlenmiyor. “Teamül neyse, o uygulanacak” diye Büyükanıt’a verilmiş bir sözü var.

Yüksek yargı mensuplarına ek zam verilmesine itiraz eden Genel Başkan yardımcılarına, “Söz verdim, gerçekleşecek” diyen Erdoğan’ın, Büyükanıt konusunda farklı hareket etmesi beklenmemeli.

“Darbe yapmaz diye Ege Ordu Komutanlığından getirilen Evren darbe yapmadı mı ki?” yorumlarının hükümet cenahında çokça konuşulduğu da unutulmamalı. Ayrıca, Futbol Federasyonu Başkanı’nı bile değiştiremeyen bir iktidarın, Genelkurmay Başkanlığı gibi hesabı alt üst edeceğine de ihtimal verilmemeli.

Bu sebeple ben kendi payıma YAŞ’ta bir sürpriz beklemiyorum. Biz Büyükanıt olayını tartıştığımız kadar bir konuyu göz ardı ettik. Asıl bu YAŞ toplantısında adı Sauna ve Atabeyler çetesinin içinde yer alan, bazı eski subaylarla işbirliği içinde oldukları ortaya çıkan subaylar, astsubaylar ne olacak? TSK ile ilişikleri kesilecek mi? Asıl ona bakmak gerekiyor. Çeteci subayların, astsubayların TSK’nın imajına ve emir-komuta zincirine verdiği zarar, hiçbir şeyle izah edilemez.

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gençlere siyaset yolu



Gençlerin erken yaşta siyasete atılmasının teşvik edilmesi, en başta gençleri sevindiriyor. Seçme ve seçilme yaşıyla ilgili tartışmalar, elbette bugünün konusu değil. Geçmişte de bu tartışmalar yaşandı ve nihayetinde ‘seçme’ yaşı 18’e indirildi.

Yeni gündem, 30 olan ‘seçilme yaşı’nı 25’e indirmek. Bazı siyasîler, bu yöndeki kararın bir an önce alınmasını ve uygulanmasını istiyor. Tabiî siyaset gençlerin işi. Ama tek başına genç olmanın yeterli olmadığı da malûm. Gençlik ile bilgi ve tecrübenin bir araya gelmesi en iyisi.

Tartışmaya katılan TBMM Başkanı Bülent Arınç da, bir Anayasa değişikliğiyle Türkiye’de seçilme yaşının 25’e indirilmesi gerektiğini söylemiş. (AA, 2 Temmuz 2006)

AB Parlamento Başkanları Toplantısı için Kopenhag’ta bulunduğu sırada, basın mensuplarıyla bir araya gelen Arınç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilme yaşının 25’e indirilmesiyle ilgili sözlerinin hatırlatılması üzerine, “Seçme yaşı 18, seçilme yaşı 30 olarak kalmıştır. Bu konu daha önce 2 defa Meclis’e gelmesine rağmen, gerekli oy sayısı sağlanamamıştı. Bir Anayasa değişikliğiyle Türkiye’de seçilme yaşı 25’e indirilmelidir. Bu konuda geç kalınmadığını düşünüyorum’’ şeklinde konuşmuş.

Gençlere, sadece siyasette değil; her sahada ‘yer’ açılmalıdır. Ancak Türkiye’de yaşanan sıkıntı bu mudur? Kanaatimizce, seçilme yaşının 25’e düşürülmesinden önce yapılması gereken çok şey vardır. En başta, partilerdeki ‘lider sultası’ bir şekilde sona erdirilmelidir. Hemen her parti lideri yeri ve zamanı geldiğinde ‘parti içi demokrasi’den söz eder; ancak nedense bununla ilgili uygulamaları görmek mümkün olmaz. Belki de bundan da önce siyasî partileri ‘tek parti’ haline getirip, aradaki farklılıkları bir anlamda ‘yasaklayan’ Siyasî Partiler Kanunu değiştirilmelidir. Çünkü mevcut partilerin adları farklı da olsa, kanun gereği uymaya mecbur oldukları ‘ölçüler’ aynıdır. Bu sebeple, vatandaşın; “Partiler arasında fark göremiyorum” demesi garip karşılanmamalıdır. Oysa siyasî partilerin ‘aynı’ değil, ‘farklı’ anlayış ve yorumlara sahip olmalarından ‘hakikat’ ortaya çıkmaz mı? Bütün partilerin ‘söylem’leri aynı olmaya mecbur ise, niçin farklı genel merkezleri vardır?

İhmal edilen bir konu da, partilerin milletvekili adaylarını belirlerken uyguladıkları yanlış politikalardır. Genel merkeze ve parti liderlerine verilen ve çoğunlukla da istismar edilen ‘yetki’ler, cesaretli ve doğruları söyleyebilen vekillerin aday olmasını ve seçilmesini engelliyor. Liderin ve genel merkezin ‘emir’lerine kayıtsız/şartsız boyun eğecek, yanlışlara ‘hayır’ diyemeyecek olduktan sonra, seçilen kişinin genç ya da ihtiyar olması fark eder mi? İşte asıl bu noktalardaki sıkıntıları aşmak ve milletin sesini TBMM’de daha net duyurabilecek değişikliklere gitmek gerekir.

Bu yapılamadıktan sonra, seçilme yaşını 25’e indirmekle, sadece TBMM’nin ‘yaş ortalaması’nı düşürmüş oluruz, o kadar...

*

Bağdat harap oldu

Bir yanda Filistin, bir yanda Bağdat. Hemen her gün ‘ölüm raporları’ dinler olduk. Bu arada , Afganistan’ı da unutmayalım...

Acaba bu acılara sebep olanlar, hiç pişmanlık gösteriyor mu? Yoksa, ‘daha fazla kan ve gözyaşı’ onların hayat suyu mu?

Allah’ım, zalimlere fırsat verme. Amin.

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Topkapı Deklarasyonu



Ceylan Intercontinental Oteli’nde iki gün boyunca Muslims of Europe Konferansı yapıldı ve iki günlük yoğun programın ardından da Topkapı Deklerasyonu yayınlandı. Bendeniz özellikle de son günün programını sonuna kadar takip ettim. Hatta hitam-ı misk kabilinden Bosna Reisü’l Uleması Mustafa Çeriç’in okuduğu sonuç bildirgesini Topkapı Sarayında dinledim. Topkapı Deklerasyonu Topkapı Sarayında okunurken havada bulut olmamasına rağmen yağmur yağması tefeüle yani iyimserliğe neden oldu. Hatta Reisü’l ulema sonuç bildirgesi mesabesinde olan Topkapı Deklerasyonunun neredeyse sonuna gelmişti, ama yağmur iyiden iyeye bastırınca kesmek mecburiyetinde kalmıştı. Zira tören açık havada icra ediliyordu. Biz dinleyiciler de konuşmayı yine açık bir ortamda dinliyorduk.

Mustafa Çeriç konuşmasına Harun Reşid’den bir hikâye iye başladı. “Benim burada sizlere hitap ediyor olmam hiç de kolay değil. Bir gün Harun Reşid otağında bulunmazken hizmetçilerden birisi bir müddet bu boş koltuğuna oturmuş. Bunun üzerine görevliler onu temiz bir pataklamışlar. Darp üzerine hizmetçi ağlamaya başlamış. ‘Dayağın acı ve eleminden dolayı mı ağlıyorsun?’ sorusuna ise şu ibretamiz karşılığı vermiş ‘Bu koltuğa bir dakika olsa oturmanın karşılığı ve cezası buysa vah Harun Reşid’e. Bunca süre bu koltuğa oturmanın hakkını nasıl verecek?’ Gökte ve havada bulut olmamasına rağmen yağmur yağması toplantının İlâhî makbuliyetine yorumlandı. Bizzat Çeriç de sonra bu yorumlara katılarak yağmur için ‘bereket indi’ ifadesini kullandı. Toplantı gerçekten de bizim için bir yenilenme oldu. Yıllardır görmediğimiz arkadaşları gördük ve duymadıklarımızı duyduk.

***

Topkapı’daki bu manevî atmosfere rağmen yine de böyle bir toplantının İstanbul’da tertibinin gerisinde kötü niyetlere bağlayanlar da vardı. Karineler de bunu doğruluyor. Ama bazen kötü gördüklerimiz hayır çıkabilir fehvası bu toplantı için de geçerlidir. Veya bu toplantının tertibinin İngilizler tarafından finanse edilmesinin toplantıyı İngiliz etkisine açık hale getirdiği konuşuluyor. Kimilerine göre toplantının tertibinin arkasında British Council’in propoganda kolu the Foreign Office bulunuyor. Kimileri de bu the Foreign Office’i bizzat hariciyenin kendisi olarak anlamış. Gerçekten de ne olursa olsun İngiltere’de üç koldan İslâmı sahiplenme yarışı var.

Bu üç kolu şöyle açıklayabiliriz: Birincisi, resmî düzeyde hükümetin temsil ettiği yaklaşım, İngiltere’ye uygun bir light İslam/hafif veya ılımlı İslam modeli ortaya çıkarmak istiyor. Nur Vergin bir zamanlar Light İslam ifadesini Türkiye için kullanmış ve böyle bir modelin ortaya çıkarılmasını teklif etmişti. Şimdi İngiltere için light İslam anlamına gelebilecek bir modeli hükümet ortaya çıkarmaya çalışıyor ve bunun için de bu tür toplantılar tertip ediyor. İstanbul’da yapılan bu toplantı Muslims of Europe’ın ikinci toplantısı Birincisi Londra’da yapılmıştı.

Avrupalı Müslümanlar toplantısının ve adının fikir babası ve kirvesi Hasan el Benna’nın torunu Tarık Ramazan. Tarık Ramazan Hasan el Benna’nın birkaç dil bilen yeni versiyonu. Tarık Ramazan aynı zamanda bu hususlarda Tony Blair’e danışmanlık da yapıyor. Mısır ve ABD’nin reddettiği bu isimler bir şekilde Londra tarafından kabul görüyor. Mısır’ın güvenliği için tehlikeli gördüğü ünlü Vaiz Amr Halid ve yine ülkeye girişi yasak olan Tarık Ramazan bir şekilde Londra’da ikamet ediyorlar. Yani bu isimler Mısır’a göre radikal kaçarken Londra’ya göre ılımlı görülüyor. Gerçekten de yeni kuşağın temsilcileri olan Amr Halid, Tarık Ramazan ve Sami Yusuf davetçi kuşağı olarak yeni bir anlayışı temsil ediyor. Bunlar ulemadan ziyade düşünür ve davetçi kuşağı. Ortak paydaları bu ve anlayışları birbirine yakın. Hepsinin de Londra’da ikamet etmesi ve İstanbul’a gelmesi bu yönüyle tesadüf değildi elbet.

***

Bunlara mukabil İstanbul toplantısında Yusuf el Karadavi vitrindeki isimdi. Ona ise İngiltere’de hem İsrail’e, hem de hükümete muhalif kanattan Belediye Başkanı Ken Livingstone sahip çıkıyor. ‘Kızıl Ken’ olarak da adlandırılan Livingstone aslında Chavez’in İngiltere’deki karaltısı gibi. Dolayısıyla Karadavi bu nedenle İsrail yanlısı Daily Telegraph gibi gazetelerin hışmına ve aleyhtar kampanyalarına maruz kalıyordu. Buna rağmen Karadavi’nin hükümet eksenli olan Avrupalı Müslümanlar toplantısında da vitrin isimlerden birisi olarak görüyoruz. Bu çelişki mi değil mi? Karadavi kimi ‘radikal’lerin referansı olsa bile aynı zamanda Tarık Ramazan ve Amr Halid gibi ılımlıların da de referansı. Dolayısıyla ortada bir konumda bulunuyor. Hatta kimi selefiler demokratik yönelimi için kendisini kıyasıya eleştiriyorlar (Mesela, Londra’da yayınlanan el Beyan dergisi Haziran sayısına bakılabilir) Karadavi toplantıda referans isimdi. Amr Halid gibiler sık sık yanına gidip görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Akil adam olarak teberrük makamındaydı. Herkes teberrüken kendisiyle fotoğraf çektiriyordu. İngiltere’de İslâma sahip çıkan üçüncü kanat ise Galloway gibi hiçbir cereyana tabi olmayan nev’i şahsına münhasır tiplerden oluşuyor. İngiltere Ada ülkesi olması hasebiyle ötekilerle ilişki kurmakta her daim rahat olmuştur. Tarihte bir zamanlar toptan İslam’a girmesine ramak kalmıştı. Blair ile Müslümanların yolu onun Bush’u izlemesiyle ayrıldı. Bazıları İngiltere’ye karşı İslam’ı devlet dini olarak tanıyan Avusturya modelini öne çıkarmaya çalışsalar da bu fikir hüsn-ü kabul görmüyor. Peki toplantının amacı neydi? Onu da yarın analatlım.

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ümmeti için titreyen peygamber



“Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.

“Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: ‘Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.’”

Tevbe Sûresinin 128 ve 129. âyetlerinin meâli yukarıdaki satırlar. Efendimizin (a.s.m.) bizim için didindiğini, çırpındığını, sıkıntılarımıza dayanamadığını, bunların kendisine pek ağır geldiğini, mü’minlere çok düşkün, çok şefkatli ve merhametli olduğunu anlatıyor.

Bütün insanlığa gönderilmişti Peygamberimiz (a.s.m.). Öncelikle inkâr ve cehalet bataklığında gömülmek üzere olan insanları kurtarmak için kolları sıvamış, Tevhidin ışığında huzur dolu bir iklime çıkarmaya çalışmıştı. Bütün meselesi insanların kurtulması; ruh, kalp ve duyguların imanla, İslâmla hayat bulmasıydı. Onun için gerekli olan her şeyi yapardı. İnsanlara değer verir, ilgi gösterir, sevgi ve şefkatle yaklaşır, misafirlere, elçilere, kendisiyle görüşmek isteyenlere ikram ve iltifatta bulunur, İslâmın güzelliklerini anlatırdı. Onun bu hassasiyet ve gayretini Kur’ân, “Onlar îmân etmiyor diye, neredeyse kendini helâk edeceksin”1 meâlindeki âyetiyle anlatır.

Peygamber gönderilmediğinde insanlar yerlere, göklere bakıp sadece Allah’ın varlık ve birliğini anlamakla mükelleftirler. Peygamber gönderilince ise sorumluluk başlar. Peygamberin tebliğ ettiği bütün hakikatlerden yükümlüdürler insanlar.

Allah Resûlü (a.s.m.) puta tapan bir toplumda Allah’ın varlık ve birliğini insanlara anlatmakla işe başlamıştı. Bu iman onların hem dünyalarını, hem de ahiretlerini ateşten kurtaracak, Cennete döndürecekti. Huzur ve mutluluk anahtarıydı iman.

Evet, Allah Resûlü (a.s.m.), insanları ateşten kurtarmak için vardı. İnançsızlık ateşinden, isyan ateşinden. Nitekim kendisini ateş yakan bir adama benzetir; ateş etrafı aydınlatmaya başladığında irili ufaklı böcekler, ateşin içine düşmeye başlarlar, o zât da onları ateşe düşmekten alıkoymaya çalışır, böcekler ise baskın gelip hızla ateşe düşerler. “İşte” der Peygamberimiz: “Benimle sizin hâliniz buna benzer. Ben sizi ateşten kurtarmak için eteğinizden tutuyorum, ‘Ateşten uzak durun! Ateşten uzak durun!’ diye sesleniyorum. Siz ise bana baskın gelip, düşünmeden ateşe atılıyorsunuz.”2

İşte Kâinatın Efendisindeki insan sevgisi! Dünya ve ahiret ateşinden bizleri kurtarmak için ne çilelere katlanmış. Bize ne kadar düşkün bir Peygamber. Biz de ona olan sevgimizi Sünnetine uymakla göstermiş olacağız.

Dipnotlar:

1- Şuara Sûresi :3.

2- Müslim, Fezâil: 18.

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kâinattaki matematik ve cifir-ebced ilmi



Sathî bir nazarla yüzeyden baktığımızda bile her şeyin bir ölçü ile yaratıldığını fark ederiz. Dikkat kesildiğimizde ise, atomaltı parçalardan atoma; hücreden unsurlara; bitkilerden hayvanlara; dünyamızdan güneş sistemine, samanyolundan galaksilere fizikî, kimyevî, biyolojik, matematiksel açılardan muazzam bir ölçü, plan, program ve aralarında muhteşem sayısız bağlantı, denge, düzen, ahenk, simetri olduğunu müşahade ederiz.

Şu halde her şey kaderle takdir edilmiştir. Kader; ölçü, miktar, plân, program, takdir, biçim ve şekil verme demektir. Istılâhî anlamda, ilim sıfatı da ezelî ve ebedî olan Cenâb-ı Hakk’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve Levh-i Mahfuz diye tâbir edilen İlâhî arşivde yazması, kaydetmesidir.

Kur’ân’da hem arz, hem semaya, hem de içindeki varlıklara işaret edilir, hikmetli ve düzenli yönleri nazara verilir. Yaratılışta matematik, geometri gibi ince hesapların hakim olduğunu belirten birçok âyetten birisinin meâli; “Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun katında her şey ölçü iledir. O, görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir. Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen Onun ilminde eşittir” şeklindedir.1

Zaten başta astronomi, matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi fen ilimlerinin tümü, kâinat ve varlıklar arasındaki ince hesapları, hassas formülleri apaçık gösterirler. Şu halde, eşya ve olaylar arasında da matematik, yani hendesî, riyazî ilişkiler ve formüller olmalıdır. Bundan hareketle insanoğlu, kâinat tek tek varlıklar arasında da bir matematik ilişkisi olması gerektiğini düşünmüş ve çeşitli formüller üretmiştir.

Aslında matematik, İlâhî düzenin içinde mevcuttur ve insanın matematik yapması kâinatın bu mükemmel âhengini gözlemekten ibarettir. Dolayısıyla matematik zaten kâinatın sırları içine kodlanmıştır ve insan onu sadece keşfeder. Kâinat bir uçtan bir uca hikmet ve düzen eseridir.

Atomun çekirdeği, elektron, nötronların dönüşü, plazma, zar ve sâiresi, hücrenin yapısı; insan ve hayvan uzuvları, organları, vücutları, çiçeklerin, ağaçların yapıları; hülâsa canlı ve cansız varlıkların harika ve simetrik vücut yapıları bize kaderin/ölçünün/matematiğin varlığının varlıklar adedince delilleridir. Kaliforniya Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Görevlisi Ali Nesin, “Hiçten bir şey var olmaz tabiî. Matematik de bir şeyden var oluyor. Somuttan geliyor. Çok soyutlanmış, çok somuttan kopmuş, özellikle benim yaptığım matematik. Yaptığım matematik kâinatta bir yerlerde var. Bunu nasıl söyleyebileceğimi bilmiyorum çünkü burada felsefeye giriyor. İnanıyorum ki gerçekten matematikte her şey doğada var; biz yaratmıyoruz, onları buluyoruz” der.2

İşte Cifir veya Ebced, kâinatta var olan bu matematik, ölçü, ahenk ile olaylar arasında kurulan bir ilişkidir. İlm-i cifrin tanımı, “Harflere verilen sayı kıymeti ile geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarma ilmidir” şeklindedir. Arap alfabesinin 28 harfi, bir rakam değerini sembolize eder. Bu rakamlarla, âyet ve hadîslerden önemli hâdiseler, sosyal dönüşümler, vak’alar, meydana gelmeden önce tesbit edilir. Ki, bu gaybı bilmek değildir. Çünkü, Kur’ân ve Sünnet’te şifrelenen, artık gayblıktan çıkmış, şehadet âlemine ayak basmış, izâfî gaybdır.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Ra’d, 8-10.; 2- Matematiğin Aydınlık Dünyası – Sinan Sertöz

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sırat Köprüsü üzerine -2



İzmir’den okuyucumuz: “Sırat Köprüsü nedir? Mecazî midir? Yoksa gerçekten var mıdır? Kesilen kurbanların sahibine sırat köprüsünü geçerken binek olmasının hikmeti nedir?”

Sırat ile ilgili Peygamber Efendimizi (asm) dinleyelim:

“Kıyamet Gününde insanlar bir araya toplanacaklar. Rabbimiz: ‘Her kim her neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ buyuracak. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi taptıkları tâğûtların peşine düşecekler. Yalnız bu ümmet, içlerinde münâfıkları da olduğu halde yerinde kalacak. Allah onlara: ‘Ben sizin Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da: ‘El-Hak, Sen bizim Rabbimizsin!’ diyecekler. Allah Teâlâ’nın onları dâvet buyurması üzerine dâvete uyacaklar. Cehennemin tam ortasına Sırat (köprü) kurulacak. Ümmetini onun üstünden en evvel geçirecek ben olacağım. O gün dehşeti ve korkusu sebebiyle peygamberlerden başka hiç kimse konuşamayacak. Peygamberlerin o günkü kelâmları da: ‘Allahümme sellim, sellim’ (Allah’ım esenlik ver, Allah’ım kurtar!’ olacaktır. Cehennemde sa’dân dikenlerine benzer çengeller vardır. Bu dikenlerin ne kadar büyük olduklarını ancak Allah bilir. (Değişik rivayetlerde: Onlara, ‘Nurunuzun miktarına göre kurtuluşa koşun!’ denilir. Mü’minlerin kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi ala-yörük cinsi bir at gibi, kimi deve gibi sür’atle geçerler. Nihayet nûru yalnız ayaklarının baş parmağında olarak verilen kimse yüzü koyun yürüyerek elleri ve ayaklarıyla emekler ve bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır ve kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar durur. Kimi yürüyerek, kimi karnı üstünde sürünerek geçer de: ‘Yâ Rab! Beni neden bu kadar geç bıraktın?’ der. Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin: ‘Seni geç bırakan kendi amelindir!’ buyurur. O gün münafıklar, iman edenlere, ‘Lütfen bizi bekleyin de, nurunuzdan biz de istifade edelim’ derler. Fakat kendilerine: ‘Geriye dönün. Nûru orada arayın’ denilir.) Bu çengeller insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar. Bunlardan kimi kötü ameli dolayısıyla helâk olur. Kimi hardal gibi ezildikten sonra kurtulur. Nihayet, Allah ateşe girenlerden kimlere rahmet buyurmayı dilemişse onları çıkarır. Meleklere, dünyada iken Allah’a ibadet etmiş olanları çıkarmalarını emreder. Melekler de onları çıkarır. Melekler onları secde izlerinden tanırlar. Allah Teâlâ secde izlerini yiyip mahvetmeyi Cehennem ateşine haram kılmıştır. Cennet ile Cehennem arasında yüzü ateşe dönük bir kimse kalır. Ki o, Cennete gireceklerin sonuncusu olacaktır. O kimse:

‘Ya Rab! Yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor. Alevi beni yakıp duruyor’ diyecek. Adamcağız mütemadiyen duâ ve niyaz yapmaya devam edecektir. Sonunda Allah Teâlâ:

‘Bu senin dediğin yapılacak olursa, acaba başka bir şey istemeyecek misin?’ buyurur. Adam:

‘Celâl ve İzzetine yemin olsun ki, hayır!’ diyecek. Allah onun yüzünü Cehennem ateşinden Cennet’e doğru döndürünce Cennet’in güzelliğini görecek. Başlangıçta bir süre hayâ ettikten sonra: ‘Ya Rab, beni Cennetin kapısına yaklaştır’ diyecek.

Allah: ‘Evvelce başka bir şey istemeyeceğine dair yemin etmiş değil miydin?’ diyecek. Adam: ‘Ya Rab! Mahlûkatının en bedbahtı ben olmayayım’ diyecek. Allah:

‘Bunu da verirsem başka bir şey isteyecek misin?’ diyecek. Adam:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, hayır!’ diyecek.

Cenâb-ı Allah onu Cennetin kapısına yaklaştıracak. O kimse, Cennetin kapısına varıp da, Cennetteki eşsiz güzelliği ve letafeti, içindeki hadsiz sevinci ve neşeyi görünce, bir süre utancından susacak, ama sonra:

‘Yâ Rab! Beni içeriye sok!’ diye duâ edecek. Allah:

‘Behey Âdemoğlu! Sen ne sözünde durmaz kimsesin! Sen verdiğimden başka hiçbir şey istemeyeceğine dair yemin vermiş değil miydin?’ buyuracak. Adam:

‘Ya Rab! Mahlûkatının en bedbahtı olmayayım’ diyecek ve duâ ve niyazına ısrarla devam edecek. Nihayet Cenâb-ı Hak, onun da Cennete girmesine izin verecek. Ona:

‘İste!’ buyuracak. O da uzun boylu isteklerini dile getirecek. Ne arzu ediyorsa isteyecek. İstekleri bitince, Allah Teâlâ: ‘Bunlardan başka şunu da, şunu da, şunu da, bunu da iste!’ buyuracak. İsteyeceği güzel şeyleri Cenâb-ı Hak onun aklına getirecek. Nihayet adam bunları da isteyecek. Adamın istekleri bitince Allah Teâlâ:

‘Bunların hepsi ve on misli kadar isteklerin hepsi senindir’ buyuracak.”1

Allah için kesilen kurbanların Sırat üstünde sahiplerine burak gibi binek olacakları müjdesi, yapılan ibadete Allah’ın vermeyi vaad buyurduğu bir mükâfattır.2 Takdir Yüce Allah’ındır.

Cenâb-ı Hak ibadetlerimizi ihlâsla ve sırf kendi rızası için yapmamızı müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, 2/450

2- Sözler, s. 186

04.07.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Toplumda cinnet halleri



Toplumda gözle görülür derecede artış gösteren cinnet vak'aları, her geçen gün yeni bir boyut kazanarak yoluna devam ediyor.

Bu trajik vak'alar, sadece bir tek sebebe dayalı olarak meydana gelmiyor. Bunların, şüphesiz birden çok sebebi var.

Başta işsizlik, fakirlik, yoksulluk olmak üzere, sık sık yaşanan cinnet ve cinayet vak'alarına sebebiyet veren daha başka maddî sebepleri de saymak mümkün.

Ancak, içinde derin acıları barındıran olaylarda, işin bir de "mânevî sebep" boyutu vardır ki, bunun asla göz ardı edilmemesi gerekiyor.

Nitekim, bundan yarım asır evvel haber verildiği gibi, "Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor."

İşte, bu dehşet verici mânevî buhrandan, ülke ve millet olarak nasibimize düşeni bizler de bir şekilde görüyor ve çekiyoruz.

Günlük ajans ve haber bültenleri, gün geçmiyor ki, milyonlarca insanımıza bu yönüyle de ayna tutmasın, trajik vak'alarla ilgili bilgi ve görüntüleri yansıtmasın.

Yansıtılan bilgi ve görüntüler, pek çoğumuzun canını sıkıyor gerçi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, asıl can sıkıcı durum, yaşanan hadiselerin gazete sayfalarından veya televizyon ekranlarından topluma yansıtılış biçimidir: Bu, mâneviyattan yoksun, çare üretmekten mahrum, ders ve ibret cihetini nazara vermekten uzak bir yansıtma biçimi; moral değerleri zayıflatan, hatta çökerten bir yansıtma biçimidir.

Yaşanan vak'alar, ne kadar acı olursa olsun, şayet bir ciddiyet tavrı ve sorumluluk duygusu içinde insanlara yansıtılırsa, şüphesiz bundan faydalı bir ders çıkarılır ve dinamik zihinler çare üretme cihetinde çalışmaya yönelir.

Aksi halde, kalp ve kafa midesi bulanır; zihinler, çare olabilecek yöntemlerde bile çatallaşır, ileri gitmekte zorlanır.

Bu genel ölçüleri hatırlattıktan sonra, gelelim "toplumda cinnet halleri"nin nasıl bir seviyede olduğunu gösteren ve bir çeşit gösterge mahiyetini taşıyan bir–iki günlük olaylar kesitine...

Olayların dili

Geçtiğimiz hafta sonu ajans bültenlerine yansıyan ve dünkü gazetelerin çoğunda yer alan birkaç olayın özetini aktaralım.

1) Kendi oğlunu kaçıran baba

Diyarbakır'dan İstanbul'a götürülerek kapkaç yaptırılan oğlunun iki ay boyunca izini süren bir baba, çetin pazarlıklar (!) sonucu evlâdını çetenin elinden kurtarmayı başardı. (Bu arada, kurtarılmayı bekleyen başka çocukların durumunu düşünün.)

Seyyar satıcılık yaparak ailesinin geçimini sağlayan 6 çocuk sahibi baba, aniden ortadan kaybolan 14 yaşındaki oğlunu kurtarmak için verdiği mücadele henüz bitmiş değil. Zira, çocuğu kaçıran kapkaç çetesi, bu kez bütün aile fertlerini tehdit etmeye yönelmiş durumda. Aile, habire adres değiştirerek izini kaybettiriyor.

İşte, bir gösterge mahiyetindeki bu vak'a, cemiyette yaşanan maddî ve ahlâkî buhranın hangi seviyeye ulaştığını, sizce de açıkça göstermiyor mu?

2) Fransız rahip bıçaklandı

Samsun'da bulunan İtalyan Katolik Kilisesinde görev yapan Fransız rahip Brunissen, bir şahsın bıçaklı saldırısına uğradı.

Rahip Brunissen'in, Trabzon'daki rahip cinayetinden sonra "Hayatımdan endişe ediyorum" dediği ifade ediliyor.

Bu arada, saldırgan kişi için "akli dengesi bozuk" ifadesi kullanılıyor.

Böylelikle, yaşanan cinnet hali uluslararası bir boyut kazanmış oluyor.

3) MİT Bölge Başkanı öldürüldü

Milli İstihbarat Teşkilatı Batman Bölge Başkanı İsmet Ünal (41), aynı kurumda sözleşmeli personel olarak çalışan bir kişi tarafından MİT binası içinde tabancayla vurularak öldürüldü.

Katil zanlısının, bu işi "geçirdiği bunalım sonucu" yaptığı ifade ediliyor.

Demek ki, devletin en gizli, en mahrem tutulan bir dairesinde bile cinnet vak'aları yaşanabiliyor.

4) Hırsızlar "Hayat Bilgisi" dersinde

Hırsızlar, iki tv yıldızına ait İstanbul'un en lüks semtlerinden Ulus'taki evine girdi, birine bıçak dayadı ve evi soydu. "Hayat Bilgisi"nin iki oyuncusu Ceyhun Yılmaz ile Paşhan Yılmazer eve giren iki kişi tarafından bıçak zoruyla soyuldu.

Görüldüğü gibi, hırsızlar artık had–hudut tanımıyor ve her şeyi göze alarak mesleklerini icra etmeye çalışıyor.

Bu da, ayrı bir cinnet hali olsa gerektir.

Güven(lik) nerede?

Şu bir kaç misâle bakarak, acaba kim kendini güvende hissedebilir?

Bugün acaba kimin canı, malı emniyet altında bulunuyor?

Maddî tedbirler, elbette lâzım ve elzemdir.

Ancak, istenildiği kadar maddî tedbir alınsın, güvenliği hakkıyla sağlamaya yine de yetmez. Zira, tehlike bazan en güvenilen noktadan, hatta güvenlik korumasından da gelebiliyor.

Demek ki, meselenin en mühim tarafında, manevî tedbir ve manevî koruma unsurları yer alıyor. Bunlar sağlanamadığı takdirde, her türlü maddî güvenlik bariyerini yıkıp geçebilecek kabiliyette olan cinnet ve saldırganlık hallerinin önüne geçmek mümkün olamayacaktır.

İman, ahlâk, fazilet dersi veren Kur'ân kurslarının, imam hatip okullarının elini kolunu bağlayanların, bu eğitim yuvalarını başka maksatlara âlet edenlerin kulakları çınlasın.

Soy–sop deşifresi, yahut sabuklaması

Bizim dört–beş gün süreyle üzerinde durduğumuz ve özellikle Said Nursî ile ilgili bölümler hakkında eleştiride bulunduğumuz Soner Yalçın'ın "Efendi–2" isimli kitabını başka meslektaşlarımız da okudular ve gereken değerlendirmeyi yaptılar.

Bu değerlendirmeleden biri de, usta kalemlerden Ahmet Kekeç'e ait.

Kekeç, dün Yeni Şafak'ta çıkan "Soy sopla kafayı bozmak!" başlıklı yazısında, bizim yazdıklarımızla da büyük ölçüde paralellik gösteren şu ifadeleri serdediyor:

"...Sözü, Soner Yalçın'ın, bir başka merak unsuru olan ve bir önceki kitabına ait satış rekorunu egale edecek yeni kitabı 'Efendi-2'ye getirmek istiyorum.

"'Bu kitap nedir?' derseniz, bir tek cümleyle şunu söyleyebilirim: 'Soy sopla kafayı bozmuş bir araştırmacı-yazarın sabuklamaları.'

"Kitabı, tıpkı bir önceki 'Efendi' gibi bir solukta okudum. Bir sürü bilgi sunmuş bize Soner Yalçın; bir sürü olay, bir sürü neseb kaydı, ancak 'pornografik' merak unsuru olabilecek bir sürü ayrıntı.

"İyi de, bütün bunlardan bize ne?

"Kimin hangi kökene ait olduğu, (varsa) Sabetaycı komplonun nerelere kadar uzandığı, hangi televizyon ünlüsünün esasında hangi tarikat büyüğünün 'sülbünden' geldiği, hangi politikacının kimlere selâm verdiği, selâm verilenin esasında hangi 'soy'dan dönüştürülmüş kişilerle akraba olduğu, kimlerin kimlerle evlendiği, kimlerle ticaret yaptığı, kimlerle aynı uçağa bindiği, kimlerle aynı mekânlarda boy gösterdiği, zahirde bir din aidiyetine yerleştirdiğimiz kişilerin aslında hangi farklı aidiyetten geldiği bilgisi bizi ne ilgilendiriyor!

"Bundan Soner Yalçın'a ne! Bize ne! Türk halkına ne!

"İnsanları, artık soy sop bilgilerine göre mi değerlendireceğiz?

"Hem bakalım deşifre (!) edilenler, kendilerine yakıştırılmak istenen kimliği kabulleniyorlar mı, 'Aman ne iyi, ben kendimi Müslüman sanıyordum, ne mutlu ki atalarım bir başka dindenmiş!' diyorlar mı?"

04.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004