Osmanlı Devleti’nin son asrı hürriyet ve istibdat tartışmalarıyla geçti. Hürriyet nedir? İstibdat nedir? Bu iki kavramın İslâm’la ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Meşrûtiyet İslâmî köklere dayandırılabilir mi?
Bu ve benzeri soruların cevaplarının arandığı tartışmalar, Yeni Osmanlılar’dan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar geçen süre içerisinde entelektüellerin1 meşgul olduğu konular olmuştur. Osmanlı düşünürleri arasında bu tartışmaların yapılması meyvelerini geç de olsa verdi. Sırbistan sorunu sebebiyle Haliç’te toplanan Tersane Konferansı öncesinde (23 Aralık 1876) ilân edilecek olan I. Meşrûtiyet (Anayasal Monarşi) Düvel-i Muazzamanın Osmanlı Devleti’ne karşı tutumunu Rusya karşısında pozitife çevirme yönünde atılmış bir adımdı. Mevlevî tekkesinde, Mahmut Celâlettin Paşa rehberliğinde, Midhat ve II. Abdülhamid arasında varılan anlaşmayla Osmanlı Devleti tarihinde meclisli ilk anayasa ilân edilmiş oldu. II. Abdülhamid, başlangıçta meşrûtiyet ve hürriyete taraftar olduğunu ima ederek saltanata geçmiş ise de sonrasında işler bambaşka bir hal almıştı. Geleneksel Osmanlı idarî teşkilâtında yeni bir değişime yol açacak olan meclisin ve anayasanın ömrü fazla uzun sürmemiş, yaklaşık on bir ay sonra kapatılmıştı.
İşte bundan sonra yaklaşık otuz yıl devam eden ve tarihlere “istibdat dönemi” olarak girmiş olan zaman dilimi böyle başlamıştı. Sultan II. Abdülhamid Siyasal bu yeni sistemi eskisinden daha muktedir daha merkeziyetçi idare edebilmek için kurduğu güçlü “hafiye teşkilâtı” ile muhaliflerine göz açtırmamıştır.2
Tam da burada akla gelen istifham şudur: Hafiye Teşkilâtı nedir? Ne İşe yarar? İdare eden kimdir? Sonuçları ne olmuştur? Halktaki yansımaları nasıldır?...
Hafiye teşkilâtı, işleyişi ve sistem şeması
Padişah
Sadrazam
Dahiliye vekâleti bürokratlar,
hariciye vekâleti
Zaptiye nezareti ve seraskerlik,
sıradan halk, tercüme odası
sefaretler
Hafiye Teşkilâtı
Hafiye teşkilâtını sorgulamadan önce yapmamız gereken onun ne hazırladığını bulmaktır. “Jurnal” adı altında belge ihdas etmekle sorumlu bir kurum olan bu teşkilâtı ilk olarak Sultan Abdülmecid oluşturulmuş olduğu sanılmakla beraber 1820’lerde 3 dahi bunun varlığına dair ipuçları mevcuttur. Yalnız, popüler kültür ve hatıra edebiyatı dışında teşkilâtla alâkalı tutarlı bir bilgiye sahip değiliz. Bunun sebebi ise insanlığın gelişimiyle açıklanabilir. Zira insanoğlu da kâinat gibi gelişim kaydeden bir organizmadır. Ve hafiye teşkilâtının etkin günlerinde onu tutarlı bilgiyle kaydedebilecek bir yapı pek mevcut değildir. Hafiye teşkilâtının belgeleri yok etmesi ve gerçekten adından belli olduğu üzere gizli çalışması, kriptoloji dilini ihtiyar etmesi gibi maddeler de sebep olarak sayılabilir.
Bu olguyu Bediüzzaman Muhakemat’ta şöyle izah eder:
“İnsan ise, âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuttur. Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdat ile neşvünema bulur. Telâhuk-u efkâr ise, tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder. Tekemmül-ü mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise tedricî tecrübelerle büyür ve neşvünema bulur.”
“Derece derece tecrübelerle sağlamlaşır. Yani o yüzyılda bu durum bu yüzyılın gerisinde olduğundan dolayı kayıtlar hayli sınırlı kalmıştır. Ve sistematik ve tutarlı bilgi değildir. Biz bu çağdaki tecrübelerimizle bunu tutarlı bilgi haline getiririz. Meselâ iki belge arasında kıyaslamalar yaparak veya bilgiler arasındaki uyuşmazlıkları aşikâr ederek…”4
Sultan Abdülhamid devrinde yoğun bir jurnal ve hafiye teşkilâtının varlığı olduğu bilinmekteydi. Jurnalden kasıt ise “havadis jurnalleri”dir. Bu kelime 19.Yy’da dilimize girmiş ve rapor anlamında kullanılmıştır. Bununla beraber istatistik, tahaffuz, ihtisab, vb jurnallere de rastlanmıştır. Jurnaller Osmanlı bürokrasisinde son derece öneme haiz idi. 1845’e kadar seraskerlik tarafından ondan sonra ise Zaptiye Nezareti tarafından ihdas edilmişti. Aslında Türkçedeki “Jurnal” kelimesi Fransızcadaki “Journal” kelimesinden dilimize geçmiştir. Ve bu kelimenin gerçek anlamı “günlük, günce, günlük gazete”dir. Ancak 19. Yy’ın ilk çeyreğinde dilimize girmiş ve anlamını değiştirerek dilimizden bir daha çıkmamıştır.
O dönemin İstanbul’unda insanların neler konuştuğunu anlamak için kahvehanelere kulak kabartmaktan daha uygun bir yol yoktu. Zira o dönem yaygın olarak bulunan kahvehaneler gayr-ı müslim tebaa arasında da popülerliğini koruyordu. Tabi buradaki mesele kahvehane binası değildi elbette, orada siyasete taalluk eden meselelerdi. Bediüzzaman’ın da kahvehanelerde yani toplumun atardamarlarında efkâr-ı ammenin nabzını tuttuğunu şu satırlarda görüyoruz “İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- bazı particiler onları iğfal ile vilâyat-ı şarkiyeyi lekedâr etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle Meşrûtiyeti onlara telkin ettim.”
Peki neden kahvehaneler?
Zira, okuma yazma oranının çok düşük olduğu ve dolayısıyla yazı ile haber yayma kapasitesinin son derece düşük olduğu toplumlarda, toplumsal iletişim ve haber yayımı büyük ölçüde söylenti ile gerçekleşiyordu. 1789 yılındaki köylü ayaklanmalarıyla alâkalı çalışmasında “Lefebvre” “haber yayımında söylenti ve dedikodunun gücünü ve köylü ayaklanmalarında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu” vurgular. Halkı yönlendirme kapasitesi devlet için söylentiyi baskı ve kontrol altında tutmak için en önemli sebebi oluşturur. Hükümet ve bürokrasi için bu tür bir haber yayımı basın hürriyetinden daha tehlikelidir. Bu tehlike söylentinin anonim ve belirsizliğinden ve dolayısıyla kontrol edilemez karakterinden kaynaklanır.5
Hafiye Jurnallerinin dil biçiminden tahlili
Jurnallerde ekseriya tekdüze bir dil kullanılmıştı. Meselâ: “Üsküdar da Kara Hasanın kahvesinde” cümlesiyle başlayıp “söylediği işitilmiş olduğu” cümlesi ile bitiyordu. Hafiye neredeyse kendinden hiçbir yorum yapmaz, hıfzına alır, Ara sıra konu hakkında muhatap gibi sualler sorardı. Sözü söyleyen kişinin ismi, ünvanı, mesleği, mukim olduğu mahalle, evli olup olmadığı veya söz konusu kişi İstanbul’a ticaret veya başka bir amaçla geçici olarak gelmiş ise nereden geldiği ve hangi handa kaldığı gibi ayrıntılar titizlikle not edilmişti.
Şimdi bu durumu örneklendirmek için Bediüzzaman ile alâkalı “bir jurnal veya jurnallerden veya diğer ismiyle tezkirelerden” bahsedeceğiz:
Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişine dair ilk vesika Van Valisi Tahir Paşa’nın Bitlis’e tayin olmasından sonra, Bitlis Valisi olarak yazdığı tezkiredir. Tahir Paşa, II. Abdülhamid’e yazdığı 16 Kasım 1907 tarihli tezkirede, Bediüzzaman’ın zekâ ve ilminden, padişaha bağlılığından bahsettikten sonra hastalığı için İstanbul’a geldiğinden söz ederek, yardımcı olunmasını istemektedir. Bu tezkire bize Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişi hakkında bilgi verdiği gibi, Doğu Anadolu’da Bediüzzaman’a nasıl bakıldığını göstermesi bakımından da önemlidir. Van Valiliği’ne Zaptiye Nezareti’nden gönderilen 19 Temmuz 1908 tarihli başka bir tezkirede, Bediüzzaman’ın o tarihlerde İstanbul’dan uzaklaştırılmak istendiği anlaşılmaktadır. Bu tezkirede Molla Said’in Van’a dönmek üzere olduğundan bahsedilerek, İstanbul’da kendisinde bazı istenmeyen tavırların görüldüğünden söz edilerek, bu tavırların Van’da da devam etmesi halinde aşiret arasında kendisinin bir baş olarak karışıklık çıkarmasından endişe duyulur. Van Vilayeti’nden bu endişeleri duymalarında haklı olup olmadıklarını sorar. Bu tezkirede ayrıca, 21 Mayıs 1324 tarihli Van’dan gelen bir telgraftan söz edilir. Buradan anlaşıldığına göre Van Valiliği’nden gelen bu telgrafta Molla Said övülerek faziletlerinden bahsedilmektedir.
Bu tezkirenin gönderildiği 19 Temmuz 1908’de Bediüzzamanın İstanbul’dan Van’a gönderilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, bu tarihten kısa bir süre sonra II. Meşrûtiyet ilân edilecek ve Bediüzzaman bu süreçte de etkin rol alarak yazı ve nutuklarıyla Meşrûtiyet’i destekleyecektir. Bu belgeye dayanarak Bediüzzamanın II. Abdülhamid ile arası iyi olmadığından Van’a gönderilme kararı verildiğini söylemek mümkündür. Ancak, bu sırada II. Meşrûtiyet’in ilân edilmesi Bediüzzaman’ın Van’a dönmesini engelleyerek İstanbul’da etkin rol oynamasına sebep olduğu anlaşılmaktadır. 6
Hafiye TeşkilÂtı ve Bediüzzaman
Acaba Bediüzzaman gerçekten de bir muvafık, hele hele oldukça muvafık mıydı? Rejim taraftarı mıydı? Muhafazakâr ve devletçi miydi? Devletin selâmeti için istihbarat teşkilâtlarında çalışmış mıydı? Hele hele yukarıdaki belgelerden de anlaşılabileceği üzere, kendisi hakkında bile “jurnal” hazırlamış bir rejimin gizli bir teşkilâtına hizmet etmiş midir?
Tabiî bütün bu soruların cevabını vermek hem kolay hem de ayrıntılı bir araştırma da gerektirdiği için zor. Cemal Kutay’ın “Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursî” kitabından bahisle; Nursî’nin Osmanlı istihbarat örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa da çalıştığını söyleyerek, onun devletçi ve milliyetçi olduğu ifade edilmiştir. “Bunu Cemal Kutay’dan başka iddia eden olmadığı gibi, buna dair hiçbir belge de yok”, itirazına karşılık; “Nursî’nin Teşkilât-ı Mahsusa’da çalıştığı bir belge ile ispatlanamıyor, fakat buna karşı çıkanlar da aksine bir belge getirip ispat edemiyorlar.” denmiştir. Velev ki istibdat devri geçmiş meşrûtiyet devri gelmiş olsa bile devletle bu tür garip ilişkiler yumağı içerisinde Bediüzzaman’ın hiçbir zaman olmadığını görüyoruz.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, kendisi hayattayken kaleme alınan Tarihçe-i Hayat adlı kitabında da hayat serüvenine dair ayrıntılı bilgiler vermiştir. Ancak ne bu kitapta ne de diğer bütün kitaplarında “İttihatçılarla Trablusgarp’ta savaştığına dair” bir işareti bırakın bir ima bile bulunmamaktadır.
Bediüzzaman I. Dünya Savaşı’nda Kuvay-ı Milliye taraftarı olmuştu. Ezcümle ücretini kendi vererek Hutuvat-ı Sitte adlı bir eseri bastırarak İngilizlerin Anglikan Kilisesi vesilesiyle olan oyunlarını bozmuştu. Sonucunda İngilizler tarafından idam istemiyle hakkında idam kararı çıkarılmıştı. Evet Bediüzzaman Enver Paşa marifetiyle Doğu cephesinde desteklenmiş ve vatan ve millet hesabına işgal güçleri olan Rus, Kazak ve Ermenilere karşı gönüllü ordusuyla çarpışmıştı. Evet Bediüzzaman II. Meşrûtiyet’in ilânından birkaç gün sonra hürriyetin kalesi olan Selânik’e giderek burada Enver ve Niyazi Beylerle beraber olduğunu göstermişti. Bediüzzaman Sultan Reşad’la beraber Kosova’ya, Rumeli’de kalan son toprak parçalarının elden gitmemesi için, İttihad-ı İslâm için gitmiş ve bir konuşma yapmıştı. Evet, evet, evet…
Ama Bediüzzaman hiçbir zaman amansız bir Abdülhamid taraftarı ve bendesi, ne de karşı konulmaz bir düşmanı olmadı. İttihatçılara meşrûtiyet için eğitim ve iktisat politikaları için destek verdi, ama onların komiteciliğine kapılmadı ve onları toptan da yok saymadı. Ne Trablusgarp’a gitti, ne de Hafiye Teşkilâtının veya sonrasındaki Teşkilât-ı Mahsusanın bir üyesi veya onun adına iş gören birisi olmadı. İyiye, güzele, hayırlıya, ekseriyetin selâmetine, vatan ve milletin kurtuluşuna, terakkisine hep taraftar oldu. Haydo demedi, Haydar Ağa asla demedi… Sadece Haydar dedi.
Sonuç
Devlet idaresinde belli maslahatlara binaen oluşturulan hafiye teşkilâtı veya Teşkilât-ı Mahsusa tarihçe bilinen bir gerçektir. 1820’li yıllara kadar dayanan bu teşkilât zamanla idare-i maslahat dışına çıkmış ve asayişi sağlamak için bilgi toplamak vazifesinden siyasî amaçlar üstlenen bir vazifeye doğru eksen kayması yaşamıştır. II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde ise 3-5 kişi toplandığında bile konuşulanları jurnalleme vazifesi gören teşkilât aynı zamanda yeni Osmanlıların ve ittihatçıların yüzlerce gazetesini tercüme ederek jurnallemiş ve gelecekte siyasetin militarize oluşunda büyük pay sahibi olmuştur. Bediüzzaman ise yazılarında ve 31 Mart Olayı sonrasındaki mahkeme konuşmalarında “şimdiki hafiyeler öncekilerden daha beterdirler, bunların sadakatına nasıl itimad olunur” diyerek bu konuya temas etmiştir.