AV. GİZAY DULKADİR: TÜRKİYE TARİHİNİN EN AĞIR KRİZİNİ YAŞAYAN YARGIDAKİ SORUN AF YA DA İNFAZ DÜZENLEMESİ İLE ÇÖZÜLEBİLECEK DURUMDA DEĞİLDİR.
AİHM kararları dahi uygulanmıyor
“Yaşananlar verilen yargı kararlarını şüpheli hale getiriyor. AİHM kararlarının dahi uygulanmadığı bir yargı düzeninde yaşıyoruz. Hazırladığım AYM bireysel başvuruları kapsamında incelediğim dosyalarda fahiş hatalara, açık hukuksuzluklara sıkça rastladığımı rahatlıkla söyleyebilirim.”
Af değil, adalet talep edilmeli
“Hukukî güvenliğini düşünen her yurttaşın yapması gereken adalet talep etmektir. İnsanlar adalet talep etmedikleri her gün kendilerine yönelik bir hak ihlali yaşanması riskini aldıklarının farkında değil. Toplumun af değil, adalet talep etmesi gerektiğini düşünüyorum.”
***
Tarihin en büyük yargı krizini yaşıyoruz - Af değil, adalet istemeliyiz
Devlet ve bu devletin gücünü kullanan iktidar adaleti tesis etmekle mükelleftir. Zira o adalet düzenini finanse eden bizzat yurttaşın kendisidir. Yurttaş maaşını ödediği hakimin kendisi hakkında doğru kararı vermesini talep etmek yerine, verilen yanlış kararın sonuçlarından kurtulmak için af talep eden bir noktaya geldi. Bu durum bir insanın kendisini haklı iken haksız duruma düşürmesidir. Bu yönüyle toplumun af değil adalet talep etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Avukat Gizay Dulkadir infaz yasasını ve genel af tartışmalarını Yeni Asya’ya değerlendirdi. Dulkadir, genel af ile ilgili “Türkiye’de af tartışmalarının başı ve sonu genellikle aynıdır. Tartışmaların başında siyasetçiler, devletin yalnızca kendisine karşı işlenen suçları affedebileceğini, bireylere karşı işlenmiş suçların af kapsamına alınmasının doğru olmayacağını söylerler. Ancak bu tartışmalar sonunda yapılan düzenlemelerde ekseriyetle tam aksi yönde bir sonuç çıkar” dedi.
TÜRKİYE TARİHİNİN EN BÜYÜK YARGI KRİZİNİ YAŞIYOR
Çıkarılan infaz yasası ve bu yasaya gelen eleştiriler hakkında konuşan Dulkadir, Türkiye tarihinin en büyük yargı krizini yaşandığına dikkat çekerek konuya ilişkin şunları kaydetti: “Deneyimsiz hakim ve savcılardan, soruşturma aşamasında görev yapan ve delil toplayan kolluğun eğitiminin yetersiz olmasına, bilirkişilik kurumunda yaşanan sıkıntılara kadar pek çok sorun bir bütün olarak değerlendirildiğinde, verilen kararları oldukça şüpheli hale getiriyor. Hukukun temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesi gereğince, bir insanın hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı olmaksızın ‘suçlu’ ilan edilmesi zaten mümkün ve adil değil. Ancak bununla birlikte, uygulamadaki sorunları bilen bir avukat olarak, hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet kararı mevcut mahpusların da, üzerlerine atılı suçlama ne olursa olsun peşinen suçlu oldukları ön kabulüyle yaklaşmam mümkün değil. Sadece hazırladığım Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruları kapsamında dahi incelediğim dosyalarda fahiş hatalara, açık hukuksuzluklara sıkça rastladığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nedenle sadece suç tipine bakarak bir kısım insana tanınan hakları peşinen eleştirmek istemem. Ancak ortada yıllardır değişmeyen bir ‘af’ anlayışının olduğu da aşikar.”
MEVCUT İNFAZ DÜZENLEMESİ ÖRTÜLÜ AF İZLENİMİ DOĞURUYOR
Dulkadir şöyle devam etti: “Türkiye’de af tartışmalarının başı ve sonu genellikle aynıdır. Tartışmaların başında siyasetçiler, devletin yalnızca kendisine karşı işlenen suçları affedebileceğini, bireylere karşı işlenmiş suçların af kapsamına alınmasının doğru olmayacağını söylerler. Ancak bu tartışmalar sonunda yapılan düzenlemelerde ekseriyetle tam aksi yönde bir sonuç çıkar. Mevcut infaz düzenlemesi de bu alışkanlıkla yapılmış bir örtülü af izlenimi doğuruyor. Türkiye’de uzun yıllardır devam eden ve bilhassa 15 Temmuz akabinde adeta devletin yargı politikası haline gelen, adına ‘terör suçu’ denilen, ancak özü itibariyle istisna halinin muktedir tarafından belirlenmesi olan suçlar yine lehe düzenlemelerden ayrıksı tutuluyor. İktidar gücüyle yapılan bu tercihi iki yönüyle değerlendirmek gerekir. Bunlardan ilki hiç şüphesiz ‘düşman ceza hukuku’ anlayışı. Bu anlayışa göre iktidar sahipleri özellikle ‘terör,’ ‘kamu güvenliği’ ve daha geniş anlamda ‘devlete karşı işlenen suçlar’ başlıkları altında, belirsiz ve öngörülemez bir hukuk düzeni oluşturuyor. Bir kez bu hukuk düzeninde ‘suçlu’ kabul edildiğiniz zaman, yine aynı kavramlar gerekçe gösterilerek her aşamada ayrıca cezalandırıldığınız bir sisteme dahil edilmiş oluyorsunuz. Bu insanlar infaz sisteminin her aşamasında, getirilen kısıtlamalar ile ayrıca cezalandırılıyor. Burada yalnızca lehe infaz düzenlemelerinden kısıtlanmaktan bahsetmiyorum. Cezaevlerinde bu mahpuslara yönelik haftalık kitap sayısından sosyal etkinliklere katılma hakkına kadar pek çok kısıtlama mevcut. Bununla birlikte tahliye aşamaları da diğer mahpuslardan farklı olarak idare ve gözlem kurulu kararına bağlanmış durumda. Uygulamada bu kurulların keyfi gerekçelerle siyasi mahpusların tahliyesini geciktirdiklerini de herkes biliyor. Tüm bunlar sistematik bir düşman ceza hukuku anlayışının aşamalardaki görünümü mahiyetinde olduğu için, yapılan itirazlar çoğunlukla sonuçsuz kalıyor. Bugün yapılan infaz düzenlemesinde de aynı anlayışla bu mahpuslar kapsam dışı bırakılmış durumda. Bu anlayışın bir bütün olarak eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve sadece infaz düzenlemesi kapsamında değil, her aşamadaki görünümleri ile ortadan kaldırılması gerektiği aşikardır.
Cezasızlık politikası
Yapılan bu tercihin ikinci yönü ise cezasızlık politikasıdır. Medeni ceza hukuku anlayışında, suç ile mücadelenin yalnızca cezalandırma anlayışı üzerinden yürütülemeyeceği aşikardır. Suçtan arınmış bir kamu düzeni sağlayabilmek için hem önleyici tedbirlerin hem de topluma kazandırma süreçlerinin iyi irdelenmesi gerekmektedir. Ancak bunların hiçbirinin ceza hukukunun temel amaçlarından biri olan, toplumun ve bilhassa mağdurların, adaletin profesyonellerince tesis edileceğine olan inançlarını azaltmak sonucunu doğurmaması gerekmektedir. Türkiye’de sürekli yapılan infaz değişiklikleri ile örtülü aflar ilan edilmekte ve yurttaşların, yapılan yargılamaların sadece dosyalarda kaldığı, gerçekten suç işleyenlerin cezalandırılmadığı yönündeki inancı kuvvetlenmektedir. Bu durum toplumsal barışa ve yurttaşların güvenli bir ülkede yaşadıklarına dair inançlarına vurulan büyük bir darbedir. Bununla birlikte yapılan infaz düzenlemeleri artık infaz sistemini anlaşılamaz derecede karmaşık hale getirmiş durumdadır. Yurttaşların doğrudan özgürlük ve güvenlik hakkına ilişkin olan infaz hukukunun bu kadar anlaşılmaz ve karmaşık hale gelmesi başlı başına bir hukuksuzluktur. Sadece bu karmaşa nedeniyle dahi bir insanın cezaevlerinde gereğinden bir gün bile fazla tutulması kabul edilemez bir durumdur. Ancak ülkemizdeki iktidar mensuplarının adalete dair böyle bir hassasiyet gözetmedikleri de ne yazık ki ortadadır.”
TOPLUMDAKİ AF BEKLENTİSİNİN NEDENİ ADALETİN TESİS EDİLECEĞİNE DAİR İNANCIN YOK OLMASIDIR
Toplumdaki af beklentisinin iki temel sebebi olduğunu ifade eden Dulkadir, konuya ilişkin şunları aktardı: “Bunlardan ilki cumhuriyet tarihindeki af pratiğine dayanıyor. Ülkemizin kuruluşundan itibaren belirli yıllarda ilan edilen aflar, 100. Yıl olması nedeniyle 2023 yılında da bir af ilan edileceğine dair kuvvetli bir beklentiye yol açtı. Yine geçmiş yıllarda, cezaevlerindeki insan sayısındaki artış, salgın hastalık ve doğal afet gibi gerekçelerle ilan edilmiş aflar, yakın tarihlerde de bu gibi hadiselerin yaşanmış olması nedeniyle yurttaşların, bilhassa mahpuslar ve yakınlarının ‘genel af’ beklentisini kuvvetlendirdi. Genel af beklentisinin diğer nedeni ise toplumun, Türkiye’de adaletin tesis edildiğine dair inancın neredeyse yok olma noktasına gelmesi. Toplumun önemli bir kesimi, detaylarına vakıf olmamakla birlikte Türkiye’de bir yargı krizi oluğunun farkında. Yargıya yönelik siyasi müdahaleler, beklenmedik kararlar, toplumun gözü önünde yaşanıyor aslında. İnsanlar ‘adalet istiyoruz’ pankartlarıyla sokaklara dökülmediği için her şeyden habersiz olduklarını düşünmek doğru değil. Bu durumun yurttaşların yargıya yönelik ‘genel af’ gibi büyük müdahaleleri önemsiz görmelerine neden olduğunu düşünüyorum.
İnsanların gözünde zaten işleyen bir yargı düzeni ya da adalet yok. Bu nedenle pek çok mahpus yakını gerçekten suç işlemiş olan cezaevinde olduğuna inanmıyor. Kalan yurttaşlar ise zaten olmayan bir adalet düzenine yapılacak müdahalelerin pek de önemli olmadığına inanıyor. Ben, cezaevindeki bir insanın oradan çıkabilmek adına yaptığı tüm taleplerini insani buluyorum. Bu amaç uğruna olabilecek en kestirme çözümü talep etmeleri de anlaşılır bir durum. Ancak ülkemizdeki yargı sorunu bir af ya da infaz düzenlemesi ile çözülebilecek durumda değildir. Türkiye’de kendi hukuki güvenliğini düşünen her yurttaşın yapması gereken adalet talep etmektir. Bugün AİHM kararlarının dahi uygulanmadığı bir yargı düzeninde yaşıyoruz. Buna kimler karşı çıkıyor? Hukukçular ve siyasetçiler. Esasen bu duruma tüm yurttaşların önce kendisi, akabinde sevdikleri adına karşı çıkması gerekir. İnsanlar adalet talep etmedikleri her gün kendilerine yönelik bir hak ihlali yaşanması riskini aldıklarının farkında değil. Bu farkındalık oluşmadığı sürece adalet hep yurttaşlar tarafından talep edilen iktidar tarafından ise bahşedilen bir olgu olarak kalacak. Halbuki gerçek tam aksi yöndedir. Devlet ve bu devletin gücünü kullanan iktidar adaleti tesis etmekle mükelleftir. Zira o adalet düzenini finanse eden bizzat yurttaşın kendisidir. Yurttaş maaşını ödediği hakimin kendisi hakkında doğru kararı vermesini talep etmek yerine, verilen yanlış kararın sonuçlarından kurtulmak için af talep eden bir noktaya geldi. Bu durum bir insanın kendisini haklı iken haksız duruma düşürmesidir. Bu yönüyle toplumun af değil adalet talep etmesi gerektiğini düşünüyorum.”
SÜMEYYE IŞIKÇI - İSTANBUL