"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Muhsin Demirel, Zübeyir Ağabey'i anlatmıştı

18 Aralık 2024, Çarşamba 02:48
(Özkan Erdem'in Muhsin Demirel ile yaptığı bu röportaj 6 ve 7 Nisan 2008 tarihinde Yeni Asya gazetesinde yayınlanmıştır. Muhsin Demirel'e rahmet olması duasıyla yeniden neşrediyoruz.)

Muhsin Demirel de rahmetli oldu...

 

Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in vefat yıldönümü münasebetiyle, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerinden Ali Demirel Ağabeyin oğlu Muhsin Demirel ile bir röportaj gerçekleştirdik. Zübeyir Ağabey’le ilgili enteresan hatıralar dinledik. Zübeyir Ağabey hakkında belki de ilk defa duyacağınız ifadelerin olduğu ve bir solukta okuyacağınız röportajla sizi baş başa bırakıyoruz...

* Muhsin Demirel kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1954 Eskişehir doğumluyum. Aslında ailece Burdur’luyuz. Babam Ali Demirel, biz doğmadan evvel 1950-51 yıllarında Üstad Hazretlerini tanımış, kendisini müteaddit defa ziyaret etmiş, Hava Kuvvetlerinde tayyareci bir pilottu... Çocukluğumuz, gençliğimiz İstanbul’da geçti. Babam küçük yaşlardan itibaren bizi hizmetlerin bulunduğu, teksirin yapıldığı yerlere götürürdü. O zaman, şimdiki gibi dersler yoktu. Babama sorarlardı “Niye getiriyorsun bu yaşta bu çocukları?” diye. Babam “İleride hatırlarlar” derdi. Dün yediğim yemeği unuturum ama, bugün hâlâ bunları unutmam. Ben İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdim. İktisad ve İşletme Fakültelerinde master yaptım. Talebeliğim esnasında Hamid Hoca’nın yazmış olduğu, Tevafuklu Kur’ân’ın neşrinde çalıştık. Hamid Hoca’dan hat dersi aldık. Şu anda fiilen hattatlık yapıyorum. Hayat hikâyem bundan ibaret.


Son Şahitlerden merhum Ali Demirel Ağabey

* Zübeyir Gündüzalp ile nerede ve ne zaman tanıştınız?

Zübeyir Ağabey ile nerede tanıştığımı hatırlamıyorum. Çünkü babam, daha biz doğmadan çok önce Üstad Hazretlerini ve Risâle-i Nur’u tanıdığı için, Üstad’ın yakın çevresinde bulunan ve birinci derecede hizmetinde bulunmuş veya Barla’da, Kastamonu’da vesâir yerlerde geçmişte kendisine hizmet etmiş pek çok kişiyi, anne ve babamı nasıl tanıdıysam o şartlar altında tanıdım.

Bu anlamda Zübeyir Ağabeyi de, ilk ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Ama şu kesin; Zübeyir Ağabey 1962 yılında İstanbul’a geldi ve Süleymaniye dersanesinde (46 numarada) kaldı. O tarihlerden itibaren devamlı gördük kendisini. Biz o zamanlar ufaktık tabi.

Zübeyir Ağabey; Üstadın vefatından sonra bir müddet Urfa’da kalıyor. Bilâhare Urfa’dan çıkarıyorlar onu. O da Ermenek’e geliyor. Bu arada Fırıncı Ağabeyler, kendisini İstanbul’a davet etmek üzere Üzeyir Şenler’i, Ermenek’e gönderiyorlar. Zübeyir Ağabeyin de bu davete icabet edeceğini düşünüyorlar. Fakat zannediyorum Zübeyir Ağabey, hizmetleri Ankara’dan yürütmek istiyor. Yani bugün ağırlıklı olarak İstanbul’da olan—bilhassa neşriyat ağırlıklı vesâire—hizmetleri, Ankara’dan devam ettirmek istiyor. Bu vesile ile bir müddet sonra Ankara’ya geliyor. Hacı Bayram’da bulunan dersanede (Ulus 27) kalıyor. Bir müddet kaldıktan sonra, Ankara’dan Eskişehir’e gidiyor. Abdulvahit Tabakçı Ağabey’in, Üstad Hazretleri’nin de kalmış olduğu bir evi var. Zübeyir Ağabey de bu evde kalıyor. 2-3 ay orada kaldıktan sonra İstanbul’a geliyor. O tarihten sonra Zübeyir Ağabey, vefatına kadar hep Süleymaniye 46 numaralı dersanede kaldı.

Bu itibarla Zübeyir Ağabey’i öyle gördüm.

* Zübeyir Ağabey, babanızın evine de uğrar mıydı?

Muhtemelen bizim eve geldi. Çünkü Üstad’ın en yakın talebeleri; Tahirî Ağabey, Bekir Berk Ağabey, Anadolu’dan gelen bütün ağabeyler bizim eve gelirlerdi. Zübeyir Ağabey de muhtemelen geldi. Ama net bir şey hatırlayamıyorum. Yalnız Üstad Hazretleri, İstanbul’a son geldiğinde—1960 yılının yıl başından bir gün evvel veya bir gün sonrası olabilir—babam haberini aldı. Piyer Loti Oteline gitti. Orada Zübeyir Ağabey, babama “Kardeşim, hiç yatılmamış bir yorganınız var mı?” diye sormuş. Üstad Hazretlerinin titizliğini bildiği için babama söylüyor. Babam da o günlerde yeni bir yorgan yaptırmıştı ve henüz kimse yatmamıştı. Mor bir kumaşı vardır. (Hâlâ o yorgan bizim evde duruyor.) Hemen yeşil bir battaniyeye sararak Piyer Loti Oteline götürdü. Ertesi gün “Ali Abi isminde bir zat yeşil atlasa sarılı, yeşil bir yorgan ile birlikte kabul edildi” diye gazetelerde haber çıktı.

* Zübeyir Ağabey ile tanıştıktan sonra ne kadar süre hizmetlerde bulundunuz?

Zübeyir Ağabey hizmetlerde bulunduğunda biz ufaktık. Yani bir neşir hizmetinde veya derslerde vs. istihdam edilebilecek yaşlarda değildik. Ama şu var; her Süleymaniye’ye gidişimizde olmasa bile Zübeyir Ağabeyi sık sık görüyorduk. Ekseriyetle Zübeyir Ağabey ikinci kattaki odasında bulunuyordu. Bununla birlikte zaman zaman aşağı iner, derslere iştirak ederdi. Sayısını hatırlamıyorum ama çok defa odasında ziyaret ettim. Kardeşlerin hizmete teşvik edilmesi ve bir takım düsturların öğretilmesi noktasında Zübeyir Ağabey büyük emek vermiştir. Çok iyi bir eğitimci idi. Gençlik yıllarından itibaren psikoloji ve pedagoji konularına eğilmiş, o konularda makaleler yazmış. Bu vesile ile bizi her gördüğünde, Risâle-i Nur’a, hizmetlere, fedakârlığa ve ferâgata dair ya bir takım telkinlerde bulunur, ya da Üstad’dan hatıralar anlatarak bizi gayrete getirirdi.

* Zübeyir Ağabey dersanede kalan talebelere ne gibi tavsiyelerde bulunurdu?

Şöyle düşünmek lâzım: Ciddî bir zattı, şakalaşmak vesâire gibi bir takım şeyleri yoktu Zübeyir Ağabeyin. Zaten davranışları, hizmet düsturları noktasındaki görüşleri yayımlanmıştır. Küçük çocuklara bile önem verir, onlara ciddî bir şekilde muhatap olurdu. Biz o zamanlar küçük yaşlardaydık. Zübeyir Ağabey vefat ettiği zamanlarda da ben liseyi bitirmiştim. Ortaokuldan itibaren, yazları Süleymaniye dersanesinde kalırdım. Kışın da, o zamanlar Cumartesi günü öğleye kadar okul olurdu. Dolayısıyla Cumartesi öğleden sonra ve Pazar günü hafta sonu tatili olurdu. Cumartesi günleri önce merhum Bekir Berk Ağabey’in yazıhanesine giderdim. Gündüz orada vakit geçirirdim. Orada pek çok kişiyi görmüşümdür. Meselâ; Eşref Edip vesâir kişileri orada tanıdım. Bekir Ağabey çok ihtişamlı bir zattı. Bizi çok severdi. Başka da çocuk yoktu o zamanlar. Yani hizmetlerde bulunanların çocukları yoktu demek istiyorum. Bir tek biz vardık. Dolayısı ile bize çok özel önem verirlerdi bütün ağabeyler.

Akşama kadar orada durduktan sonra, akşam Süleymaniye’ye giderdik. Süleymaniye’de derse iştirak ederdim. O gece orada yatardım. Pazar günü sabah kahvaltı yapar, sonra da eve gelirdim. Bu vesile ile ortaokuldan itibaren kışları bu şekilde, yazları da direkt dersanelerde kalmak yolu ile epeyce bir sene Süleymaniye’de kalmışımdır. Aylarca kaldığım zamanlar oldu. Zübeyir Ağabey de sık sık aşağı inerdi görüşürdük. Bize telkinlerde bulunurdu.

İlk defa hizmetlerin plana, programa, sisteme bağlı olarak başlaması ve devam etmesi Zübeyir Ağabeyin marifeti ile olmuştur. Zübeyir Ağabey bir taraftan kitapların neşir hizmetleri, bir taraftan dağıtım işleri, bir taraftan derslerin yapılması keyfiyeti ile ilgilenirdi, ki o zamanlar yasaktı hep bu tür faaliyetler. Gizli olurdu bu işler. Bir taraftan da dersanedeki talebelerle ilgilenirdi. 62- 63’lerden sonra talebe dersaneleri olmaya başladı. Ondan evvel de bir iki tane vardı ama yaygın bir şekilde 62-63’lerde olmaya başlamıştı. Bir taraftan o talebelerin yetiştirilmesiyle de ilgileniyordu. Sadece yetiştirilmesi de değil; çünkü Anadolu’dan gelmiş, fakir, evi yok, okuyabilecek parası yok, şimdiki gibi burs imkânları vesâire yoktu talebelerin. Zübeyir Ağabey bütün bunların iâşesi, ibatesi, yetiştirilmesi vb. şeylerin hepsi ile meşgul olurdu.

Zübeyir Ağabeyin önemli bir özelliği daha vardı; buna üslûb-u hakim veya lisan-ı hikmet de denir. “Sen şunu yap, sen bunu yap” demez, sadece akla kapı açar, ihtiyarı elden almazdı. “Şöyle yapılsa iyi olur veya böyle bir yapan olsa ne güzel hizmet olur” falan tarzından dolaylı olarak söylerdi. Zübeyir Ağabeyin en önemli özelliklerinden birisi de budur. Bundan daha önemli birşey, Zübeyir Ağabey lisan-ı hâl ile örnek olurdu.

* Bununla ilgili bir örnek verebilir misiniz?

Meselâ Süleymaniye’de alt kata gelir, eline süpürgeyi alır, bulaşık yıkamaya, odayı süpürmeye, tuvaleti ve banyoyu temizlemeye başlardı. Dersanede kalan bizden yaşlı ağabeyler veya biz, Zübeyir Ağabeyin elinden süpürgeyi, öteki bulaşık bezini falan alıp “Biz yapalım ağabey” derdik. O da “Yok kardeşim” derdi. Ondan sonra zaman zaman: “Ruh, cennet-âsâ kardeşim” derdi. Yani “Ben bu işten çok memnunum, sanki cennnette gibiyim” filan tarzında ifadelerde bulunur, fakat bizim ısrarımız üzerine sonra bize verirdi. Aslında bunun mânâsı “Siz böyle yapın” demektir.

Çeşit çeşit hastalığı vardı ve bir hastalığının ilacı diğer hastalığına zarardı. Uykusuzluk çekerdi Zübeyir Ağabey. Üstad Hazretlerine hizmet ederken uzun yıllar sabaha kadar kapıda nöbet tuttuğu için uyku hapı v.s. kullanmış. Dolayısı ile bunun getirdiği bir takım şeyler, uzun sene çile ve meşakkatin getirdiği, çocukluğundan tevarüs eden bir takım rahatsızlıkları vardı Zübeyir Ağabeyin... Bunlardan daha önemlisi, hastalığının bir mânevî paratoner olması idi. Büyük zatlar öyledir. Ümmetin bütün sıkıntısı, meşakkati bunların üzerinde tecellî eder! Bunlar ayağa kalkamaz! Üstadın hastalığı da böyledir. Zübeyir Ağabeyin de... Zübeyir Ağabey o hasta vaziyetinde bile kat’î sûrette feragattan, fedakârlıktan, hamiyetten, gayretten vesâir şeylerden geri durmazdı. Sözlü telkinlerde bulunmaktan ziyade birinci planda lisan-ı hâli vardı hep.

* Zübeyir Ağabeyin çocuklarla iletişimi nasıldı?

Zübeyir Ağabey insanlarla kabiliyetlerine, istidatlarına, kapasitelerine göre konuşurdu. Öyle her şeyi herkesle konuşmazdı. Zübeyir Ağabeyi basma kalıp telâkkiyle anlamak mümkün değil, hikmet nokta-i nazarından bakarsanız daha iyi anlarsınız. En azından ben öyle düşünüyorum.

Zaman içerisinde Risâle-i Nur’a intisap eden veya İstanbul’a çoluk çocuğu ile bir şekilde gelen aileler çoğalmaya başladı. Onların çocuklarına bizden biraz daha farklı muâmele gösteriyordu gibi geliyor bana.

* Neden?

Sebebi şu: Onları Risâle-i Nur’a yönlendirip, Risâle-i Nur hizmetlerinde istihdam edilmelerini arzu ediyordu. Biz zaten öyle idik. Ama diğer kardeşlerle, arkadaşlarla—bugün çoğu 45-50 yaşını geçmiş insanlar olabilir—onlara vecize ezberletmek tarzından ilgilenirdi, sonrasında da bu vecizeleri ders esnasında onlara okuturdu. Meselâ Süleymaniye dersanesinin sahibi merhum Abdurrahman Tan’ın oğlu Eyüp kardeşimize 25 kuruş vererek vecizeyi ezberletirdi. Herbir vecizeye bir para vererek ezberletirdi. Bu, Üstad Hazretlerinde de böyle imiş. İster 7-8 yaşında bir çocuk olsun, ister 70 yaşında yaşlı bir zat olsun, ister yaşıtı olsun ciddiye alır, bir muhatap gözü ile bakardı onlara...

* Zübeyir Ağabey genç denebilecek bir yaşta Allah’ın rahmetine kavuştu. Yaşı genç idi, ama sair ağabeylerin de kendisine “Ağabey” diye hitap ettiğini hatıralardan okuyoruz...

Zübeyir Ağabey vefat ettiğinde 51 yaşında idi, ama sanki asırlık bir çınar gibi duruyordu... Demek ki ondaki o şehâmet-i imaniye ve İslâmiye ve o azamet-i mâneviye onu öyle gösteriyordu. Çünkü herkes, Tahirî Ağabey ve yaşlılar da dahil olmak üzere, Zübeyir Ağabeye sevgiden ziyade saygı gösteriyordu. Sanki insanlar hürmet göstermeye mecburmuş gibi hissederlerdi, böyle bir hâli vardı Zübeyir Ağabeyin. Böyle bir şey talep etmiyordu hâşâ, ama yaşantısı, durumu, Risâle-i Nur’a ettiği hizmeti, Üstad’a bağlılığı, hadiselere vukufiyeti vesâiresi böyle icap ettiriyordu.

İşte meselâ herhangi bir kardeşe vecize ezberlettirir, ama nasıl ezberlettirir... Yer tahta bile olsa, geldiği zaman hemen diz üstü çöker, onu da diz üstü çöktürür; tam karşısına, dizlerini birleştirir, ondan sonra, “İman-iman, hem nurdur-hem nurdur, hem kuvvettir-hem kuvvettir. Evet-evet, hakiki-hakiki...” bu şekilde karşılıklı okutarak 3-5 defa tekrarlattırırdı. Ertesi gün bir daha… Ezberleyince 25 kuruş veya 50 kuruş—o günün parası ile—verirdi. Böylelikle çocukları vecize ezberlemeye teşvik ederdi. Bir de her konuştuğunda “Kardaşım” diye hitap ederdi. “Evlâdım, oğlum” değil, koskoca erişkin bir insan gibi onu ciddiye alırdı. Normalde insanlar, meselâ “Hey! Gel buraya bakayım, git bakkala iki ekmek al” şeklinde hitap ederken; Zübeyir Ağabey, meselâ “Eyüp kardaşım, nasılsın?” vb. hal hatır sorar, büyük bir insanmış gibi hitap ederdi. Karşıdaki de, bu durum karşısında kendine biraz çekidüzen verir ve söyleneni yerine getirirdi. Ben böyle birşeyi, bir Üstad’dan duydum, bir de Zübeyir Ağabey’den.

Zübeyir Ağabey farklı idi, küçüklerle böyle muhatap olurdu. Ezberlettirdiği 3-5 vecizeyi de, dersin bir yerinde Fatihayı çekmeden evvel “Eyüp kardaşımız da veya Muhsin kardaşımız da o öğrendiklerini okusun! Devam et kardaşım devam et, o öğrendiklerini oku!” diyerek okuturdu. Ondan sonra da Fatiha çekilirdi. Tabiî çocuklarında, o kadar kalabalığın içinde kendinden yaşça büyük o insanlar içerisinde ezberledikleri bir vecizeyi okudukları zaman, hem hitabetlerinde, hem ciddiyetlerinde gelişmeler oluyordu. Bugünkü anlamda alkışlar almıyorlardı, ama “maşallah”lar alıyorlardı. Bu maşallahlar, o gibi insanları çok yetiştirmiştir.

Onun dünyası, Üstad ve Risâle-i Nur’du

* Zübeyir Ağabey istişarelerde nelere dikkat eder, neleri ön plana çıkarırdı?

Zübeyir Ağabey mercî-i has ve âmm idi. Yani hem Risâle-i Nurun umumî hizmetinde bulunurdu, hem de icap ettiğinde kardeşlerin hususî bir takım işlerine yardımcı olurdu. Çünkü bir kısmının okul problemi var, bir kısmının evlenme, kimisinin ticaret, kimisinin de ailevî problemleri var vesâire... Herkes, Zübeyir Ağabeye derdini rahatça anlatırdı. Zübeyir Ağabey de hiç kimseyi kırmadan, dökmeden dinler, yardımcı olurdu. Meselâ, o zamanlar bazı arkadaşlar evini terk edip dersaneye geliyordu. Ve evinden vaveylâ yükseliyordu. Bu sefer ayıkla pirincin taşını... Zübeyir Ağabeyin o kardeşe öyle bir tavsiyesi olurdu ki... Veya o kardeşin annesi, babası gelirlerdi “Nerede bu?” diye Zübeyir Ağabey ile görüşürlerdi, Zübeyir Ağabey ailelerine öyle bir tavsiyede bulunurdu ki, hiç kimseyi kırmadan, dökmeden, ailevî bütünlüğü bozmadan, anneyi-babayı rencide etmeden, hizmetlere de devam ederek, hizmetten uzaklaşmadan barış çareleri bulurdu. Her iki tarafı memnun ve razı ederek ortak bir çözüm buluyordu Zübeyir Ağabey. Bu önemli bir meseledir. Ne annesi babası, ne aile hukuku rencide olur, ne hizmetlerden kalır, ne bir tatsızlık olurdu.

O zamanki umumî meşveretlerin çoğunda biz bulunamadık. Ama şu da var: Bazen önemli bir takım hizmetler için bize itimat da ederdi... Bulunduğumuz konum, yani babamın konumu itibariyle, bazı hususî işlerini, bizim de bulunduğumuz yerlerde Bekir Berk Abi ile, (Mehmet) Fırıncı Abi ile konuştuğu olurdu. Herkesin kabiliyetine göre, içinde bulunduğu şartlara veya îfâ ettiği hizmetlere göre, Üstad Hazretlerinden evvelâ umumî kaideleri söyler, sonra Risâle-i Nurdaki delilleri söyler, sonra bu işle alâkalı Üstad Hazretlerinden hatıralar anlatırdı. “Ben Üstadımdan böyle görmüşüm” derdi. Her “Üstadım” dediğinde “Aziz ve mualla Üstadım”, “Mukaddes Üstadım” gibi sıfatlarla fevkalâde bir zarafet içerisinde, “Aziz ve muallâ Üstadımdan vallâhi böyle duymuşum” tarzında söylerdi... Zübeyir Ağabeyden yemin etmesini icab ettirecek bir şüphemiz yok, ama o, işin ciddiyeti bakımından hizmetin hakkı bakımından böyle söylerdi.

* Üstad Hazretlerinin vefatından sonra, Risâle-i Nurlara muâraza edenlere karşı Zübeyir Ağabeyin tavrı nasıldı?

Üstad Hazretlerinin sağlığında bir uygulama var. Üstad Hazretlerine bir sünûhat veya ilham geldiği zaman veya hizmetlerle ilgili bir inkişaf olduğu zaman, onlar bir lâhika haline getirilir, Anadolu’ya dağıtılırdı. Keşke o günkü lâhikaları bugün bulabilsek... Keşke onları, birisi bir arşiv falan yapmış olsa... Bizim kalmadı tabiî, belki üç-beş tane buluruz...

Zübeyir Ağabey, sağlığında—özellikle gazete çıkmadan evvel—bir yerde mühim bir hizmet olduğunda veya hizmetlerle ilgili önemli bir müsbet veya menfî bir mesele olduğu zaman; müsbet ise zaten onu aksettirir, menfî ise buna karşı Risâle-i Nur’dan, Üstad’dan delillendirmek sûretiyle ne gibi cevap bulması gerektiğini, takınılacak tavrı vesâire bir lâhika olarak neşrettirirdi. Dolayısı ile hizmetlerde biz birbirimizle umumî olarak bir bütündük. Olan bitenler hakkında herkesin bir bilgisi olurdu.

* Üstad Hazretlerinin, Zübeyir Ağabey hakkında “Seni kâinata değişmem” diye bir ifadesi var. Zübeyir Ağabey hangi özellikleri sebebiyle Üstadın o hitabına mazhar olmuştu?

Şimdi Üstad Hazretlerinin en yakın talebelerini biliyorum. Hepsinden Allah razı olsun. Hepsinin bir meziyeti vardır. Yani çok yakınında bizzat hizmetinde bulunan Tahirî Ağabey, Abdullah Ağabey, Ceylan Ağabey, Bayram Ağabey, Sungur Ağabey, Hüsnü Ağabey hepsinden Allah razı olsun. Üstad Hazretlerinin meziyetlerinden bir meziyet ile mümeyyizdirler. Kimisinin takvası, ubudiyet ciheti mümeyyiz vasfıdır. Diğeri zekâveti ve fetaneti, kimisi gayreti ve fedakârlığı... Kanaatimce, Zübeyir Ağabeydeki farklılık şuydu: Zübeyir Ağabey bütün bu meziyetleri şahsında cem’ etmiş bir özelliğe sahipti. Başka görüştüğünüz ve Zübeyir Ağabeyi tanıyan kişilerin de, aynı şeyleri söyleyeceklerini tahmin ediyorum.

Zübeyir Ağabey, Üstad Hazretlerinin küçük bir misali gibidir. Belki onun kadar vüs’atli veya kudretli değil, ama, bütün meziyetleri deruhte etmiş, üzerinde bulunduran bir zâttır.

Şimdi her büyük zatın bir musahibi vardır. Zübeyir Ağabey de, sultanlar sultanı olan Bediüzzaman Hazretlerinin baş kumandanı idi. Şimdi hâl böyle olunca, diğer ağabeyler de bunu böyle bilirler ve takdir ederlerdi.

Esasında Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunan insanlar, özel seçilmiş insanlardır. Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeye “Sen üç yaşından beri benim taht-ı tasarrufumdasın” diyor! “Ben seni o zaman talebeliğime kabul etmişim” diyor! Zübeyir Ağabey özel olarak seçilmiş biri. Kanaatimce, diğer talebeleri de aynen bu şekilde! Üç yaşında olmamışsa bile, beş, on yaşında olmuştur. Netice itibari ile demek istediğim şu: Üstad Hazretlerine hizmetkârlık vazifesinde bulunan insanlar, özel önemi olan insanlar. Bunu nereden çıkarıyorsun? Bugünkü hizmetin, devâsâ dünya çapındaki, kâinat çapındaki ihtişamından çıkarıyorum. Eğer öyle sıradan insanlar olsaydılar hizmetler bu günlere kadar gelir miydi? Anlaşılan saff-ı evvellerin hepsi, seçilmiş ve Üstad’a “buyur” denilmiş çok özel insanlardır.

* Bu konu ile alâkalı bir hatıra anlatabilir misiniz?

1930 yılında Sıddık Süleyman Ağabey—Allah rahmet etsin—Barla’da Üstad Hazretleri ile birlikte idi. Ben Barla’ya ilk 1968’de gittim. Barla yolu yeni açılmıştı. Ham bir yoldu. Bayram Ağabey götürmüştü beni o zamanlar. Dağdan taşlar maşlar düşmüştü, asfalt masfalt diye birşey yoktu yolda! Sadece köy hizmetlerinin greyderleri geçmiş, hepsi bu kadar. Üstad Hazretlerinin sağlığında Barla’ya gitmek için Eğirdir’den kayıkla gitmek gerekiyor. Veyahut da ata biniyorsun, Eğirdir ile Barla arası 23-25 km’dir. O da dağdan, taştan aşarak gidiyorsun. Barla dediğin yer işte böyle bir yer. Çok yakın bir tarihe kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi Barla! Meselâ elektrik yoktu, yol yoktu, hiçbir şey yoktu!

Biz Barla’ya gittiğimizde, milletin gidip baktığı ve şimdi müze olarak kullanılan Üstad Hazretlerinin evinde yatar kalkardık. Üstad Hazretlerini, Barla’ya ilk geldiğinde evinde misafir eden Muhacir Hafız Ahmed’in damadı olan ve büyük çınarın dibindeki Yokuşbaşı Mescidinin imamı Hacı Bahri Amca’da idi anahtarı. Barla’ya gittiğimiz zaman Hacı Bahri Amca’nın evinden anahtarı gider alır, bugün müze olarak kullanılan dersanede kalırdık. 1960’lı yılların sonu 70’li yılların başında Barla’yı bilen, Barla’ya gelen yoktu! O zamanlar da Barla’ya gitmeye cesaret eden adam yoktu! Gidecek olan olsa, yolu bilen yoktu! Yolu bilen olsa, parası yoktu vesâire... O günkü şartlarda öyle idi. Şimdi böyle bir yerde, medeniyetin 200 yıl gerisinde bulunan bir yerde, insanların neredeyse kimse ile temas edemediği, gitmenin gelmenin bu kadar müşkül olduğu bir yerde, Sıddık Süleyman Ağabeyin bir mektubu var, diyor ki: “Zannediyorum ki bu eserleri bütün dünya okuyacak.” Ortada hiçbir şey yok! Sadece Üstad söylüyor, Şamlı Hafız Tevfik Ağabey müsvedde olarak yazıyor! Bu müsveddeyi alıyor, Barla’daki bir iki kişi yazıyor! El yazısı bu... Matbaa falan da yok! Ondan sonra Bedre’den Sabri Ağabey geliyor, Üstad ona bir nüshasını veriyor, gidiyor yazıyor. Ertesi gün gidiyor İslamköy’e götürüyor! Bedre nere, İslamköy nere! Hem de yayan! Kaç km’lik yol! Oraya götürüyor, Hafız Ali ona bakıyor, birkaç saat geç gelirse veyahut hiç gelemezse, “Sabri Efendi mes’ulsun” diyor. Ondan sonra Hafız Ali onu yazıyor, İslamköy’den birkaç kişi yazıyor, ondan sonra Atabey, Atabey’den Kuleönü’ne, Kuleönü’nden falan yere, falan yerden Isparta’ya vesâire... Yani 1930’lu yıllardaki şartlar bu! Ama Sıddık Süleyman diyor ki: “Zannediyorum ki, bütün bu eserleri bütün dünya okuyacak!” 

Adama demezler mi: Ne bütün dünyası kardeşim, Barla’daki okuyamıyor! Üstad Hazretlerinin ve bu işlerle uğraşan bütün talebelerin üzerinde müthiş bir baskı, zulüm, dayak, sıkıntı, mahkeme, hapis her şey var. Böyle şartlar altında Sıddık Süleyman’ın görüşüne bakın! Bu inanılmaz gibi geliyor!

Biz bugün inanmıyoruz bir takım şeylere! Adam orada görüyor! Ha bugün aynı şeyler dense, ne demek istendiği net anlaşılır ve kabul edilebilir! Meselâ “Sibirya’da veya Finlandiya’da veya Güney Amerika’da, yok efendim Kongo’da insanlar Risâle-i Nur’u okuyacak” desen anlaşılır! Niye? Artık internet, medya var, neşriyatlar almış başını yürüyor, gazeteler, her şey var bugün! Matbaalar var, milyonlarca basılıp gönderiliyor! Ama o zaman her şeyin yasak olduğu bir yerde üç-beş nüsha bir kitap var, o kadar! Hatta daha kitap haline gelmemiş, defter! Ve Sıddık Süleyman “Bütün dünya okuyacak” diyor! O zaman talebeler tarafından yazılan mektupların ifade gücüne, ondaki samimiyete, ondaki meseleyi kavrayış şekline bakın! İnsanın aklı hayrette kalıyor! Böyle imkânlardan uzak bir yerde, köy şartlarında yaşayan insanlardaki bu ifade gücü, bu belâgat, bu samimiyet, bu feragat, bu fedakârlık... Bu inanılır birşey değil! Olamaz böyle birşey! Ama olmuş! Hiçbirisi tesadüfi değil! Onun için Üstad Hazretleri “Isparta, taşıyla toprağıyla mübarektir!” diyor! Sadece Isparta değil; Kastamonu da, Emirdağ da, Afyon da, Denizli de mübarek...

* Tekrar Zübeyir Ağabeye dönelim isterseniz...

Zübeyir Ağabeyin istiğna düsturu da fevkalâdeydi. Suret-i kat’iyyede ikramları kabul etmezdi! Aynen Üstad gibi... Hatta Zübeyir Ağabeyin kardeşi Haydar Gündüzalp—Allah uzun ömürler versin—evlenmiş de, onun hanımı Zübeyir Ağabeye birşey göndermiş. Zübeyir Ağabey’in yazdığı mektup var, öyle zor kabul ediyor ki! “Bizim mesleğimiz şöyledir, böyledir” diyor, “Ama o mübarek hanımın hediyesi 200 liralık kadar geldi bana. Sonra düşündüm ki insanın annesi, babası, kardeşleri ve ailesinden aldığı şey dışarıdan aldığı gibi değildir, bundan dolayı kabul ettim” diyor. Şimdi düşün... Kardeşinin hanımı, ne olur ki yani? Bu kadar titizlik gösteriyor!

Meselâ rahmetli Hamza Emek Ağabey et getiriyor Süleymaniye’ye... Şimdi Zübeyir Ağabey kabul etmezse Hamza Ağabey oturup ağlayacak. Zübeyir Ağabey de Hamza Ağabeyi kıramaz! Emirdağ’da bu kadar Üstad’a hizmet etmiş bir ağabeyin hediyesini kabul etmemek... Onu kabul ediyor ve eder etmez—zannederim—Ahmet Gümüş Ağabeye veya Mustafa Ekmekçi’ye “Kardeşim sen bizim prensibimizi biliyorsun! Al git, arkadaşlara, kardaşlara aşağıda yemek yap! Hamza Ağabeyin ikramını reddedemedim” diyor. Zübeyir Ağabey kendi şahsına kabul etmiyor, orada gelen giden kardeşlere yemek yapılması için kabul ediyor. Öteki talebelere “Siz de şahsınıza kabul etmeyiniz” diyor. Ermenek’e yazdığı mektupta “Biliyorsunuz, nur talebeleri böyle hediye kabul etmiyor” diyor.

Zübeyir Ağabey “Ben Üstaddan böyle görmüşüm” diyor. Kaldı ki helâldır, mübahtır... Üstad Hazretleri, bu prensibini “İlmin izzetini, Risâle-i Nur’un hakikatini” rencide ettirmemek ve ileride birtakım tehlikelerden korumak, vikaye etmek için uyguluyor. Bu, onun hayatının en önemli prensibi.

* Zübeyir Ağabey’in menfî meselelere karşı tutumu nasıldı?

Malûmunuz, Üstad Hazretleri menfiliği hiç sevmiyor. Kesinlikle menfî hiçbir haber verilmeyecek Üstad’a... Hizmetlerimizin menfiliğe tahammülü yok! Çünkü ben menfi birşey anlattığım zaman senin şevkin kırılıyor! Ruhuna işliyor. Ruhunda tahribatlar oluyor! Zübeyir Ağabey—zannediyorum—Islahiye’deyken postahanede çalışıyor. Müdürü, Zübeyir Ağabeyi çok seviyor esasında. Birgün Zübeyir Ağabeye Dersim’de yapılan katliâmları anlatmış. Şöyle öldürüldü, böyle şişlendi, çocuklar şöyle oldu, kadınlar böyle oldu... Zannediyorum Isparta’da faytonla bir yere giderken, Zübeyir Ağabey her nasılsa Üstad’a o zatın kendisine anlattığını anlatıyor. Üstad birşey demiyor. Bir yere gidiyorlar. Üstad bir ağacın dibinde evrad, ezkâr, vs ile meşgul. Zübeyir Ağabey ile diğer ağabeyler, 5-10 m ileride bir yerde oturuyorlar. Üstad geliyor, ama çok celâlli. Zübeyir Ağabeye, “Benim kuvve-yi mâneviyemi mi kırmak istiyorsun? Niye bana bunları anlatıyorsun?!” çok kızıyor. Ondan sonra gidiyor... Zübeyir Ağabey çok üzülüyor. Üstad yarım saat, bir saat sonra tekrar geliyor, yumuşak bir şekilde “Mânevî ihtar var! Affedildin! Sen bunu kasten yapmamışsın!” diyor. Zübeyir Ağabey onun için menfî şeyleri kat’î sûrette bahsettirmez. Her söylediği müsbet olurdu! Hatta enteresandır, ben Zübeyir Ağabeyi birçok kimseye yol tarif ederken gördüm. Belki bana da tarif etmiştir! Bir yolu anlatırken bile; başka belli başlı şeyler olmasına rağmen, okul, cami gibi Peygamber’i, Allah’ı, eğitimi, dini, maneviyâtı hatırlatan şeyler ile tarif ederdi! Zihinleri daima müsbete doğru teksif ederdi!

* Zübeyir Gündüzalp Ağabeyi özetlemek gerekirse, neler söylemek istersiniz?

24 saati Risâle-i Nurlar, Üstad ve hizmet meselesidir. Bunun dışında bir dünyası yok Zübeyir Ağabeyin.

—SON—

Okunma Sayısı: 204
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı