Nejat EREN |
|
Hadiseler karşısında ‘afallamamak’ |
Evet, “afallamak” aslında bir dengesizlik, pusulayı şaşırma, ölçüyü kaybetme, itidali yitirme ve şaşkınlık hâlidir. Gerçek değerlerin kaybolması, aklın tutulması, mantık ve muhakemenin ortadan kalkmasıdır. Yanlışlıkların, savrulmaların, ters dönmelerin, ekseni kaybetmenin, acziyetin, teslimiyetin tezahürü ve cinnet hâlidir. “Afallamanın” en acı hâli de; sapıtma ve saptırma, muhalifine teslimiyet, hakka karşı hürmetsizlik, asıl mihver ve istikametten inhiraf, şahsiyetsizlik, gaflet, gerçeklerden kopuş, sosyal sapma ve siyasî bir dalâlettir. Son yıllarda dünyada ve ülkemizde meydana gelen bunca olaya bakarak toplum ve bireylerde birçok konuda bir “afallama” ve akıl tutulması, bir dehşet ve hayret, gerçeklerden uzaklaşma halinin var olduğunu düşünüyorum. Bu konuya ciddî otoritelerin de işaret ettiğini biliyorum. Buna örnek olarak da, bu haftaki yazımda, geçen yıl (7 Şubat 2009) bizzat katılıp takip ettiğim, Mısır’ın başşehri Kahire’de yapılmış olan “Bediüzzaman Sempozyumu”nda tebliğ sunan ve ilmî sahada büyük otorite olan Ezher Üniversitesi ulemalarının harika tesbitlerinden not aldığım önemli hususları nazarlarınıza sunmak istiyorum. Ağırlıklı olarak da Ezher Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Mahmut Ebuleyla’nın harika tesbitlerini sizinle paylaşmak istiyorum. İşte Dr. Mahmut Ebuleyla’nın, yazımın başlığına da ilham olan harika bir tesbiti: “Bediüzzaman Said Nursî ‘Batı Medeniyeti’ karşısında afallamadı!” Evet, Üstadın: “Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulümatından en mücerreb bir kurtarıcı, Risâle-i Nur’un mîzanları ve muvazeneleriyle neşrettiği nur olduğuna kırk bin şahit vardır. Demek Risâle-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.…” (Tarihçe-i Hayat, s. 259) tabirleriyle ifade ettiği ve yine: “Ey kardeşlerim! Bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde, hadsiz bir metanet ve îtidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir” (Tarihçe: 271) tesbitiyle işaret edip olayın dehşetini ortaya koyduğu tesbitler akıl sahipleri için şaşmaz ve şaşırmaz bir ölçü ve pusuladır. Üstadın bu dehşetli hallere dikkat çekmesi ve uyarması, kendini bu dâvâya verdim diyen ve bu konuya muhatap olan herkes tarafından dikkate alınmalıdır. Kendi dünyasında bunu bire bir yaşayıp bütün insanlığa ve özellikle de talebelerine her konuda olduğu gibi bu konuda da örnek bir hayat ve şaşmaz bir tatbikat bırakan Aziz Üstad’ın bu vasiyet ve tavsiyesine karşı sorumluluk yerine getirilmesi gerekir. Bunun için özellikle bu konuya dikkat çekmek, hissiyâtımı sizlerle paylaşmak istedim. Yine Üstadın ‘serîütteessür ruhlar’, yani ‘en ufak hadislerden bile çabuk etkilenen hassas ve kırılgan ruhlar’ tesbitine atıfta bulunarak; her ruh ve şahsiyetin şahs-ı mânevîdeki sağlamlığı pekiştirmek ve sarsılanlara yardım edip menfî tavırları önlemek için azamî derecede dikkat ve ihtimam göstermesi lâzım geldiğini düşünüyorum. Müsbet mânâda takviyelerin birlikte ve meşveret zemininde, ortak akıl çerçevesinde yapılmasının gerek ve önemine atıfta bulunulmasını nazara vermek istiyorum. “Sadakatli” ve “sabitkadem” olma çizgisinde topluma bir örnek ve mihenk olacak dâvâ adamlarındaki “sarsılma ve afallama” hallerinin büyük veballeri de beraberinde getirdiğine inanıyorum. Sarsılmama ve kendi hizmetine ve işine bakma hakikatinin, hakkı tebliğ ve yaşama aksiyonerliğinin, İlâhîliğe dayanan hükümlere sarılma ve nefsinden başlayarak onları pratiğe dökme gayesinin ön plana çıkarılması gerekir. Ulvî ve güzel hasletlerin hayata geçirilmesi için sistemli ve plânlı projelerin yapılmasına yardımcı olur ümidiyle bir çıkış yolu için bunları gündeme getirmeye çalıştığımı da samimî olarak ifade etmek istiyorum. Çünkü kudsî bir dâvâ olan Risâle-i Nur hareketinin özünün, semavilik, İlâhîlik, hak, sadakat, ümit, yüksek ideal ve ulvî gayeler olduğuna inanıyor ve bu konuda ümitlerimi taptaze muhafaza ediyorum Elhamdülillah. İçinde bulunduğumuz topluma ”artı değer katmanın” millî ve manevî bir görev olduğunu düşünüyorum. Bunun içindir ki, yine yukarıda sözünü ettiğimiz Dr. Mahmud Ebuleyla’nın aynı sempozyumda ortaya koyduğu gerçeklere hep birlikte bir kulak verelim diyorum: “Müslümanlar mağlûp ve mahzun olduğu zamanlarda o (Üstad) hiç ümidini kaybetmemiştir. İnsanlar İslâm’ı dar buldukları ve gücünden şüphelendiklerinde ittihad-ı Muhammediyi tarif ederek ihtizaza gelecek olan azim kuvveti ve vüs’ati göstermiştir. Herkes karşısında olduğu zamanlarda, bütün İslâm coğrafyasında vesile, üslûp ve kadroları ıslâh etmiştir. İslâm’ın avdeti İnşaallah daha kuvvetli olacaktır. Bu imanın amele tebdil edilmesi ve ete kemiğe bürünmesi gerekir. Cenâb-ı Hak gücünüz yettiği kadar güç hazırlayın diyor. Bu bir zaman istiyor. Ancak kuvvet elinizde olsun demiyor. “Bediüzzaman Said Nursî imandaki kuvveti gösteriyor. Bu kuvvet bazen Cenâb-ı Hakk’a karşı acz oluyor. Bazen de aklî, medenî ve sivil ruhu terbiyeyi kapsıyor. İslâm âleminin hepsini kapsıyor. Bu bir medenileşmedir. İman olmazsa insan olmaz. İman her şeyin her türlü medeniyetin temelidir. İman rabıtası üzerinde Bediüzzaman Said Nursî çok durmuştur. İmanın bu gücü, Müslümanların elindeki en büyük kuvvet ve canlı bir zahiredir. Bu kuvvet ve manevî güçtür ki, şer odaklarının ellerinde koz olarak İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhinde yanlış olarak kullandıkları ‘laik sultası’nın da tesirini kıracak en büyük bir güç ve sultadır.” “Bediüzzaman’ın İçtihad Risâlesinde bahsettiği gibi: ‘zihin saf olmazsa kalp de safi olmaz.’ Müceddit safi olacak ki, safi olmayan ve İslâm’a zararlı olan yabancı şeyleri bertaraf etsin! Değilse nasıl bertaraf edecek?” “Kâmil iman dinin kemâli ile imanın tekâmülü üzerinde duruyor. İman gerçeklerini Batıdaki ilimlerle sınamamak gerekiyor. Bu sahada doğru teşhisler konulamazsa netice almak mümkün olmaz. İşte Bediüzzaman Said Nursî bütün bu siyasî, sosyal ve ideolojik konularda yaptığı mükemmel içtihatlarla devlet-millet ilişkisi ve çözümlerinin tesbitini yapmış, izahını ve çözümünü de birlikte sunmuştur. Bediüzzaman Said Nursî sadece Müslüman dünyası için değil bütün insanlık için Cenâb-ı Haktan bir nefha idi. Osmanlı ordusu dağıldığında ona moral vermiştir. Manevî takviye niteliğinde fikir ve görüşler serdetmiştir. Aslında sadece o orduya değil bütün İslâm devletleri ve ümmete bedel Cenâb-ı Hak bu insanı ümmete vermiştir, böylece ümitsizlikleri ortadan kaldırmıştır. “Bediüzzaman Said Nursî geçmişi değil geleceği ele almıştır. Allah her zamanda yürekleri dünyaya dönmüş olanları hakikate döndürecek müceddidleri göndermiştir. Bediüzzaman Said Nursî kendisiyle aynı çağda olmayanlara da ulaşmıştır. Bu faydalı ilimden öte bir sadaka-i cariyedir. Risâle-i Nur Talebeleri bunun taşıyıcılarıdır. “Bediüzzaman Said Nursî’nin eserinde Kur’ân’dan alınmış tohumların serpintileri vardır. Edebiyatın bütün kaidelerini, üslûplarını kullanmıştır; ama asıl önemli olan, Kur’ân üslûbu onun ifadelerini daha çok güçlendirmiştir. Çünkü en güzel üslûp Kur’ân’dadır. Bu ‘Beyanda sihir tesiri vardır’ hadisinin bu asra yansımasıdır. “Bu harika ve orijinal fikirlere karşı gelenler ve direnenler olmuştur ve daha da olacaktır. Ama işte hakikat bütün çıplaklığıyla ortadadır ki: Risâle-i Nur kendi öz hizmetini yapıyor, cihanda fütuhatına devam ediyor. Risâle-i Nur bir pınardır, herkes ondan farklı manaları içmektedir.” Evet, hak ve hakikat karşısında “afallamadan”, istikametli, iman dolu doğru bir hayat yaşama dilek ve temennisiyle... 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |