Nejat EREN |
|
Hadiseler karşısında ‘afallamamak’ |
Evet, “afallamak” aslında bir dengesizlik, pusulayı şaşırma, ölçüyü kaybetme, itidali yitirme ve şaşkınlık hâlidir. Gerçek değerlerin kaybolması, aklın tutulması, mantık ve muhakemenin ortadan kalkmasıdır. Yanlışlıkların, savrulmaların, ters dönmelerin, ekseni kaybetmenin, acziyetin, teslimiyetin tezahürü ve cinnet hâlidir. “Afallamanın” en acı hâli de; sapıtma ve saptırma, muhalifine teslimiyet, hakka karşı hürmetsizlik, asıl mihver ve istikametten inhiraf, şahsiyetsizlik, gaflet, gerçeklerden kopuş, sosyal sapma ve siyasî bir dalâlettir. Son yıllarda dünyada ve ülkemizde meydana gelen bunca olaya bakarak toplum ve bireylerde birçok konuda bir “afallama” ve akıl tutulması, bir dehşet ve hayret, gerçeklerden uzaklaşma halinin var olduğunu düşünüyorum. Bu konuya ciddî otoritelerin de işaret ettiğini biliyorum. Buna örnek olarak da, bu haftaki yazımda, geçen yıl (7 Şubat 2009) bizzat katılıp takip ettiğim, Mısır’ın başşehri Kahire’de yapılmış olan “Bediüzzaman Sempozyumu”nda tebliğ sunan ve ilmî sahada büyük otorite olan Ezher Üniversitesi ulemalarının harika tesbitlerinden not aldığım önemli hususları nazarlarınıza sunmak istiyorum. Ağırlıklı olarak da Ezher Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Mahmut Ebuleyla’nın harika tesbitlerini sizinle paylaşmak istiyorum. İşte Dr. Mahmut Ebuleyla’nın, yazımın başlığına da ilham olan harika bir tesbiti: “Bediüzzaman Said Nursî ‘Batı Medeniyeti’ karşısında afallamadı!” Evet, Üstadın: “Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulümatından en mücerreb bir kurtarıcı, Risâle-i Nur’un mîzanları ve muvazeneleriyle neşrettiği nur olduğuna kırk bin şahit vardır. Demek Risâle-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.…” (Tarihçe-i Hayat, s. 259) tabirleriyle ifade ettiği ve yine: “Ey kardeşlerim! Bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde, hadsiz bir metanet ve îtidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir” (Tarihçe: 271) tesbitiyle işaret edip olayın dehşetini ortaya koyduğu tesbitler akıl sahipleri için şaşmaz ve şaşırmaz bir ölçü ve pusuladır. Üstadın bu dehşetli hallere dikkat çekmesi ve uyarması, kendini bu dâvâya verdim diyen ve bu konuya muhatap olan herkes tarafından dikkate alınmalıdır. Kendi dünyasında bunu bire bir yaşayıp bütün insanlığa ve özellikle de talebelerine her konuda olduğu gibi bu konuda da örnek bir hayat ve şaşmaz bir tatbikat bırakan Aziz Üstad’ın bu vasiyet ve tavsiyesine karşı sorumluluk yerine getirilmesi gerekir. Bunun için özellikle bu konuya dikkat çekmek, hissiyâtımı sizlerle paylaşmak istedim. Yine Üstadın ‘serîütteessür ruhlar’, yani ‘en ufak hadislerden bile çabuk etkilenen hassas ve kırılgan ruhlar’ tesbitine atıfta bulunarak; her ruh ve şahsiyetin şahs-ı mânevîdeki sağlamlığı pekiştirmek ve sarsılanlara yardım edip menfî tavırları önlemek için azamî derecede dikkat ve ihtimam göstermesi lâzım geldiğini düşünüyorum. Müsbet mânâda takviyelerin birlikte ve meşveret zemininde, ortak akıl çerçevesinde yapılmasının gerek ve önemine atıfta bulunulmasını nazara vermek istiyorum. “Sadakatli” ve “sabitkadem” olma çizgisinde topluma bir örnek ve mihenk olacak dâvâ adamlarındaki “sarsılma ve afallama” hallerinin büyük veballeri de beraberinde getirdiğine inanıyorum. Sarsılmama ve kendi hizmetine ve işine bakma hakikatinin, hakkı tebliğ ve yaşama aksiyonerliğinin, İlâhîliğe dayanan hükümlere sarılma ve nefsinden başlayarak onları pratiğe dökme gayesinin ön plana çıkarılması gerekir. Ulvî ve güzel hasletlerin hayata geçirilmesi için sistemli ve plânlı projelerin yapılmasına yardımcı olur ümidiyle bir çıkış yolu için bunları gündeme getirmeye çalıştığımı da samimî olarak ifade etmek istiyorum. Çünkü kudsî bir dâvâ olan Risâle-i Nur hareketinin özünün, semavilik, İlâhîlik, hak, sadakat, ümit, yüksek ideal ve ulvî gayeler olduğuna inanıyor ve bu konuda ümitlerimi taptaze muhafaza ediyorum Elhamdülillah. İçinde bulunduğumuz topluma ”artı değer katmanın” millî ve manevî bir görev olduğunu düşünüyorum. Bunun içindir ki, yine yukarıda sözünü ettiğimiz Dr. Mahmud Ebuleyla’nın aynı sempozyumda ortaya koyduğu gerçeklere hep birlikte bir kulak verelim diyorum: “Müslümanlar mağlûp ve mahzun olduğu zamanlarda o (Üstad) hiç ümidini kaybetmemiştir. İnsanlar İslâm’ı dar buldukları ve gücünden şüphelendiklerinde ittihad-ı Muhammediyi tarif ederek ihtizaza gelecek olan azim kuvveti ve vüs’ati göstermiştir. Herkes karşısında olduğu zamanlarda, bütün İslâm coğrafyasında vesile, üslûp ve kadroları ıslâh etmiştir. İslâm’ın avdeti İnşaallah daha kuvvetli olacaktır. Bu imanın amele tebdil edilmesi ve ete kemiğe bürünmesi gerekir. Cenâb-ı Hak gücünüz yettiği kadar güç hazırlayın diyor. Bu bir zaman istiyor. Ancak kuvvet elinizde olsun demiyor. “Bediüzzaman Said Nursî imandaki kuvveti gösteriyor. Bu kuvvet bazen Cenâb-ı Hakk’a karşı acz oluyor. Bazen de aklî, medenî ve sivil ruhu terbiyeyi kapsıyor. İslâm âleminin hepsini kapsıyor. Bu bir medenileşmedir. İman olmazsa insan olmaz. İman her şeyin her türlü medeniyetin temelidir. İman rabıtası üzerinde Bediüzzaman Said Nursî çok durmuştur. İmanın bu gücü, Müslümanların elindeki en büyük kuvvet ve canlı bir zahiredir. Bu kuvvet ve manevî güçtür ki, şer odaklarının ellerinde koz olarak İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhinde yanlış olarak kullandıkları ‘laik sultası’nın da tesirini kıracak en büyük bir güç ve sultadır.” “Bediüzzaman’ın İçtihad Risâlesinde bahsettiği gibi: ‘zihin saf olmazsa kalp de safi olmaz.’ Müceddit safi olacak ki, safi olmayan ve İslâm’a zararlı olan yabancı şeyleri bertaraf etsin! Değilse nasıl bertaraf edecek?” “Kâmil iman dinin kemâli ile imanın tekâmülü üzerinde duruyor. İman gerçeklerini Batıdaki ilimlerle sınamamak gerekiyor. Bu sahada doğru teşhisler konulamazsa netice almak mümkün olmaz. İşte Bediüzzaman Said Nursî bütün bu siyasî, sosyal ve ideolojik konularda yaptığı mükemmel içtihatlarla devlet-millet ilişkisi ve çözümlerinin tesbitini yapmış, izahını ve çözümünü de birlikte sunmuştur. Bediüzzaman Said Nursî sadece Müslüman dünyası için değil bütün insanlık için Cenâb-ı Haktan bir nefha idi. Osmanlı ordusu dağıldığında ona moral vermiştir. Manevî takviye niteliğinde fikir ve görüşler serdetmiştir. Aslında sadece o orduya değil bütün İslâm devletleri ve ümmete bedel Cenâb-ı Hak bu insanı ümmete vermiştir, böylece ümitsizlikleri ortadan kaldırmıştır. “Bediüzzaman Said Nursî geçmişi değil geleceği ele almıştır. Allah her zamanda yürekleri dünyaya dönmüş olanları hakikate döndürecek müceddidleri göndermiştir. Bediüzzaman Said Nursî kendisiyle aynı çağda olmayanlara da ulaşmıştır. Bu faydalı ilimden öte bir sadaka-i cariyedir. Risâle-i Nur Talebeleri bunun taşıyıcılarıdır. “Bediüzzaman Said Nursî’nin eserinde Kur’ân’dan alınmış tohumların serpintileri vardır. Edebiyatın bütün kaidelerini, üslûplarını kullanmıştır; ama asıl önemli olan, Kur’ân üslûbu onun ifadelerini daha çok güçlendirmiştir. Çünkü en güzel üslûp Kur’ân’dadır. Bu ‘Beyanda sihir tesiri vardır’ hadisinin bu asra yansımasıdır. “Bu harika ve orijinal fikirlere karşı gelenler ve direnenler olmuştur ve daha da olacaktır. Ama işte hakikat bütün çıplaklığıyla ortadadır ki: Risâle-i Nur kendi öz hizmetini yapıyor, cihanda fütuhatına devam ediyor. Risâle-i Nur bir pınardır, herkes ondan farklı manaları içmektedir.” Evet, hak ve hakikat karşısında “afallamadan”, istikametli, iman dolu doğru bir hayat yaşama dilek ve temennisiyle... 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Otuzuncu Söz üzerine - 1 |
Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Sözde izahı yapılan ‘Ene’, İkinci makamında geçen ‘Tahavvülât-ı Zerrât’, ‘İmam-ı Mübîn’, ‘Kitâb-ı Mübîn’, ‘Levh-i Mahv’, ‘Levh-i Mahfuz-u Azam’ terimleri ile Üçüncü Nokta’da geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”
Risâle-i Nur’dan Otuzuncu Söz “ene”ye ve “zerre”ye tahsis edilmiştir. Birinci Maksad’da ene’nin mâhiyeti ve gizli bilinmeyenleri, İkinci Maksad’da ise zerrenin mâhiyeti ve gizli bilinmeyenleri hârika bir biçimde keşfedilmiş ve anlaşılır bir üslûp içinde izah edilmiştir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ene’yi, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar. Ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir”1 âyetinin tefsîri mâhiyetinde ele alır; zerre’yi de, “İnkâr edenler, ‘Kıyâmet başımıza gelmez’ diyorlar. Sen, de ki: ‘Evet. Gaybı bilen Rabb’ime yemin olsun ki, başınıza gelecektir. Ne göklerde ve ne yerde zerre kadar bir şey O’ndan uzak kalmaz. Bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır”2 âyetinin tefsîri sadedinde inceler. Bedîüzzaman Hazretlerine göre göklerin, yerlerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri ve korktukları emanetin bir ferdi ene’dir. Ene lügatte ben ve benlik mânâsındadır. İnsanın ben’ini, rûhî kimliğini, iç âlemini, duygularla sarılmış fizik ötesi varlığını tarif eder. Kısaca ene, sorumluluk taşıyan benliktir. Öyle ki, ene (benlik) Hazret-i Âdem’den (as) şimdiye kadar insanlık âleminin etrafına dal budak salan hem nuranî bir Tuba ağacının, hem de dehşetli bir Zakkum ağacının çekirdeği hükmündedir. Birer gizli hazine olan Allah’ın isimlerinin anahtarını uhdesinde taşıyan ene, kâinatın gizli bilinmeyenlerini de açabilecek hüviyette iken; başına buyruk bırakıldığında vahşetin, canavarlığın ve dehşetin resmini çizebilen bir yüz karası olabilmektedir. Yâni insanın mâneviyât ağacı hayırda “ene” üzerinde yükselmekte; şerde de “ene” nedeniyle kurumakta, sönmekte ve bozulmaktadır. Yâni insan “ene” ile hem kazanmakta, hem kaybetmektedir. Kendini büyük gören kaybetmekte, kendini Allah’a veren kazanmaktadır. Benliği ile gururlanan kaybetmekte, benliğini Allah’a kulluk makamında eriten kazanmaktadır. Kendisine var diyen gerçekte yokluğu, kendisini Allah için yok sayan gerçek varlığı bulmuş olmaktadır. Üstad Saîd Nursî’ye göre kâinâtın anahtarı insanın elindedir. Yani nefsine takılmıştır. Kâinâtın kapıları görünüşte açık gibi zannedilmekte ise de, hakikatte kapalıdır. Cenâb-ı Hak insana emanet cihetiyle “ene” namında öyle bir anahtar vermiştir ki, insan onunla âlemin bütün kapalı kapılarını açabilmekte, öyle sırlı bir enâniyet vermiştir ki, Allah’ın gizli hazînelerini onunla keşfedebilmektedir. Fakat ene’nin kendisi de müşkül bir bilinmeyen denklemdir, dehşetli bir anlaşılmayan bilmecedir. Ene’nin hakîkati, mâhiyeti ve yaratılış hikmeti bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinâtın gizli kapıları da açılabilecektir.3 Saîd Nursî Hazretleri, Peygamberlerin ene’ye bir abd ve ubûdiyet zîneti takarlarken, şirk dünyâsının da ene’ye bir rab ve rubûbiyet mânâsı yüklediklerini; bir diğer ifâdeyle Peygamberlerin elinde ene’nin Allah’ın kulu, beşeriyetin elinde ise –hâşâ- Allah’ın şerîki unvânı kazandığını kaydeder. Peygamber irşâdı hâricinde şirkten başını kaldıramayan ene’nin, hem her defasında bu irşâda müstağni kalması, hem de mevhum bir rubûbiyet dâvâsına en büyük hakîkatmış gibi sarılması cehâletinin ve kendine zulmedişinin resmi olsa gerektir ki, Kur’ân bu cephesiyle onu “çok zâlim ve çok câhil” îlân etmiştir. Kur’ân “ahsen-i takvîm” sûretinde yaratıldığını beyan ettiği insanın, îmânı ve sâlih ameli olmadığı takdirde, “esfel-i sâfilîn” derekesine düşeceğini de haber vermiştir.4 Otuzuncu Söz, ene’nin gizliliklerini keşfederek, ene’den kulluğa giden yolu göstermiştir. Yarın İnşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Ahzâb Sûresi, 33/72. 2- Sebe’ Sûresi, 34/3. 3- Sözler, s. 495. 4- Tîn Sûresi, 95/4-6. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İman, maddî manevî dertlerin ilâcı |
İnsan sonsuza dek sevdikleriyle beraber kalmak istiyor; ayrılmak istemiyor. Oysa, şu karmakarışık, alt-üst olan âlemde hiçbir şey kararında kalmadığından bîçâre insan kalbi her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeyler gidince ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut (acıları unutmak için) gaflet ile sarhoş olur.1 Gayr-i meşrû sevgi; kalp kırıklıkları, aşınma, çatlama, fay hatlarına ve bunlar da rûhî depremlere zemin hazırlar. Çünkü, sevdiğimiz şey, ya bizi tanımaz, ‘Allahaısmarladık’ demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya sevgimiz için bizi tahkir eder, aşağılar. Mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzunun sevgililerinden / aşklarından şikâyet etmesinin sebebi budur. Sevdiğimiz şeyler ya bizi tanımıyor, ya bizi tahkir ediyor, ya bize refâkat etmiyor, bize rağmen ayrılıyor. Ömrümüzün her saatinde, her gününde karşılaştığımız çeşitli sıkıntı, problem, hastalık, felâketler ve “ölüm” stres sebebidir. Kitazato Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Kazuo Kodama, Japonya’da nevroz, depresyon, ülser ve yüksek tansiyon gibi birçok hastalığın, hattâ kanser, kalp hastalığı, felç gibi üç ana öldürücü hastalık dahil, pek çok hastalığın, hattâ yaşlanmayı hızlandıran sebebin stres olduğuna dikkat çekiyor. Bunlara karşılık insanın geliştirdiği mekanizma, yapıp-bozma mekanizmasıdır. Bu mekanizmayı olumluya çevirmenin yolu ise, imandır. Çünkü, imân, bu olaylar ve çâresizliklerimiz karşısında tam bir emniyet verir.2 Eğer hayat imânla olmazsa, ızdırap, sıkıntı, üzüntülere boğuluruz.3 İmân, dünyada dahi mânevî Cenneti temin eder ve ölümü Cennet tezkeresine çevirir.4 Özellikle Allah’a imânın kazandırdığı güzelliklerin gizemi bizi mutluluğun şahikasına çıkarır: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü kâinatın Sultanı birdir. Herşeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun emriyle halledilir? O'nu bulsan her isteğini buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.5 Sağlıklı bir hayat sürdürmenin şartlarından birisi de tefekkürî gözlemdir. Çünkü, güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Yâni, güzel düşünce huzûr, sükûnet verir. O da stres, sıkıntı ve gerginliği asgariye indirir; zihnen de acı duymamıza engel olur, rûhumuzu tedâvi eder. Bu özelliğinden ötürüdür ki uzmanlar; “Hiç olmazsa günde beş on dakika tefekkür edin; özellikle en yoğun olduğunuz zamanı tercih ederek işlerinize ara verin ve sakinleşme egzersizleri yapın”6 tavsiyesinde bulunuyor.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 321-322. 2- Age, s. 25. 3- Mektûbât, s. 450. 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 75. 5- Mektûbât, s. 219. 6- Dr. Norman Vicent Peale, Olumlu Düşünmenin Gücü, Sistem Yay., İst., 2001, s. 88. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ordu yapmaz, cunta yapar |
Org. Başbuğ'un "Ordu, cami bombalamaz, kendi uçağını düşürmez, pilotunu öldürmez..." şeklindeki sözleri doğrudur. Bu sözler, hak ve hakikatin bir yansımasıdır. Ancak, konu bu değil. Dolayısıyla, hiddetle sarf etmiş olduğu bu sözler, ortadaki iddialara cevap teşkil etmiyor. Asıl iddia şudur: Milletin hizmetindeki ordu değil, belki ordunun içinde yuvalanmış cuntalar yapar bu tür işleri. Org. Başbuğ, çıkıp "Cunta da yapmaz böyle vicdansızlıkları" diyebilir mi? Hayır. Demez, diyemez. Çünkü, cuntacılar her türlü mel'aneti yapar ve yapmış da. Meselâ, 1960 Darbesini yapan "Albaylar Cuntası"nın yaptıklarına bir bakalım.
1) Gözlerini kan bürümüş bu cunta, herkesten önce başlarındaki Genelkurmay Başkanını (Org. Rüştü Erdelhun) hedef almadı mı? Emrindeki subaylar, onu hapsedip bütün rütbelerini sökmedi mi? Onu rütbesiz er derecesine düşürmediler mi? Ona her türlü hakareti yapmadılar mı? Ona Yassıada zindanında bir yıldan fazla hakaretli işkenceler çektirmediler mi? Sonunda da onu "idama mahkûm" etmediler mi? Bu yaptıklarını lânetliyoruz. Elbette ki, bu tür vicdansızlıkları ordunun kendisi değil, içindeki adi cuntacılar, komitacılar yapmış ve tekrar yapmayı düşünebilirler. Bunu inkâr etmek, yahut görmezden gelmek, öncelikle kendini kandırmak anlamına gelir.
2) Cuntacılar, İstiklâl Harbi kahramanlarından Ali Fuat Cebesoy ile Tahsin Yazıcı Paşaları da aynı Yassıada cehennemine sevk etmediler mi? Onları da yargılamadılar mı? Böyle adice bir nankörlüğü cuntacılardan başka kim yapabilir? Lânetliyoruz.
3) Cuntacı albaylar, ordudaki generallerin tamamına yakın kısmının işine son vermedi mi? 235 generali ordudan attırmadı mı? Geriye kalan sadece 15–20 kadar generali de albayların emri altına sokmadılar mı? Bunun dışında, beş binden fazla subayın (Eminsular; ) da ordu ile ilişiğini kesmediler mi? Bir bakıma "orduyu lağvetmek" anlamına gelen bu muamele, vicdansızlık değil de nedir? Lânetliyoruz.
4) Cuntacı subaylar, 147 öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırmadı mı? Kışladan sonra eğitim kurumlarında da terör estirmediler mi? Bunlar da lânetlik uygulamalar değil mi?
5) Darbe öncesinde her türlü provokasyona tevessül eden cuntacılar, harbiyelileri sokağa dökmedi mi? Kızılay'da "555K" isimli protestolu gösteriyi organize etmediler mi? Gazetelere yalan yanlış haberleri servis etmediler mi? Bunların dışında, daha bir sürü lanetlik dolapları çevirmediler mi?
6) 600 kişiden fazla Demokrat Partiliyi Yassıada'ya sevk eden cuntacılar, burada bir yıldan fazla süreyle onlara insanlık dışı muamelelerde bulunmadılar mı? İçişleri Bakanı Namık Gedik'i Harp Okulunun penceresinden aşağı atarak katleden vicdansızlar, ayrıca üç güzide devlet adamını darağacına göndermedi mi? Bunların dışında, ayrıca Yassıada'da işkenceli yargılamadan geçirdikleri 9 vatanseverin orada ölümüne sebebiyet vermediler mi? Dünya durdukça lânet olsun, bunu yapan vicdansız alçaklara. * * * Orduyu ve ordunun mânevî şahsiyetini bütün bu zulümkârlıklardan tenzih ederiz. Buna mukabil, cuntacıları asla affetmeyiz. Org. Sayın Başbuğ'un da, geçmişteki olayları günahkâr cuntacılara yükleyerek, orduyu tenzih etmesi daha uygun olurdu kanaatindeyiz. Zira, kendisinin de ifade ettiği gibi, böyle şeyleri ordu yapmaz. Ordu yapmaz, ama cunta yapar. Yapmıştır da. Tıpkı, yukarıda sıraladığımız gibi... Tıpkı, 12 Darbesi öncesinde ve sonrasında benzer vakıalar yaşandığı gibi... Bu da demektir ki, daha evvel yaptığını, cuntacı kafa yine yapma emelinde olabilir. Yapar yapamaz, başarılı olur olamaz ayrı mesele... Fakat, cuntacı zihniyetine sahip olanlar, her zaman için bir çılgınlığa tevessül edebilirler. İşte, bu noktada dikkatli ve müteyakkız daranılması gerekiyor. Çılgınca hareketler başladıktan ve nice mâsumun canı yandıktan sonra uyanmanın ve tedbir almanın pek bir faydası olmaz. Şu da var ki, yıllardır yaşanan faili meçhûl cinayet ve bombalama hadiselerinin arkasında, ordu içindeki cuntacıların olması kuvvetle muhtemeldir. Yani, darbe yapmada nihaî hedefe ulaşmasalar da, darbeye zemin hazırlamak için kaotik bir hava meydana getirme teşebbüsünde bulunabilirler. Bu hedefe yönelik olarak da, medyaya yansıyan eylem planlarının bir kısmını pekâlâ uygulamaya sokmuş olabilirler. Şayet, ciddi bir engelle karşılaşmamış olsalardı, hiç şüphe yok ki, planda belirtilmiş olan diğer safhaları da adım adım tatbik sahasına koyacaklardı. Bu noktada durup, geçmişte de başarısız kalmış bazı darbe teşebbüslerinin mahiyetini ve gelişme sürecini bir güzel tahlil etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.
Kıyamete var daha
Balyoz Eylem Planı, medyada gündemin birinci sırasına yerleşip oturdu. Konuyla ilgili herkes konuşup birşeyler söylerken, askerin sessiz kalması doğru olmazdı. Sonunda Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da medyanın önüne çıkıp sert bir duruş sergiledi. Konuşmasının en çok sertleştiği kısımda şunları söyledi: "'Allah Allah' diye askerine hücûm ettiren, taarruz ettiren bir ordu, nasıl olur da Allah'ın evi camiye bomba atmayı düşünür? Lânetliyorum!" Güzel... Ordumuz böyle "Allah Allah!" dedikçe kıyamet kopmaz. Zira, sahih bir rivâyette denilmiş ki: "Yeryüzünde Allah Allah diyenler var oldukça kıyamet kopmaz." Göstergelerden anlıyoruz ki, kıyametin kopmasına epeyce bir zaman (en az yüz sene) var daha. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Alanya’dan Konya’ya |
Hizmetlerde sınır olmadığı gibi, hizmetlerde mevsim de olmaz. Kara kışın, soğuk ve ayazın hâkim olduğu Türkiye’mizde dâvet olunan yerlere imkânlar dahilinde ulaşmanın gayreti ve azmi içindeyiz. Uhuvvet ve ihlas düsturları içinde fani ömründe koşabildiğin kadar koş, ya dinle ya da dinlet. Uykuyla ömür geçirenlere ve kahvelerde vakit tüketmeye çalışlara hayretle bakarım. Bir mânâda onlar beni daima kamçılar ve kamçılamıştır. Hz. Bediüzzaman “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa, Kur’ân-ı Kerîm’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir” 1 der. Şükürler olsun dava-i Kur’âniyeye gönül veren cengâver şahsiyetler ve mümtaz kişiler, bu mânâ ve tarik içinde vatan sathında ve âlem-i insaniyette bütün gayret ve azimlerince uyanık kalmışlar ve uyananları uyandırmaya ve uyananları müştereken koşturmanın çabası ve hizmeti içinde bulunmuş ve bulunmaktadırlar. Bu mânâları yaşayan ve uzun yıllardır yaşatmaya çalışan Alanyalı can dostlarından davet aldım ve dâvete icabet ettim. Mükerrer defalar gittiğim bu tarihî ve görkemli şehre tekrar intikal ettik. Ziyaretlerde, derunî ve ilmî sohbetlerde bulunduk. Hatta Remzi Çetin Beyle birlikte ziyaret ettiğimiz Alanya Belediye Başkanı Av. Hasan Sipahioğlu Beye hizmet ve seminerlerimizi anlatınca “Bizim kültür sitemiz emrinizde, bu hizmetler için karşılıksız veririm, yeter ki halkı gerçek mânâda andınlatalım ve geniş kitlelere hitap edelim” dediler. Türkiye ve dünyadaki bütün çalkalanmalar içinde insanlık, Hz. Bediüzzaman’ın 1911’deki tesbiti olan “İnsaf, meyl-i taharri-i hakikat, muhabbet-i insaniye ve fikr-i hürriyete” sür'atle ve azimle gitmektedir. Zorbalıklar, bağnazlıklar, istibdatlar hükümsüz ve geçersiz kalmaktadır ve kalmaya mahkûmdur. Herkes sevgi ve kardeşliğin, birlik ve beraberliğin hâkim olmasını istemektedir. Eğer okuyan 2 milyar dünya gençliğiyle anket yapılırsa karşılığı bu olacağı inancındayım. Alanya’daki seminerlerimde, Kur’ân’dan ve Hz. Peygamberimizden (asm) ilham ve kaynak alarak, çağımızı aydınlatan eserleri ile açılım ve çıkış paketleri sunan gönül sultanımız Hz. Bediüzzaman’ın eserlerinden “kardeşlik ve eğitim“ konuları üzerinde kesitler sunduk. Hünkârımız Alaeddin Keykubat’ın kışın gittiği bu beldede maddî-mânevî yaz ve bahar havasını teneffüs ettim. Emeği geçen, başta muhterem Kerim kardeşim olmak üzere herkese binler teşekkür ve tebrikler. Alanya’nın maddî ve manevî yağan rahmeti içinde gecenin karanlığında Konya’ya intikal ettik. Konya Yeni Asya Temsilciliği, son dönemlerde sosyal faaliyetlerini daha geniş sahalara ve daha anlamlı zeminlere çekmişlerdir. Efendimizin (asm) “İki günü müsavi olan zarardadır” hadis-i şeriflerini uygulamaktadırlar. Konya’daki 42 kat 165 metre yükseklikteki “Kule site”de pazarın sabahında Yeni Asya okuyucularına sabah kahvaltısı toplantısı sundular ve kendimizi orada bulduk. Bay ve bayan okuyucu kardeşlerimize faaliyetlerinden dolayı plâketler verildi. Bizleri de uzun yıllar yaptığımız İman ve Kur’ân hizmeti babında bir plaketle ödüllendirdiler. Muhterem Dr. M. Polat ve muhterem Said Çamkerten beylerin konuşmalarından sonra yaptığım teşekkür konuşmasında da ifade ettiğimi gibi “Kuru ekmeğe su döküp yediğimiz günlerden, bugün 37 katlık binalarda kahvaltılar yaptığımız günlere geldik. Bu cihetle de çok mesafeler almışız. Şükürler olsun.. İnşaallah her cihetle daha çok mesafeler alacağız. Meşru zeminlerde sabah da bizim olacak, akşam da...
Dipnotlar:
1- B.S.Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 140. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Hâlâ darbe mi bekliyorsunuz? |
Türkiye’nin; herşeyini istismara kabiliyetli haricî cereyanların etkisiyle, tehlikeli sularda seyrettiğini iddia etsek mübalâğa mı olur? Millet olarak bize en ürküntülü gelen “darbenin” iki-üç seneden beri halkın gündemine nasıl oturtulduğuna, ekranla yatıp-kalkanlar şaşırmasalar da, bizim gibiler hâlâ hayretteler. Bu korkunç kelimeyi her gün ekranlarda tekrarlayanların hali, bize meşhur bir fıkrayı tedai ettiriyor: “Baba hırsız!” Hükümet “Darbe! Darbe!” diye ülkeyi velveleye verirken, ne hırsızları yakalıyor, ne de hırsızdan kurtulabiliyor. İşin en nahoşu da milletin iki üç seneden beridir dehşetli senaryolarla mütemadiyen meşgul edilmesi değil mi? Efkâr-ı ammeyi Ergenekon’un dezenformasyonuyla ters yatıranın hükümet olmadığını önceden de söylemiştik. 12 Eylül devleti bütün gelenekleriyle tahrip eden bir askerî darbeydi. Onun kurduğu düzenin şimdi sivil odaklarla devam ettirildiği şüphesini bizde uyandıran şu son olayların, AKP'nin inisiyatifi dışında cereyan ettiğini, sözcüleri itiraf ediyorlar. 28 Şubat darbesinin zemininde bir taşı bile düzeltemeden yola devam edenlerin, Meclisi ağlama duvarına çevirmeleri sizi de şaşırtmıyor mu? Kamuoyu az-çok darbelerin tarihçesini, maksatlarını, darbecilerin hedeflerini ve beklentilerini öğrendi. Meselâ, Halkçıların öncüsü olan İttihatçıların ilk darbesi sayılan 31 Mart hadisesini azıcık araştırsanız; o gün başşehirdeki irtica naralarını, provoke edilmiş sokaklardaki “şeriat isteriz!” sadâlarını ve üstlerine karşı kışkırtılan askerleri rahatlıkla görürsünüz. Bütün bu tezgâhları kuranların “devleti kurtarmak üzerine” Selanik’ten İstanbul önlerine katar katar asker taşıdıklarını da öğrenirsiniz. Devleti kurtarmaya çalışanların başşehri ve sarayları nasıl yağmaladıklarını, Sultan Abdulhamid’i Selanik’teki Karls Alattini Köşküne nasıl hapsettiklerini ve yerine sembolik birisini tayin ederek, bir yönüyle Osmanlı Hanedanına nasıl son verdiklerini ayan-beyan görürsünüz. Ekranlarda; devletin tamire muhtaç temel yapısını “magazincilerle” birlikte yıkmaya -velev ki bilmeden- ortak olan hükümetin tavrı fevkalâde kaygı verici. Milletin iradesini hâkim kılmaya yönelik bir icraatın yapılmadığı yerde darbelerin zararlarını konuşmak en azından hükümete yakışmıyor. Evvelâ darbeleri mahiyetleri itibariyle millete anlatmak, 27 Mayıs’ta, 12 Mart ve 12 Eylül’de yapılan fecaatleri halka izah etmek, darbe karşıtı bir hükümetin vazifesi olsa gerek. Darbelerin dayandığı Kemalizmi kutsayarak, yaşayan darbecileri onore edip koruma altına alarak “darbe karşıtlığı” elbette yapılamaz. Tam sekiz seneden beri, ülkenin antidemokratik zeminden çıkışına en kuvvetli desteği sağlayacak AB’ye mesafeli duran şu hükümetin, enerjisini “gerilim politikalarından” aldığını söyleyenler maalesef haklı çıkıyorlar. Kemalizm ile AKP’nin şu fevkalâde ince tezgâhlarla birbirlerini nasıl beslediklerini artık halk da öğrenecek. Neoliberallerin de ortak oldukları “muhteşem üçlü koalisyonun” böylece sürüp gitmeyeceğini, hükümetteki baş oyuncular da kavramış olmalı. Kameralar karşısında arada bir askere gürlüyor gibi görünen hükümet, iş fiiliyata dökülünce askerin en küçük isteğine karşı duramıyorsa, İsrail’e her kükremenin bedeli yeni ticaret ve silâh anlaşmalarıysa ve milletin en küçük bir hakkını veremiyorsa bu hükümet, başka hangi yorumda bulunabilirsiniz ki... Baştan beri seslendirdiğimiz bir kanaatimiz var: Kemalistleri, ulusalcıları ve eski Marksistleri bu oyunun dışında zannedenler, gafletin en derin nefesini soluyorlar, kanaatindeyiz. Unutulmasın ki, sivil Kemalizm askerî Kemalizmden daha tehlikelidir. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Yalancı aynalar ve biz |
İnsan ve Müslüman olarak nefsimizin mağduriyeti bizim mamuriyetimiz olacaktır. İhsan ve ikramda bulunacak isek muhakkak ve aceleyle kendimize yönümüzü çevirerek, ona iyilik ve güzellik noktalarında hizmette, ikram ve ihsanda bulunmamız gerekir. Fakir arayan zengin durumumuzdan ise zengin olan fakirlik durumumuz evlâdır. Nice nefis mücadelesi var ki fakirliğin bitmez tükenmez hazinelerine sahip olmak, ulaşmak için yapılmıştır. Keşfin, kerametin vasfı Rabbimiz yolunda bir ışık, bir nur olmadıktan sonra kıymeti olmadığı gibi, imanımızın kuvveti ve vasfı bizi her türlü nakisiyet ve olumsuzluktan koruyup kurtarmıyorsa yine bir kıymeti harbiyesi yoktur. Yalanların yandığı yer gönüllerimiz olmalıdır. Doğruluk meşalemiz İnşaallah o zaman daha iyi parlayacaktır. Yeter ki yalanın ve riyanın küllerini savurmak kalbimizin ve niyetimizin içinde olsun. Sekiz yılda kırk Müslüman, Efendimizin (asm) tedrisinde sabır ve teenni ile olurken, elbette ki Rabbimizin tesellisi ve teyidi de yanında ve desteğindeydi. Bir mü'min ve muvahhid olarak hiçbirimiz nefis ve şeytanımıza bu olayın binde birini tattırmadan, hiçbir şekilde, cüz’i olarak yapmaya çalıştığımız iman hizmetlerinde sabırsızlık ve tevekkülsüzlük göstermek, sergilemek hakkımız değildir. Yazılan, konuşulan anlaşılmak ve anlatılmak için değilse neye yarar? Kırk kere kapısına iman ve Kur’ân hakikatlarını tebliğ etmek ve anlatmak için gidilenler ve gidenler vardı. Bizlere ne oluyor ki bir acaip benlik örtüsü altında kendimizi kasıyor, bir ayinelerde görmeye çalışıyoruz... Kâfirlere iman dâveti, Müslümanlara tembellik ve vurdumduymazlık kazandırmayacağı gibi, kazanılmış bir hak da vermemektedir. Çünkü yapılan iş imanımızın bizlere yüklediği bir vazifeden başka birşey değildir. Sadece bizim kendimizi küfürden korumamız yeterli olmadığına göre, iman etmek ve imanımızın faydalarını görmek için fiilen ve kavlen imanımızın gereklerini yaşayarak göstermemiz gerekmektedir. Melek gibi adam günahkâr olamaz. Rabbimizin izniyle günahkârlar meleklerden de üstün adam olabilir. Rabbimize yalvarmak ve O’nun yolunda olmak elbette ki yine O’nun izin ve iradesi dahilinde ve ihsan, ikramıyla elimizdedir. Bir cehd ve gayret, ümid ve aşkla iman, Kur’ân yolunda çalışmalar bizi beklemektedir... 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ortak menfaatler |
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ile ilgili konular yıllardan beri tartışma konusu olmuş ve olmaya da devam ediyor. İçerde olduğu gibi, dışarda da Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemeyen ekipler, gruplar ve güç odakları vardır. Ülkemizin AB’ye üye olmasını istemeyen iç ve dış ‘hayır’cıların gündeme getirdikleri konuların başında Türkiye’nin nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir “İslâm ülkesi” olması var. Onlara göre AB’ye üye ülkeler Müslüman olmadığı için “Müslüman Türkiye”nin üyeliğini kabul etmeyecekler. Dışardan itiraz edenler neyse de, içerden itiraz edenlerin bu noktadan hareket etmesini anlamak mümkün değil. Elbette Türkiye’nin “İslâm ülkesi” olması Avrupalıları derinden düşündürüyor, ama bu noktanın üyeliğe engel olmayacağı işin ehli olan uzmanlarca defaatle dile getirildi. AB yöneticilerinin her imkân ve fırsatta dile getirdiği gibi, üye olmak isteyen ülke en başta “Kopenhag Kriterleri” diye adlandırılan kuralları yerine getirmesi lâzım. Bu kurallar da özünde daha fazla hak, daha fazla hukuk ve daha fazla adalet anlamına gelir. Aynı zamanda siyasetin, silâhlı kuvvetleri denetlemesini de gerekli kılar. Gündemden düşmeyen darbe tartışmaları da, sivil siyasetin daha etkili olmasını gerekli kılıyor. Hür dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de darbe yapanlara ve yapmak isteyenlere kanun önünde hesap sorulabilmelidir. Ayrıca ifade edilmemiş olsa bile bu da AB kriterleri arasında yer alır. Türkiye’nin daha hür ve daha adil bir ülke olmasında—ihtilâlciler hariç—herkesin ortak menfaati yok mudur? Üyesi olmak istediğimiz AB’nin menfaati de bu yönde. Darbecilerin dış destek bulamaması da bu sebepten olsa gerek. Er ya da geç Türkiye’nin AB üyesi olacağı ya da demokrasisini bu seviyeye çıkaracağı hadiselerin akışından anlaşılıyor. Çok uzak olmamasını ümit ettiğimiz bu tarih, Avrupalıları da heyecanlandırıyor. Meselâ, Hollanda AB İşleri Devlet Sekreteri Frans Timmermans şöyle demiş: “Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Soğuk Savaşın sona ermesi veya Almanya-Fransa rekabetinin sona ermesiyle aynı öneme sahiptir.” Hatırlamak lâzım ki, ‘soğuk savaş’ın sona ermesi bir anlamda bütün dünyada yeni bir sayfanın açılmasına sebep olmuştu. Türkiye’nin AB’ye üye olması da aynı ölçüde önemli ise yeni bir sayfanın daha açılması mümkün. Her halde bu yeni sayfa ‘medeniyetler savaşı’ tezlerini de devre dışı bırakacak. Hollanda AB İşleri Devlet Sekreteri Frans Timmermans şunları da söylemiş: “Türkiye’nin üyeliği, hem bütün Avrupa’ya hem de bütün dünyaya, yüzde yüze yakın bir Müslüman nüfusa sahip olmakla aynı zamanda Avrupa’nın temel değerlerini taşıma, hukukun üstünlüğüne inanma ve insan haklarına saygıda bir karşıtlık olmadığını gösterecektir. Bu Avrupa’da ve dünyada gelişmeye katkı sağlayacaktır.” Türkiye’yi idare eden kimi yöneticiler Müslüman olmamızı bir “eksi değer” olarak görme yanlışına düşmüş olsa da, dünya farklı düşünüyor. İnşallah zaman gelecek, Türkiye’nin “Müslüman ülke” olması en büyük “ihraç markamız” haline gelecek. “Hayali hakikat gösteriyorsun” diyenleri hadiseler ve tarihin tekzip etmesi duâsıyla... 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Tansiyon yükselten gelişmeler |
O rtalık toz duman. Taraf gazetesinde günlerdir yayınlanın “Balyoz harekâtı” isimli “darbe planı” ile ilgili tartışmalar Ankara’da siyasetin gündeminde. Basına yansıyan daha önceki darbe planlarından daha detaylı hazırlanan ve planda yer alan eylemler akıllara durgunluk veriyor. “Balyoz darbe planını” diğer darbe planlardan ayıran başka bir özellik de, diğer planları hazırladığı iddia edilenler emekliye ayrılmışken, bu darbe planını hazırladığı iddia edilenlerin arasında şu anda görevde olan askerlerin de olması… Öyle ciddî iddialar var ki insan okuduklarına inanamıyor. Bir ülkenin silâhlı kuvvetlerinde görevli üst düzey görevlilerin, cami bombalanmasından, kaos oluşturma uğruna kendi uçağını düşürmekten, insanların topluca stadyumlara hapsedilmesinden, gazetecileri hapse atmaya kadar ince ince, isim isim, hatta siciline varıncaya kadar not düşülmesi elbette siyasetin de tansiyonunu arttıracaktır. Hal böyle olunca da planın altında imzası bulunduğu söylenen dönemin 1. Ordu Komutanı orgeneral Çetin Doğan’ın bunları “oyun”, “tatbikat semineri” olduğunu söylemesi kimseyi inandırmadı. Hele kendisini savunmak adına çıktığı televizyonlarda battıkça batıyor. * * * Bu hafta Meclis’te yapılan parti gruplarında bütün partilerin gündeminde de bu konu vardı. Başbakan Tayyip Erdoğan, planın adını ağzına almasa da, darbe niyetinde olanlara sert mesajlar verdi. “Dileriz ve ümit ederiz ki, bu zırvalar gerçek dışıdır, hepsi birer iftiradır” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise, TSK’ya yönelik bir karalama kampanyasının olduğunu söyledi. TSK’nın adalet mekanizmasını bağımsız ve şeffaf şekilde çalıştırmasına ihtiyacın arttığını söyledi. BDP Grup Başkanı Nuri Yaman da bu tür belgelerin ortaya çıkartılması ülkenin geleceği açısından umut verici olduğunu söyledi. Planın kendilerini şaşırtmadığını ifade etti. Darbe planlarını farklı yorumlayan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, iddiaları sulandırma niyetini ortaya koydu. “Sanki aşk-ı memnu dizisi… Her hafta bir senaryo. Birileri bir yerde yazıyor, birileri sahneye koyuyor” derken, eğer ortaya böyle bir plân varsa Genelkurmay başkanının “derhal” görevden alınmasını istedi. Baykal’ın bu görevden alma sözü Erdoğan “bize gaz vermeye çalışıyorlar. Kimse bize gaz vermesin. Biz ne zaman ne yapacağımızı gayet iyi biliyoruz” sözünü hatırlattı. Gerçi başbakan bu sözü gazeteciler için söyledi, ancak Baykal’ın “derhal görevden al” sözüne de bir nevî cevaptı. Bu darbe planlarının siyasetin epey bir süre daha gündeminde olacağı kesin. * * * İşin diğer tarafına, yani asker tarafında ise büyük bir kızgınlık, öfke hâkim... Bahçeli’nin de “tatminkâr bulmadığı” Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un açıklamaları ve kullandığı vücut dile de tartışılıyor. Konuştuğu kürsüye yumruğunu vura vura yüksek ses tonuyla “lânetlemeler, kınamalar” içeren konuşmasında demokrasi vurgusunu yanında, “Türk ordusunun bir sabrı var” türü tehditvâri sözlerinin demokrasinin neresinde olduğu merak ediliyor. “Sabır taşarsa ne olur?” sorusunu hemen akıllara getiriyor. Bir de Başbuğ’un planı hazırlayanlara değil, bunları yayınlayanlara öfkelenmesi de dikkat çekici… "Bir ordu, Allah’ın evi camiyi nasıl bombalar?” diye sordu Başbuğ. O zaman şunu sormak lâzım: “Harp oyunu”nda dahi olsa “cami bombalamak” türü bir ifade nasıl yer alır? Bunun cevabı verilebilmiş değil. Burada hortlayan bir gelenekten bahsetmek lâzım. Malûmunuz Genelkurmay zaten bazı gazetelere akredite uyguluyor. Ancak tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi akredite olan gazeteler değil, uygun gördükleri birkaç gazetenin Ankara temsilcisini Genelkurmay’a çağırıp bilgiler vermesini de burada not düşmek lâzım. Çünkü önümüzdeki günler de bu konuda tartışılacak, çağrılan gazetecilerin yazıları dikkatle takip edilecektir. * * * Bu safhadan sonra yapılması gerekenlere gelince… Bu ciddî ve vahim iddialar çok kısa zamanda aydınlatılmalı. Burada Genelkurmay’a da görev düşüyor. Kim olursa olsun, ucu kime dokunursa dokunsun hukuk önüne çıkarılabilmelidir. Bu yapılmazsa bundan cesaret alan kimseler yeni yeni darbe planları yapmaya devam ederler. Bundan en büyük zararı da gelişmekte olan demokrasi görür. Bu yüzden özellikle siyasî partilerin demokrasiyi zafiyete uğratacak eylem ve söylemlerde kaçıp, demokrasiyi güçlendirecek adımları atma mecburiyeti vardı. Ortak payda olan demokrasi konusunda birleşmeleri elzemdir. Zira siyasî partiler demokrasi varsa vardır, yoksa yoktur. Bu yüzden de demokrasiye sahip çıkma siyasetin en başlı görevidir. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Avrupa Parlamentosu 2009 Yılı Türkiye İlerleme Raporu Taslağı üzerine ( 1 ) |
Avrupa Parlamentosu’nun 2009 yılı Türkiye İlerleme Raporu, Dışişleri Komisyonunda kabul edildi. Parlamento tarafından büyük bir değişiklik yapılmadan kabul edilmesi beklenen raporda Türkiye’ye ilişkin bildik değerlendirmelere yer veriliyor. Türkiye yeterince modernize olmuş bir ülke değilmiş gibi, rapor, AB’ye uyum çabalarının Türkiye için modernleşme fırsatı olduğu vurgulanıyor. Siyasal reformlarda geçen yıl kaydedilen somut gelişmelerin sınırlı olduğu iddiasına yer veriliyor. Türkiye’nin dört yıldır AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması ve Ek Protokolün gereklerini yerine getirmediği kaydediliyor. Raporda Türkiye’deki açılımlar övülüyor; ancak toplum içinde ve siyasal partiler arasında devam eden kutuplaşmadan kaygı duyulduğu dile getiriliyor ve “bütün siyasal partiler bütün toplumu birleştirmek için birlikte çalışmaya” dâvet ediliyor. “Hükümette niyet iyi; ancak mevzuatta ve mevzuatın uygulanmasında somut değişimler gerçekleştirilemedi” eleştirisi yapılıyor. Kadın hakları, ayrımcılık, işkenceye sıfır tolerans ve yolsuzlukla mücadele alanında uygulamaların yetersiz olduğu vurgulanıyor. Anayasa değişikliğinin önemi vurgulanıyor; parti kapatmaların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu, Venedik kriterlerine uyulması gerektiği belirtiliyor. Rapordaki en önemli tesbitlerden birisi “yargıda kapsamlı ve hızlı reformun Türkiye’nin modernleşme sürecinin başarısı için hayati öneme sahip olduğu” hususu. Yargının tarafsızlığı ve profesyonelliğini güçlendirilecek sistematik tedbirlere özellikle dikkat çekiliyor. Asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan yasanın iptalinden, ordunun Türk siyasal hayatı ve dış politikasına süren müdahalesinden kaygı duyulduğu belirtiliyor ve “demokratik bir toplumda ordu mutlaka tam olarak sivil denetime tabi olmalıdır” deniliyor. Yine raporda Kürt açılımı memnuniyetle karşılanıyor ve hükümete antiterör yasalarını temel hürriyetleri kısıtlamak için kullanmama ve Güneydoğu Anadolu’da köy koruculuğu sistemini kaldırma çağrısı yapılıyor. Aynı zamanda PKK’nın devam ettirdiği şiddet eylemleri kınanıyor ve terör örgütü silâh bırakıp, şiddeti sona erdirmeye çağrılıyor. Aslında raporun buraya kadarki kısımları genel itibariyle olumlu. Bizim de altına imza atabileceğimiz değerlendirmeler içeriyor. Bu yönüyle Avrupa Parlamentosu’nun eleştirilerine kızmak yerine, bunları soğukkanlılıkla değerlendirip, ülkemiz için yararlı gördüğümüz tavsiyeleri uygulamak için çaba göstermek, değerlendirmeleri de destek olarak nitelemek gerekecektir. Yarın rapor taslağının Kıbrıs ve azınlıklara ilişkin, ülkemizde tepkilere yol açacak değerlendirme ve tavsiyelerini ele alacağız. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Devir değişiyor |
Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde milletler arasındaki hafif ölçekli savaşın daha şiddetli olan beşer tabakaları arasındaki savaşa dönüşeceğini söylemektedir. İnsanlık tarihinin beş devirden meydana geldiğini ifade eden Bediüzzaman, son devre geçtiğimizi, bu devrin de “malikiyet” devri olacağını söylemektedir. Bu beş devir; vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, ecirlik (ücretlilik) ve malikiyet (mülk sahibi olma, işine kendisinin sahip olması) şeklinde sıralanmıştır. Karl Marks da insanların beş devirden geçeceğini söylemiş, fakat son devreye başka bir isim vererek devrimcilerin bütün dünyayı ele geçireceğini iddia etmişti. Marks’ın söyledikleri çıkmadı, yani emperyalizme ve sömürüye maruz kalmış insanlar devrim yaparak kurulmasını istedikleri ütopyayı, yani komünizmi gerçekleştiremediler. Komünizm, Marks’ın aksine kapitalist Batı toplumlarında değil, geri kalmış Rusya ve Çin’de doğdu. Yarım yüzyıllık bir süre içinde insanlığa bir çare olmayacağı anlaşılınca çöktü ve bizzat kendi kurucuları tarafından tamamen çöpe atıldı. İnsanlar en eski çağlarda vahşi ve bedevi bir şekilde yaşıyordu. Peygamberlerin onlara rehberlik etmesi sayesinde, tarla sürmeyi hayvanları ehlileştirmeyi öğrendiler. Bu devir sonrasında kölelik başladı. Güçlü olanlar insanları köleleştirerek hizmet etmeye zorladılar. Mısır, Yunan ve Roma uygarlığı asillerin yönettiği hiçbir hak ve hukuku olmayan kölelerin çalıştırıldığı ve insandan sayılmadığı bir yönetim biçimi idi. Daha sonra köleler ayaklandı. Roma’da Spartakus önderliğinde büyük bir devrim yaptılar. Lâkin sonunda yenildiler. Kölelikten kısa bir süreliğine dahi olsa kurtulmuş olan milletler kısa zamanda Roma’yı yıkmaya muvaffak oldular. Bu sefer yeryüzünde Doğu Roma (Bizans) ve benzeri yüzlerce devlet kuruldu. Bu devletler kendi milletlerinin ismi ile anılan devletlerdi. Düşmanlarını yendikten sonra sağ kalanlarını esir edip işlerinde çalıştırıyorlardı. 19. Yüzyıla kadar devletler bu şekilde idare edildiler. Sanayi devrimi ile birlikte milletler yerlerini burjuva sınıfı güçlendi ve devletler içinde en güçlü sınıf durumuna geldiler. Marks’a göre ücretlerini beğenmeyen halk ayaklanacak kendi devletlerini kuracaktı. Bu ütopya uğruna Rusya’da “Ekim Devriminde” 15 milyon insan, Çin’de “Kültür devriminde” 50 milyon insan öldürüldü. Sonuç tam bir felâketti. Sonunda komünizm diğer adıyla diyalektik materyalizm 1989 yılında yıkıldı. Çin, adı komünist olmasına rağmen tam bir kapitalist yönetim ile idare edilmeye başlandı. Sınırlardaki büyük engeller kaldırıldı ve sermaye ile birlikte serbestçe dolaşım başlamış oldu. İnsanlar dünyanın her yeri ile iletişim kurmaya başladılar. Kendi zenginliklerini başkalarının değil de kendilerinin yönetebileceği düşüncesi ile hareket etmeye başladılar. Sonunda çokuluslu şirketler doğdu. Bu şirketler farklı ülke insanlarının bir araya gelmesi ile meydana gelmişti. Öyle büyümüşlerdi ki bir kısmı orta büyüklükteki bir devlet kadar üretim yapabiliyor ve bunları pazarlayıp satabiliyordu. İşte milletlerin yerine şirketlerin sözsahibi olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Devletler tamamen ortadan kalkmamak için Avrupa Birliği gibi birlikler kurup ayakta kalmaya çalışıyorlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin farklı milletlerden meydana gelmiş fakat bir arada çalışan insanları görüyorsunuz. Bu durum benim çalıştığım meslek için de geçerli. Eskiden sadece Türk Bayraklı ve Türk çalışanlar ile birlikte bulunuyor iken, şimdi çok farklı uluslardan ve kültürlerden gelmiş insanlar ile birlikte çalışıyorum. İşte son çalıştığım gemi ile bir örnek sunayım: Şimdi kuru yük değil, sıvı yük taşıyan bir gemide —kısaca söylemek gerekirse kimyasal tankerde— çalışıyorum. Gemimizde farklı milliyetlerden insanlar var. En çok Gürcü çalışıyor. Bunun yanı sıra Azeri, Rus ve Hintli personel de var. Gemimizin bayrağı da farklı, Panama bayraklı. Sahibi Türk işletmeci olmasına rağmen, şirketi Panama siciline kayıtlı. Bu sayede işletme maliyetlerini düşürmüş oluyor. Yükümüzü Romanya’dan aldık ve Hindistan’a getirdik. Kiracımız Amerikalı. Bunun yanı sıra gemimiz İtalyan yapımı ve İtalyan Klas şirketi tarafından işleri takip ediliyor. Sigortacımız Norveçli ve hakeza bir çok milletten insanla ortak bir iş yapıyoruz. Bizler için kişinin milliyeti değil yaptığı iş önemli. Kim ne kadar iyi çalışıyor ise o kadar beğeniliyor ve tercih edilme sebebi oluyor. İşte bu yüzden gemi sahibi de masraflarını kısmak, ekonomik krize karşı ayakta kalmak için böyle bir yöntem seçmiş. Evet son olarak yine Bediüzzaman’ın sözü ile yazımı bitireyim: “Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer edvarda (eski devirlerde) esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.” 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Demokrasi dayanışması |
Balyoz darbe planında “tutuklanacaklar” listesinde yer alan gazeteciler olarak, Nazlı Ilıcak’ın organizatörlüğünü yaptığı bir girişimle, suç duyurusunda bulunduk. Daha önce bu haberin altında imzası bulunan Taraf yönetici ve muhabirleri de aynı şeyi yapmışlardı. Eğer o suç duyurusu savcılık tarafından işleme konulduysa, muhtemelen bizim duyuru da onunla birleştirilir. Sonuç çıkar mı, onu sürecin ilerleyen safahatında hep beraber göreceğiz. Şahsî kanaatimiz, köklü bir yargı reformunun yapılmadığı, asker ve sivil yargının görev ve yetki alanlarının belli olmadığı, Anayasa Mahkemesinin son iptal kararından sonra durumun daha karmaşık hale geldiği, sivil yargının da önemli bir bölümünün demokrasi duyarlılığına sahip bulunmadığı bir yapıda olumlu bir neticeye varılmasının son derece zor olduğu istikametinde. Ama en azından tarihe bir not düşmek ve konuyla ilgili olarak gelişmeye başlayan kamuoyu duyarlılığına katkı sağlamak açısından, suç duyurusunun hayra vesile olmasını ümit ediyoruz. Toplantıda, gazetecilerin “tutuklanacaklar” ve “faydalanılacaklar” şeklinde tasnifine tepki gösterilmesi ve bilhassa isimleri ikinci listeye konulanlar içinde bunu hak etmeyenlerin olduğunun belirtilmesi önemliydi. Nitekim onlardan epeyce bir kısmı kendi köşelerinde de, o listede gösterilmelerine yönelik itirazlarını kayda geçirdiler. Ama bir bölümü de herhangi bir rahatsızlık belirtisi vermezken, listeleri de istihza konusu yaptı. Oysa hiç de alay edilecek bir durum yok. Nitekim 2003’te hazırlandığı söylenen “tutuklanacaklar” listesinde adına yer verilenlerden Hrant Dink üç yılı aşkın süredir aramızda yok. İki listeyi “iktidar yandaşları ve karşıtları” şeklinde değerlendirenler de çıktı. Ve biz toplantıda yaptığımız konuşmada bunun yanlış olduğunu, esas meselenin “demokrasiye taraftar ve karşı olmak” ve de demokrasiye taraftarlığın gerektirdiği bilinci ortaya koyup koymamak olarak anlaşılıp öyle yorumlanması gerektiğini vurguladık. Toplantıda gazetecilere okunan basın açıklamasında şu dört talep ve öneriye yer verildi: * İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinin, askerin iç güvenlik alanında kullanılmasına dair hükümleriyle EMASYA protokolü iptal edilmeli. * Anayasanın 145. maddesine, farklı yorumlara sebebiyet vermeyecek şekilde netlik kazandırılmalı; askerî yargı, hiç değilse askerlik hizmet ve görevleriyle sınırlı bir alanda faaliyetini sürdürebilmeli. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtay kaldırılmalı. * İç Hizmet Kanununun 35. maddesi iptal edilerek, “cumhuriyeti koruma ve kollama” tanımının yanlış değerlendirilmesi sonlandırılmalı. * Meclis, bir Araştırma Komisyonu kurup, gelişmelere vakit geçirmeden el koymalı. Böyle bir komisyon, siyasî partilerin müştereken inisiyatif almasına imkân verecek; kutuplaşmaları azaltarak, aydınların sorumluluk duygusuyla birlikte hareket etmesinin beklendiği bu hassas dönemde, kısır tartışmaları engelleyecektir. Biz, bunların, gündemdeki son gelişmelerle âciliyet kazanan hususlar olduğunu, kesinlikle yerine getirilmesi gerektiğini, ama yapılması gerekenlerin çok az bir kısmını teşkil ettiğini, bunlara ilâveten, “gizli anayasa” ve kırmızı—son baskısının mavi kapakla basıldığı haberi doğru ise mavi—kitap olarak da anılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin mutlaka ya kaldırılması ya da demokratik hukuk devleti kriterlerine uygun bir içeriğe kavuşturulması gerektiğini ifade ettik. Ve asıl yapılması gereken en önemli şeyin de, sivil ve demokratik bir anayasayı bir an önce hayata geçirmek olduğu kanaatimizi dile getirdik. Bu toplantının, basında hukuk ve demokrasiyi sahiplenip, antidemokratik ve hukuk dışı tertip ve tezgâhlara karşı ortak bir dayanışma tavrının sergilenmesi açısından ümit verici bir başlangıç olduğunu düşünüyor ve bu tavrın daha da gelişip güçlenerek devam etmesini diliyoruz. 29.01.2010 E-Posta: [email protected] |