Röportaj |
|
DEMOKRASİNİN ÖNÜNDEKİ ENGEL EĞİTİMSİZLİK |
ğer siz medenî bir millet olmak istiyorsanız, bütün kaygınız o milleti eğitmek olmalıdır. Bu eğitimi sizin kişisel daha doğrusu subjektif düşünceleriniz çerçevesinde kısıtlamamanız gerekir. Bilgiyi olabildiğince ahlâkî, örfî denetimden sonra halka açık bırakmanız lâzım. Türkiye demokratik bir ülke mi?
Türkiye henüz demokratik bir ülke değil maalesef. Ama Türkiye demokrasi yanlısı, demokrasiyi özleyen ve yolunu o yönde belirlemiş bir ülke. Demokrasi yanlısı olmakla, demokratik olmak çok farklı şeylerdir. Demokratik olmak tüm kurum ve kuruluşların tüm unsurlarıyla demokrasinin temel kavramlarını içselleştirmesidir. O yüzden Türkiye’de henüz demokratik yasal düzenlemelerin ve kurumların oturduğunu düşünmek için çok erken. Şu dönemde içinde yaşadığımız süreç de bunun somut bir örneğidir.
Demokrasinin halk tarafından benimsenmesi de şüphesiz çok önemli. Bu bağlamda ülke olarak nasıl bir noktadayız?
Bizim milletimiz henüz demokrasiden ne beklediğini, demokrasinin ne olduğunu, demokratik teamüllerin ne olması gerektiğini bilmiyor. Bu bir eğitim sürecidir ve bu eğitim sürecini biz henüz tamamlamış değiliz. Maalesef böyle bir çabamız da yok. Demokrasi bir takım kavramları çok iyi bilmemizi gerektirir ki, o kavramların içeriğinde olanların halk tarafından talep edilmesi söz konusu olabilsin. Şimdi güncel bir takım yaklaşımlarla, kavramların içi doldurulmaya veya sürekli değiştirilmeye çalışıldığı için halkın kafası çok karışık. Yani Türkiye’de henüz demokrasinin tam kavram karşılığı, cumhuriyetin tam kavram karşılığı, laikliğin tam kavram karşılığı, halkın, milletin tam kavram karşılığı tam oturmuş değil. Bunların hepsinin sürekli olarak içinin doldurulması ve değiştirilmesi sözkonusu. Halbuki bu kavramlar aynı bir eşyayı tanımlar gibi sabit kavramlardır. Sadece siz bu kavramları bir araya getirerek ne istediğinizi tam anlamıyla söyleyebilirsiniz. O yüzden demokrasiden daha çok, onun yozlaşmış hali olan demogoji sözkonusu. Asıl içine düştüğümüz ikilem ise şu. Demokrasi her sistemde olabilir. Öyle bir kralınız vardır ki, kendi yetişme tarzıyla, inancıyla herkese eşit davranmak ister. Ama subjektiftir. Bu onun o anki ruh haline, o anki düşüncesine, o anki koşullarına bağlıdır. Sistem değildir. Yani hiçbir güvencesi yoktur. O kral demokrasi yanlısı bir kraldır, ama hiçbir zaman demokrat olamaz. O sistem de demokratik bir sistem değildir. O kral sistemin gerektirdiğini uygulayan biri değildir. Kendi düşüncesini ve inancını uygulayan biridir. Önemli olan ilk önce kavramların oturması ve halkın gerekli eğitim sürecinden geçmiş olması ve denetimi kendi yapabiliyor olmasıdır. Egemenlik toplum sözleşmesiyle belirlenir. Bu sözleşmede birbirini denetleyecek sistemleri oturtursunuz. Halk dönemsel olarak yürütmeyle iradesini belirtir. Yürütme mutlak hakim değildir. Eğer siz sadece yürütmeyi mutlak hakim ve tartışılmaz buyruk sahibi olarak tanımlarsanız, yine “demokrasi yanlısı” ve güncel niyetlere bağlı kalmış olursunuz. Sistem olmadığı için, denetleme olmadığı için bütün herşeyi kaybedebilirsiniz. Esas olan ise demokrasinin sistematikleştirilmesi ve bunun kurumlar anlamında kabul edilmesidir. Yasama-Yürütme-Yargı... Hiçbiri birbirinden üstün değil ve birbirine eşittir. Hiçbiri bir diğerini tahakkümü altına alamaz. Siz böyle birşeye izin verirseniz, sistem otomatik olarak çöker. Dünyadaki demokrasilerin en büyük sıkıntılarından biri de zaten Yasama ve Yürütme’yi ayıramamaktır. Yani Yasama’nın içerisinden Yürütme çıktığı için, çok demokratik bir seçim sisteminiz de yoksa, Yürütme Yasama’ya hakim olmuş oluyor. Bundan sonra da yasal düzenlemeler yaparken, kişilerin sağduyusuna bağımlı kalmış oluyorsunuz. Böylece Yargı’nın da eli kolu bağlanıyor.
Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel nedir?
Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel eğitimdir. Eğer siz medeni bir millet olmak istiyorsanız, bütün kaygınız o milleti eğitmek olmalıdır. Bu eğitimi sizin kişisel daha doğrusu subjektif düşünceleriniz çerçevesinde kısıtlamamanız gerekir. Bilgiyi olabildiğince ahlâkî, örfî denetimden sonra halka açık bırakmanız lâzım. Maalesef eğitimle ilgili durumumuz ortada. Toplumda zahiren bir takım zenginlikler oluşabilir. Meselâ Hindistan... Bakıyorsunuz 10 senede gayri safi millî hasılası çok yükselmiş, teknolojide bir noktaya gitmiş ama medeni ve özgür bir toplum mu olmuş çok iyi düşünmek lâzım. Neden? Toplumu eğitmek için birşey yapmıyorsunuz. Bu tür bir gelişmenin ise tek nedeni, zamanında müstemleke olmaktan kaynaklanan dünyada egemen dillerden birini bilmesi hasebiyle teknoloji köleleri haline getirilmiş olmasıdır. Özgür ve medeni bir toplum değil. Hâlâ temel inanç sisteminde kast olduğu için, en alt Kast’taki insan, bir üstteki Kast’ın gölgesine bile basmaktan korktuğu için, piramitin tepesindeki ne irade ediyorsa toplumu o şekilde yönlendiriyor. Dolayısıyla orada ne yaparsanız yapın, toplumu eğitmek için sistemi tam oturtmadığınız takdirde, ülke olarak hiçbir zaman demokratik kuralları oturmuş, özgür bir ülke olamazsınız. Dolayısıyla demokrasinin önündeki en büyük engel eğitimsizliktir. Halbuki medeniyet; toplumda yaşayan, o devleti oluşturan milletin, her unsurunun bir diğerini düşünerek kendi hakkından vazgeçtiği orandır. Yani ne kadar ben sana saygı duyuyor isem, ne kadar mutluluğun ve refahın için aldığım eğitimle ve kendi haklarımdan feragat edebiliyorum ise; bu da karşılıklı yürüdüğü için, bir ortak nokta, bir irade, bir toplum sözleşmesi oluşturduğumuz zaman en basit anlamda medenileşmiş oluruz. Sistemin çerçevesi içinde, haklarımızı dengeleyip, birbirimize saygı gösterdiğimiz oranda medeniyiz ve demokratik olmuş oluruz.
Bu bağlamda yapılmak istenen demokratik açılımları, “Kürt sorununu” ve demokratikleşme tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle bu esasında sanal bir durumdur. Osmanlı parçalanırken bir takım yerel unsurlar bağımsızlıklarını isteyip devletlerini kurmaları çabaları söz konusuydu. Bu da ayrışma ve parçalanmaları doğurdu. Ancak günümüz şartlarında artık bir alt kademe ayrışmayı gerektirecek bir durum yoktur. Dış güçlerin bu konudaki bir sürü çabalarına rağmen, bu safhadan sonra bir bölünme başarılamamıştır. Bundan sonra da böyle birşeyin başarılması mümkün değildir. Peki sorun neden kaynaklanıyor? Bu sanal ayrışma ortamına nasıl gelindi? Bu millete, bu ulusa daha fazla nasıl hizmet veririz, biz mi öndeyiz halk mı önde kaygısında olmayan insanlar, herhangi bir bilimsel veri ortaya koymadan, bir sorunun çözümü için onlarca senaryo oluşturmadan, sadece salt yasaklama dürtüsüyle hareket ettiler. Böyle bir uygulamayla sen ne o teröriste ceza vermiş oluyorsun, ne de onun arkasında onu yönlendiren güçlere ceza vermiş oluyorsun. Sen tam tersine kendi halkına bir ceza uyguluyorsun. Yasaklama, o durumun daha farklı kullanılmasına sebep oluyor. Şimdi 30 yıldır yaşadağımız fiili bir durum var. Öyle ya da böyle bu durum artık doğmuş. Dolayısıyla bu sorunların mutlaka çözülmesi gerekir. Bu sorun giderilmelidir. Nasıl giderilecek? Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğü boyutunda giderilmeli. Ayrıca bu sorunda kendini taraf olarak algılayanların haklarının en üst düzeyde verilmesi şeklinde giderilmelidir. Bu sorunu Türkiye’nin bütünlüğü dışında bir takım başka yollara yönlendirmek isteyenler engellenecek şekilde giderilmelidir. Bu sorunlardan dolayı mağdur olmuş insanların mağduriyetlerin giderilmesi de şarttır. Ancak açılım tartışmaları ne yazık ki çok çirkin bir noktaya geldi. Şimdi biz demokratikleşme adına nelerin yapılması gerektiğini tartışacağımız yerde, demokratik açılım isteyenler ve istemeyenler diye iki tarafa ayrılmış duruma geldik. Dolayısıyla demokratik açılım havada kaldı. Toplumda sosyal sözleşmeyi diriltecek güzel bir sürece girilebilecekken, demokratik açılıma katkıda bulunabilecekken, bunun karşısında olmak doğru bir tutum değil.
Son olarak Anayasa Mahkemesi, sivil ve askerî yargı ayrımını sona erdirecek olan yasal düzenlemeyi iptal etti. Bu kararın gerekçesi neydi?
Türkiye’de bir çok hukukçu artık kararların gerekçesine bakmıyor ne yazık ki. Bu bir hukukçu olarak ne yazık ki beni derinden üzüyor. Şimdi askerî ceza kanunu özel bir kanundur. Türk Ceza Kanunu ise genel bir kanundur. Asker kişilerin ayrı yargılanmasını gerektiren bir ayrım yok aslında. Bu külliyen yanlış bir bilgi. Askerî mahkemeler oluşma şekilleri dışında, iş mahkemesi, ticaret mahkemesi, trafik mahkemesi gibi bir ihtisas mahkemesidir. Burada tartışılması gereken ise şudur: Buradaki hakimler ve kürsüde bir subayın oturuyor olması... Sorun bu. Bizde değişene kadar DGM’lerde de yıllarca askerî bir şahsiyet oturuyor idi. Yargılama ve yargıçlık çok kutsal bir görev ve çok ciddî bir eğitimi gerektirir. Orada askerî hakim cübbe giyer ve böylece rütbesini örter. Ama orada rütbesini örtmeden oturan bir de subay vardır. Askerî kabahatlerle ilgili mahkemelerde bu belki olabilir. Ama yargılamanın yapılış şekli ve yargılama sisteminin genel adalet sisteminin denetimine tabi olması boyutuyla bu tartışılabilir. Ama askerî mahkeme, sivil mahkeme diye birşey yoktur. Dolayısıyla usûlü tartışmamız gereken bir noktada, esası tartıştığımız için, yine asıl mesele kayboluyor. O sebeple Anayasa Mahkemesi “teknik olarak” doğru bir karar vermiştir. Bunu düzeltmek için ise “yasal düzenleme” yapmak gerekmektedir. Askerî ceza kanununu alıp, düzenlemek gerekir. Denilir ki, askerî mahkemelerde kabahat suçları dışında kürsüde bir subay bulunmayacak dersiniz. Şu anki sistem çok yanlış tabiî ki. Ama sözkonusu askeri mahkemeler de, adalet bakanlığı müfettişlerinin denetimine sokularak durum düzeltilebilir. Yani usûlü düzenleyerek, askerî yargıyı, bütüne dahil edebilirsiniz. Ama bu sorunu çözmek için seçilen yöntem yanlış olduğu için, Anayasa Mahkemesi’nden geri tepmiştir. Hükümetin önüne gelen her sorunda aynı meseleyle karşılaştığını görüyoruz. Bu da hep usûl hatalarından kaynaklanıyor. Türkiye’nin daha münevver kadrolara ihtiyacı var. O zaman çözülemeyecek sorunumuz yoktur. UMUT YAVUZ [email protected] |
29.01.2010 |