Basından Seçmeler |
Kat-lan-ma-lı-sı-nız
KONUYA dikkat çekenler oldu, ama ben de birkaç şey söyleyeceğim: Genelkurmay Başkanı’nın basının karşısına sağına soluna kuvvet komutanlarını, arkasına Genelkurmay’daki generalleri alarak çıkması çok dikkat çekiciydi doğrusu… Tabloya ilişkin akla önce şu soru geliyor: Neden bu kadar çok general bir arada? Sağındaki solundaki ve arkasındakiler tarafından basın toplantısı sırasında basın toplantısı yapan komutana herhangi bir not da iletilmediğine göre salonda yer alan asker-sivil sayısı dengesinin böyle bir yöntemle birinciler lehine çevrilmiş olmasının ne gibi bir amacı olabilir? “Acaba” , diyorum, “Son günlerde ortada dolaşan ‘cunta’ vs iddiaları karşısında bütünlüğünü koruyan bir ‘emir-komuta zinciri’nin somut görüntüsü olsun diyerek mi seçildi bu oturma nizamı?” (Bu sözlerimden istemediğim anlamlar çıkarılmaz umarım; bütün ordular gibi TSK’nın da, “tek vücut” olması-kalması herkes tarafından sonuna kadar desteklenmesi gereken bir “ilke” olmalıdır. Aksini düşünmek bile sıkıntı veriyor. Çünkü bunun adı “iç savaş”tır ki, maazallah…) Her ne ise de, önümüzdeki tablo sivil bir sistem açısından fazla “etkileyici’, hatta “korkutucuydu” diyebiliriz. Sanırsınız ki “seferberlik” kararının basına duyurulduğu bir gündeydik… Bugüne kadar oldukça sakin bir konuşma tarzına sahip olduğunu gözlemlediğimiz Orgeneral Başbuğ’un basın toplantısı sırasında birkaç kez başvurduğu “heceleme” yöntemi de dikkat çekiciydi. “Heceleme”ye üç kere başvuruldu sanırım. Bu anları bir kenara not etmiştim ama şimdi bulamıyorum. Ama hiç değilse içlerinden bir tanesini ile bir gazetede karşılaştım. Bu “heceleme” şöyle imiş: “TSK, hiçbir gerçeğe dayanmayan, hukuk dışı davranışlarla yıpratılması faaliyetlerinin devam ettirilmesine kat-la-na-maz.” Hatırladıkça—hâlâ—tüylerim diken diken oluyor….”KAT-LA-NA-MAZ “ Biliyorsunuz, bir askerin “otoriter” dilin-tarzın başvurduğu bu en belirgin, bu en fazla karşılaşılan yöntemine “Kışla” dışında bu kadar sıklıkla başvurması, olsa olsa bir “savaş hali”nde anlaşılabilir. Aksi halde “siviller” bu yönteme başvurulduğuna şahit olduklarında gayri ihtiyari olarak “Aaaa! Bir de kafamıza vur bari!” şeklinde sivil bir tepkiyi dile getirirler. (Getirmiyorlarsa, getirmelidirler!) Basın toplantısında dikkatimi çeken üçüncü husus, Genelkurmay Başkanı’nın “askeri yargı”nın faziletlerini sıralarken verdiği bir örnek oldu. Açıkçası, Genelkurmay Başkanı bu örneği dile getirmeyi iyi akıl etmişti. Doğruya doğru şimdi; gerçekten de, Genelkurmay Başkanı’nın söylediği gibi, üç-beş ay önce, Genelkurmay Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi’ne “3 kişilik askeri mahkeme heyetinde, yargıç olmayan subayın da yer almasına yönelik düzenlemenin iptali isteminde” bulunmuştu. Anayasa Mahkemesi de (birileri böyle bir istemde bulunsun diye dört gözle bekliyor muydu bilemeyiz) istem doğrultusunda düzenlemenin iptaline karar verdi. Hatırlıyorsunuzdur, Genelkurmay Başkanı bu örneği, “askeri yargı”yı “hafife alanları” püskürtmek için verdi. İyi de yaptı doğrusu; “Yasama” denilen kuvvet madem ki bugüne kadar “Yargıç olmayan subayın mahkeme heyetinde ne işi var?” sorusunu sorup gerekli yasal düzenlemeyi yapmayı savsaklamıştır, o halde bu şerefi iptal başvurusunda bulunan mahkemenin üstlenmesinde bir sakınca yoktur… Genelkurmay Başkanı’nı dinlerken bir ara aklımdan geçmedi değil; “İster misin”, dedim kendi kendime bu kez, “Başbuğ, ikinci örnek olarak da Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nden ‘kışla dayağı’nda can verenlerin ailelerine tazminat ödenmesi yolunda çıkan—ve ilgilenenlerin yüreğine su serpen—kararları da sıralamasın?” (Yeri gelmişken herkesin üzerinde düşünce geliştirebileceği bir soru: “Kışla dayağı” mağdurlarının şikayetlerine “askeri mahkemeler” mi yoksa “sivil mahkemeler” mi bakmalıdır?) Yazı daha da dağılmadan toparlamaya çalışayım: Dünkü yazıda söylediğim gibi, “Yasama” nihayet gücünü ve rolünü hatırlamış görünüyor. Bugüne kadar bazı kişi ve kuruluşların (Mazlumder mesela) ısrarla altını çizdikleri-talep ettiklerine yakın bir yasal düzenleme önceki gün bir gece yarısı atağı ile gerçekleşti nihayet. “Yasama”ya sorabiliriz artık: Bu düzenleme bugüne kadar aklınıza gelmedi mi? Geldi ise niçin bu kadar gecikti? Memleketin kalem ve mikrofon sahiplerini bugüne kadar yargı meseleleri üzerine sayfalarca ve saatlerce niçin uğraştırdınız? Bakın, isteyince oluyormuş. Hatta TMMM Başkanı’nın haberi olmadan bile… Nihayet doğru yola girilmiş görünüyor. “Yapılacak işler” listesinin başında yer alacaklar artık bellidir. “Yasama” duruma el koyacak ve günlerdir-aylardır-yıllardır bizi uğraştıran sorunlar yasa ve Anayasa’da yapılacak değişikliklerle birer polemik konusu olmaktan çıkarılacaktır. Yasama, yasalarda ve Anayasa’da daha fazla demokrasi yolunda yapacağı değişiklikleri tamamlayıp, itirazı olanlara “KAT-LAN-MA-LI-SI-NIZ!” diyecektir. Kürşat Bumin Yeni Şafak, 29 Haziran 2009 |
30.06.2009 |
Baskın sivilleşme olur mu?
Asker kişilerin demokrasi dışı siyasi faaliyetlerde bulunmasıyla ilgili davalar artık sivil mahkemelerde görülecek. Bunu önemli bir “sivilleşme” olarak gören de var, Deniz Baykal gibi “askerle oynama” şeklinde yorumlayan da var. Pratikte, demokrasi dışı faaliyetlere karışmış asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmasının yolları kapalı değil. Ergenekon davası kapsamında asker kişiler gözaltına alınıyor, sorgulanıyor ve tutuklanıyor. Askeri mahkemeleri tümüyle devre dışı bırakan yasa değişikliği yine aceleye gelmiş bir fikrin ürünü gibi görünüyor. Eğer bu değişiklik sadece son belge olayında imza sahibi albayın askeri savcılığın takipsizlik kararına rağmen sivil soruşturmaya tabi olmasını kolaylaştırmak için yapıldıysa, yine üzerinde iyice düşünülmediği belli. *** En önemli askeri müdahalelerin üçü tümüyle emir-komuta zinciri içinde yapılmıştır. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’deki müdahaleler alt rütbeli subayların değil, en tepeden başlayarak tüm Silahlı Kuvvetler’in icraatlarıdır. Dolayısıyla, eğer yine emir-komuta zinciri içinde bir müdahale durumu olursa yapılan bu kanun değişikliğinin geçerliliği olmayacaktır.(...) Sorun Türkiye’nin askeri müdahaleler dönemini tümüyle ve “bilinçli olarak” terk etmesidir. “Bilinç”in bir yanı bütün kesimleriyle Türk halkının bundan böyle “asker gelsin işleri düzeltsin” dememesinin sağlanmasıdır. Diğer yanı da Silahlı Kuvvetler’in kendi içindeki her türlü demokrasi dışı faaliyet girişimine karşı tepki göstermesi, başka örgütlenmelere göstermediği hoşgörüyü bu eğilimlere karşı da göstermemesidir. *** Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un son basın toplantısında, Silahlı Kuvvetler’in bünyesinde bu tür eğilimi olanların barındırılmayacağını açıkça söylemesini sivil siyasiler çok iyi değerlendirmelidir. Dolayısıyla Silahlı Kuvvetler’in, kendi içinde anti-demokratik faaliyette bulunanlara kendisinin tepki göstermesi, hukuki süreçleri tam olarak çalıştırması beklenecektir.(...) CHP Genel Başkanı Baykal’ın “askerin tedirginlik içine girdiği” sözünü etmesi de demokratik bilinçle ilgili eksiklerimizin bir göstergesidir. Demokratik bilinç baskın yasalarla gelişmez; tam tersine, bu tutumla aşılması gereken çatışma ortamları canlandırılmış olur.
Okay Gönensin, Vatan, 29 Haziran 2009 |
30.06.2009 |
Bu problemi kökten çözmek istiyorsanız
Haftalardır süren belge tartışması sonunda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un basın toplantısı yapmasına neden oldu. Akredite edilmiş bir grup gazeteciye karşı konuşma yapan Başbuğ, kamuoyunun merakla beklediği bazı önemli sorulara açıklık getirmedi. Keşke bütün şüpheleri izale edecek bazı şeyler söyleseydi. Konuşması biter bitmez televizyonlarda başlayan yeni tartışmalar ve itirazlar da gösteriyor ki kamuoyunun beklentilerine yeterince cevap verilemedi. Keşke böyle olmasaydı da ordumuz daha fazla yıpranmasaydı... Bazı meslektaşlarımızı da heyecanlandıran bir şey söyledi Başbuğ. “TSK’ya karşı asimetrik psikolojik harp yapılıyor.” dedi. Belki bunun üzerinde durmak gerekiyor. Zira bu ülkeyi seven hiç kimse ordusuna karşı böyle bir gayretin içinde de olmaz; böyle bir gayretin destekleyicisi de olamaz. Peki, gerçek bu mudur? Yani ortada hiçbir şey yokken birileri ordumuzu mu yıpratıyor yoksa ordu içinde birileri sürekli bir şeyler yapıyor ve o yapılan şeyler bazı eleştiriler mi alıyor; buna karar vermek lazım. Hiç kimse durduk yerde ordu eleştirisi yapmak istemez; çünkü ordunun yıpranması, ülkenin zayıf düşmesi anlamına gelir. Lakin, 1960’tan beri ordu ile siyaset arasında bir gerilim yaşandığı da bir gerçek. Geçmişte asker-sivil ilişkilerinde yaşanan krizler daha gizli kalıyor, kamuoyunun gözü önünde tartışılmıyordu. Oysa dünya çok değişti. Hiçbir tartışma gizli kalmıyor. Üstelik toplumsal bilinç daha fazla şeffaflık ve demokrasi istiyor. Ayrıca siyaset dışı güçlerin toplum mühendisliği yapması da istenmiyor. Ne var ki asker içinde eski alışkanlıklarını devam ettiren bazılarının olduğu gözleniyor. İşte tam bu noktada karar vermek gerekiyor: Orduyu asıl yıpratanlar kim? Kutsal üniformanın kıymetini unutarak siyaset yapıp kurumlarını zor durumda bırakanlar mı? Yoksa ortaya bazı anti demokratik gelişmeler çıktığında bunu eleştirenler mi? Başbuğ, asimetrik savaştan bahseder bahsetmez Mehmet Altan canlı yayında dedi ki ‘Asıl asimetrik psikolojik harp askere karşı değil demokrasiye karşı yapılıyor’ Kim haklı? Şayet bu ülkede 1960’tan beri defalarca darbe suçu işlenmeseydi bugün biz bu konuyu tartışmıyor olacaktık. ‘71 muhtırasını demokrasi tarihimiz unutabilir mi? Ya 12 Eylül? Hâlâ tartışılıyor. Geçenlerde CHP bile ‘12 Eylül darbecilerini yargılayalım’ deyince darbenin komutanı Kenan Evren ‘İntihar ederim’ diyerek sert bir cevap vermek zorunda kaldı. 28 Şubat’ta (‘post modern darbe’de) ne fırıldaklar döndüğünü, kamuoyunun nasıl yanıltıldığını, mizansenler peşi peşine devreye sokulurken halkın milyarlarca dolarının nasıl hortumlandığını artık herkes biliyor. 27 Nisan bildirisi çok büyük bir hataydı. Askeri çok yıprattı. Siyasete, daha doğrusu demokrasiye kastetmişti, halkı sindirmeye matuftu. Asker açıktan açığa Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahil olmuş, siyaseti ve yargıyı dize getirmek için gözdağı vermişti. Yapılan resmen suçtu ama hesabı hukuken sorulamadı. (...) Başbuğ’un tezi mi daha inandırıcı Altan’ın müdafaası mı? Herkes ezberine uygun bir şeyler söyleyebilir. Aslında meseleyi ta kökten çözmek gerekiyor. Onun da bir yolu var: herkes kendi işini yapacak ve herkes işini evrensel hukuk kaideleri çerçevesinde yapacak. Asker askerliğini yapar siyasete karışmaz, canımızdan aziz tuttuğumuz ordumuzu siyasetin aktörü haline getirmezse hiç kimse TSK’ya yan gözle bakamaz. Bakarsa da onu bu millet nazar-ı dikkate almayarak, yok sayarak, hatta ayıplayarak cezalandırır. Sadece asker değil. Siyasetçi de kendi işini yapmalı. Askerin arkasına saklanarak ara dönem özlemi çekenler, o ara dönemlerinde ikbal hesabı yapanlar siyaseti maalesef kirletti. Siyaset millet için görev talebinde bulunmak ve onun adına irade kullanmaktır. Bu ana çerçeve içinde ne askerin arkasına saklanmalıdır ne de asker içinden bir zümrenin siyasetin alanına girmesine müsaade etmelidir. Hukuk da bu yüzden vardır. Medyanın durumu farklı mı? Medya da kendi meşruiyetini silahlı güçlerin hoşnutluğuna bağlayamaz. Asker çocuğu olmak, bir zamanlar askerî okulda okumak, askerle bir şekilde ilişki içinde bulunmak gibi bazı sebepler gazetecilerin askerle ilgili haber ya da yorum yaparken belirleyici faktörler olamaz. Askerlik kutsal bir meslektir. Amenna! Yıpratılmaması lazım. Kesinlikle! Ne var ki bahsi geçen yıpranma sürecinden ‘Bizimle ilgili asimetrik harp yapılıyor’ diyerek işin içinden sıyrılmak yanlış olur. Demokrasiye müdahale ediliyor imajından herkes bir an önce sıyrılmalı ki inandırıcılık sorunu da çözülmüş olsun. Aksi takdirde bu tartışma kıyamete kadar sürer. Ve yazık olur bu ülkeye... Ekrem Dumanlı, Zaman, 29 Haziran 2009 |
30.06.2009 |
12 Eylül anayasasını ipe çekin!
Maksat bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek ise Kenan Evren’le uğraşmayı bırakın. 12 Eylül Anayasası’ndaki “askerin izlerini” silin, anti-demokratik hükümleri kaldırın... 12 Eylülcüleri bu saatten sonra yargılasanız ne olur, yargılamasanız ne olur... Asıl önemli olan yeni 12 Eylül’lerin önüne geçmektir. Galiba ona da kimsenin niyeti yok!
Hakan Aygün, Bugün, 29 Haziran 2009 |
30.06.2009 |
İki silâh arasında bir rejim
Dünyaca ünlü “24” dizisi geçen hafta yayınlanan sezon finaliyle ekranlara veda etti. Dizinin senaristleri, son sezonda Amerika için bir “komplo senaryosu” yazmışlardı. Kahramanımız Jack Bauer, teröristlerin elindeki nükleer silahın peşine düşüyordu. Uzun çabalardan sonra, terör örgütünün ardında Beyaz Saray’a karşı bir darbe planının yattığını ortaya çıkarıyordu. Darbeciler, masum Müslüman göçmenlerin üzerine yıkılacak terör saldırılarıyla Amerikan yönetimini zayıf düşürüp Beyaz Saray’a yerleşme hayali kuran “özel güvenlikçiler”di. Büyük şirketlerin desteğiyle alternatif bir silahlı güç haline gelen bu gruplar, dizinin finalinde Amerikan Silahlı Kuvvetleri’yle karşı karşıya geldi. Asker, polise silah çekti. Amerika için bir “kıyamet senaryosu”ydu bu... Jack olmasa, Amerikan Başkanı’nı devirecek bir senaryo... * * * Bu finali izledikten sonra Milliyet’in dünkü manşetini okumak, bana büyük heyecan verdi. Başbakan Erdoğan, polisi “rejimin yeni güvencesi” ilan etmişti. “Emniyet teşkilatımız hem demokrasinin hem hukuk sisteminin hem de rejimin sarsılmaz bir güvencesi, adeta sigortasıdır” demişti. Anlaşılan o ki, daha önceki darbelerden ders alan Başbakanımız, bir başka silahlı gücü kendisine hami olarak seçiyor. Dipçiğe karşı polis kaskı takıyor. Böylece ilk 60 yılını asker güvencesinde geçiren Türk demokrasisi, yeni bir silahlı gücün korumasına giriyor. * * * Bizim gibi bütün gençliğini “Ordu, rejimin güvencesidir” atasözünün gölgesinde geçirmiş olanlar için “Polis, rejimin güvencesidir” sözünü işitmek hayli şaşırtıcı... Asker güdümlü demokrasiden, polisin güdeceği bir demokrasiye geçiyoruz. Kışladan tahliye olurken karakol kapısında yeni bir güvence hesabı açtırıyoruz. Bir kuşaktan diğerine, geçen yüzyıldan gelecektekine volta atan “güvenceler sarkacı”nda asker süngüsünden polis namlusuna doğru savruluyoruz. “Güvence” lafı hafızamızda otomatikman “darbe” çağrışımı yaptığı için de, bundan sonraki “rejimin sigortasının atması” halinde kapımızda askeri cemse değil, ekip otoları bulacak olmanın heyecanını yaşıyoruz. * * * “Peki biz silahla değil, hukukla korunan, normal bir demokrasiyi hiç göremeyecek miyiz?” diye sordu haberi okuyan bir arkadaşım... Onu bilmem; ama yarın Türkiye “Öz 24”ü çekip kendi kıyamet senaryosunu uygulamaya koyarsa, komutanları tutuklamaya giden emniyet ekiplerine kışla kapıları açılmazsa veya askeri karargâhlardan polis şefleri aleyhine belgeler sızdırılırsa ya da ne bileyim 27 Mayıs arifesinde olduğu gibi polisin yakaladığını askerler serbest bırakmaya, askerin suçlu ilan ettiğini polis baş tacı etmeye başlarsa, bunun Türkiye’nin en ilgiyle izlenen dizisi olacağına ve büyük gümbürtü koparacağına yemin edebilirim. Dizinin finali mi? İşte onu ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Can Dündar, Milliyet, 29 Haziran 2009 |
30.06.2009 |