Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Temiz ve abdestli olarak uyuyan, gündüz oruç tutup gece ibadet yapan kimse gibidir.
Câmiü's-Sağîr, No: 2607 |
15.06.2009 |
Yaz mevsimi ve ism-i Âhir
Her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde “Hüve’l-Evvelü ve’l-Âhirü ve’z-Zâhirü ve’l-Batınü” (Allah Evvel, Âhir, Zahir ve Batın’dır) isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var. İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi, herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını; ve öyle bir tezgâhtır ki, onun cihâzâtını ve levâzımatını ve teşkilâtını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki incecik vâridatını ve lâtifâne masârifini ve tanzimatını taşıyor. Ve ism-i Âhir’le işaret edildiği gibi, her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenâmedir ki, o ağacın eşkalini ve ahvâlini ve evsafını, ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsâlini ve ensâlini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor. Ve ism-i Zâhir ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği sûret ve şekil, öyle musannâ ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve âzâ ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve mânidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir. Ve ism-i Bâtın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen tezgâh öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve âzâsını teşkil ve tedbir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir suhulet ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor. Elhâsıl; her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program, ve âhiri, öyle bir târifename ve numune; ve zahiri, öyle bir musannâ hulle ve bir münakkaş libas; ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i âzam, belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kâinatı idare eden bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdâniyet taşıyor. İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin sikkesini, ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i âhir’in hâtemini; ve bahar mevsimi, hûri’l-în misilli birbiri üstüne giydiği sündüs-misâl hulleler ve yüz bin nakışlarla süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zâhirin mührünü; ve baharın içinde ve zeminin batınında işleyen Samedânî fabrikalar ve kaynayan rahmânî kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbânî matbahlar, ism-i Bâtının turrasını taşıyorlar.
Şuâlar, s. 35, (yeni tanzim, s. 59)
Lügatçe:
sebzevât: Sebzeler. mebde: Başlangıç. münteha: Son. Evvel: Başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Kendisinin ilim ve kudretine bağlı olan Allah. Âhir: Sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesinin Kendisine baktığı ve dönüş Kendisine olan Allah. Zahir: Varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünen ve bütün varlıkların dış görünüşleri ve san’atlı yapılışlarıyla Kendisinin kudret ve san’atına şâhitlik ettiği Allah. Batın: Her şeyin hakikatine vâkıf olan ve her şeyin içyüzü Kendisinin kudret ve hikmetine şâhitlik eden Allah. sikke-i tevhid: Tevhid sikkesi. menşe-i aslî: Asıl kaynak, öz, menşe. levâzımat: Lâzım olan şeyler. iptida: Başlangıç. vâridat: Gelir. masârif: Masraflar. tanzimat: Tanzimler, düzenlemeler, sıralamalar. fezleke: Özet, hülâsa. hassa: Birşeye mahsus özellik. fezleke: Özet, hülâsa, netice. ensâl: Nesiller. nesl-i âti: Gelecek nesil. musannâ: San’atlı bir şekilde yapılan. münakkaş: Nakışlı, nakışlanmış. İşlemeli. hulle: Pahalı elbise, Cennet giysisi. |
15.06.2009 |
Oluklar çift ise
Geçen Nisan ve Mayıs aylarında nehirlerle hafta sonlarında bir süre arkadaşlık ettim. Aşağıda çızıktırdıklarım bu arkadaşlığın bir meyvesi. Yüksek dağların sarp yamaçlarında çağlayan küçücük dereler, Celâlî ders verir bize. Oysa ovalarda akan koca nehirler, o küçük derelerin belki bin katı su taşıdığı halde, sessiz sedasızdır. Bu oturmuşluk Cemâli anlatır görene. Onları cevelân ettirenin hikmeti gereği, taşma emrini alınca da kahrın birer tecelligâhı olurlar. Ancak ben bugün onların başka bir yönünden söz edeceğim: Akarsuların kimi yağmurla, bazısı göl sularıyla, bazıları kar veya buz suları ile beslenir. Yağmurla beslenen dereler, eğer su sızdırmayan araziden geçen selintiler ile besleniyorsa, yağmurun indirilişinden en geç bir iki saat içinde sel olup akarlar. Oysa arazinin geçirgen olduğu, rahmetin yeraltındaki galeriler ve mağaralar halinde cisimleştiği yörelerde yağışla nehirlerde akım arasındaki zaman mesafesi açılır. Karla veya buzullarla beslenen akarsuların da azamî akış değerlerini bulmaları karın yağdırılışından iki ay, daha serin yerlerde ise üç ay sonra mümkün olabilir. İşte, iklim şartları ile nehirlerin akımı arasındaki bu zaman farkından dolayı, büyük akarsuların yıllık akım-rejim grafiğini çizen coğrafyacılar, akım dönemini takvim yılı ile başlatmazlar; bunun yerine Ekim ayında başlatır gelecek yılın Eylül ayında bitirirler. Meselâ Ege Bölgesinde en az yağışlı ay Temmuz ise de nehirlerin en susuz ayı genellikle Eylül’dür. Kışın da en çok yağmurlu ay Aralık’tır, oysa nehirlerin en çok su taşıdığı ay Mart’tır. Kısacası, nehirler hava şartlarını birkaç ay gecikmeli olarak izler. Sosyal hadiselerde de benzer bir eğilim gözlenir. Hele, geniş bir kesimi ilgilendiren, müsbet veya menfî bir çığırın, bir başlangıcın sonuçları hemencecik ortaya çıkmaz. Hayırlı ya da hayırsız bir girişimin neticelerinin alınmasını görmek için birkaç nesil beklemek gerekir. Bu hususta, Âlemlere Rahmet’in (asm) Haktan varisi şefkat kahramanı Bediüzzaman, Ankara’daki makamlara da gönderilen Hasbihâlinin ekinde dinde, İttihatçılar zamanındaki lâübaliliğin 1944 veya 1945’te dehşetli neticeler ortaya çıkardığını, o tarihlerde yapılan yanlışların da elli sene sonraki gençlik için ne kadar zararlı düşeceğini şu paragrafla ilân ediyor: “Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimâiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz!..” Bunu teyit eden örnekler çoktur. Ezcümle: Birkaç yıl önce, devletin resmî bir kanalında yaşlı birileri hatıralarını anlatırken “1930 yılında İzmir Karşıyaka’da sadece bir polis karakolu vardı. Orada görevli iki polis memuru vardı, ikisi de akşama dek uyuklarlardı” demişti. Polisin bu işsizliği, bu huzur ve asayiş o zaman milleti idare ediyor görünenlerin bir erdemi, bir artısı değildi elbet. Bu huzur hâli Osmanlıdan miras kalan, eksiği, kusuru ile İslâmî terbiyeydi. Aynen öyle de, 1930’ların başında hazırlanan ve milletin değerleri ile kavgalı kitapları okuyanların yirmi sene sonra yaptıkları yanlışlardan da, birinci derecede yirmi sene önce o kitapları yazdıranlar sorumluydu. Sonraki on yıllarda, o ders kitaplarına, ufak tefek rötuşlar dışında, pek dokunulmadı. Onları okuyanların yetmişli yıllarda hangi huzur bozucu hadiselere katıldıkları bellli. Seksenli, doksanlı yılların hayalî ihracatçıları, banka hortumcuları da–iradelerini yanlışta kullanmaları elbette kendilerini sorumluluktan kurtarmaz—en az iki ya da üç on yıl öncesi işlenen hata ve ihmallerin sonuçları değiller miydi? Daha yakına bakarsak, 1997’de yürürlüğe konulan; diğer yanlışları yanında Kur’ân’ı belli bir yaşın altındaki çocuklara okutma yasağını içine alan planın dehşetli sonuçları da, o tarihten bir yirmi, yirmi beş sene geçtikten sonra görülecek. Belki de o müthiş yanlış planın sonuçları, onu yürürlüğe koyanların bir çoğunun öldüğü bir zamanda görülecek. O zaman, o menhus planı işlemez hale getirme gayreti göstermeyerek müsbet bir çığır aç(a)mayanlar da bu pişmanlıktan nasiplerini alacaklar. O gün kabirde pişman olmamak için şimdi bu kötü çığıra dur demek gerekmez mi? Ya da o gün, torunlarını hiç düşünmemiş yaşlılar olarak, onların istiskaline maruz kalmamak için, şimdi bir şeyler yapmak gerekmez mi? Zira Kur’ân’dan dersini tam alamamış nesillerin bir kuralının olacağını sanmıyorum; her şeyi yapabilirler. O zaman kötülük seli öyle bir hâl alır ki; önünde ne baraj, ne köprü, ne yol, ne inşaat projeleri durabilir. Şairin dediği gibi “Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir”. Nur akıtanını güçlendirme yolunda azımsanmayacak bir gayret gösterildi. Bu gayret gösterenlerden olursak, gelecek nesiller tarafından kabrimizde hayırla yad edileceğiz. Değilse… düşünmesi bile dehşetli. |
MEHMET BOYACIOĞLU 15.06.2009 |