Basından Seçmeler |
Peşimizi bırakmayan kirli sicil
İlkokuldan başlayıp lise 1’e kadar üzerimden atamadığım kutsal korkumdu: Eğer disiplin cezası alırsam kötü sicilim ömür boyu beni takip edecek, devletle olan ilişkilerimde hep karşıma çıkacak ve ayağımdaki bağ olacaktı. Lise 1’de disiplin cezası alıp ‘Ben şimdi mahvoldum’ diye kara kara düşünürken öğrendim ki, meğer ayağıma dolaşacak diye buyrulan bağ, beynime vurulan prangaymış. Eh, eğer öğretmekten çok disipline adanmış bir eğitim programında program dışı biriyseniz, böylesi beyin yıkamalar normaldi. Tabii, gerçeği öğrendiğiniz dakikadan itibaren sizi yanlış bilgiyle terbiye eden herkese, sisteme falan duyduğunuz yakınlık tahmin edilebilir. O kadar yakın ki, disiplin cezası alma alışkanlığınızı üniversitede bile kaybetmiyorsunuz. Kendimden biliyorum. Bunu niye mi diyorum? Şunun için... Biliyorsunuz... Geçtiğimiz günlerde Hakkâri’de mayın patladı, altı asker hayatını kaybetti. İşte onlardan biri Ankara’daki Deniz Demirci’ydi. İstedim ki ilk günkü ah vahlardan, Başbakan’ın teğet geçtiği ama Baykal’ın ziyareti ile bir anda ilgi odağı olan ama iki gün sonra herkesin unuttuğu Demirci ailesi ne yaşıyor, gündem kayarken onların acıları nereye gizleniyor göreyim... Kalemim döndüğünce anlatayım... Canın bir günlük gündem malzemesi olmasından öte, bitmeksizin anılacak, anlatılacak, anımsatılacak, yaşatılacak kadar önemli olduğunun altını bir kez daha çizeyim. Ama... Siz, o ailenin acısını okuyamıyorsunuz şu an. Çünkü dokuz yıldır girilmeyen bir bölgeye askerleri ‘gidin, ölün...’ dercesine süren askeri akıl... Ölme olasılıklarını, ‘Haydi, ailenizle konuşun’ diye telefonları askerlerin ellerine tutuşturmakla lisanı hal ile anlatan askeri buyurganlık... Milyonlarca dolarlık bütçelerine, binlerce personeline rağmen “Ama biz mayın temizlemeyi beceremeyiz ki... Çünkü eleman, çünkü teçhizat...” diyebilen bir askeri hesapsızlık... Doğrudan emir, dolaylı tahakküm veya askeri mahalle baskısı ile... Tam da buluşacağım günün öncesinde şu korkuyu taçlandırıyordu Demirci ailesinde: Basına demeç vermek askeriyeyi yıpratmak olur. Malum, devletle işleri olacaktı. Maazallah, yıpratan sicil peşlerine takılabilir... Militer omerta devrede... Aile sus pus. Görüşme iptal. Acıları, unutturulmaya mahkûm edildi. Ve onlar kabul etti. Acılarını görmezsek, göstermezsek, bir ailenin askerlik yaparken kaybettiği oğlunun acısıyla kıvranışını kutsal sessizlik yasasına gömüp ne kadar çabuk unutursak, unutturursak o kadar az yıpranırdık. Benzer o kadar çok aile vardı ki! Auster’in kaynağından çıktığı an çöken o mantığı burada sığınılacak tek liman, edilecek tek imandı: Onlara bakmaktan vazgeç, onlar da var olmamaya başlasınlar. Onun için Demirci ailesi ya da benzerleri ne kadar sessiz olursa, temizlenmeyen mayınların ve temizleyemeyenlerin itibarı o kadar kurtarılacaktı. Küçücük bir umut (korkuya şekil veren devletle iş tutmada kolaylık...) kocaman acıları bastırabilirdi... Susulursa, askeri mahallenin tartışılması teklif dahi edilemeyen etkisinin maliyeti, gizlenebilirdi. Müfredatta yok belki, öğretmenler bunu öğretmiyor ama çağdaş dünyaya eklemlenmek istediğimiz yolda peşimizi bırakmayan asıl sicil bu işte. Haydi temizleyin... Ersin Tokgöz Radikal, 8.6.2009 |
09.06.2009 |
Ant değil süt içirin
Milli eğitimimiz başından beri suç ve cezanın sularında seyretmiştir. En halinden memnun muhafazakârın bile münferit demeye dili varmayacak yoğunlukta, basbayağı sistematik bir işkence mekanizması, ilköğretim kurumlarının temelini oluşturur. Her ne kadar büyük şehirlerin kimi mutena semtlerindeki devlet okullarında bu konuda bir dikkat gözlemlemek mümkünse de dayak yemeden mezun olan çocuk bulmak güç olacaktır. Söz konusu işkence mekanizması, kıyıcı alaydan kaba dayağa, hakaretten tehdide geniş bir yelpazede çocukların nefretle tımar edilmesini sağlar. Çocuklara öncelikle sarsılmaz bir suçluluk duygusu aşılayıp onları her an tetikte, özgüveni sıfırlanmış tutmak elbette devletin otorite ve kullanımı anlayışıyla bire bir örtüşüyor. Dolayısıyla böyle devlet yapılanmasına böyle maarif! ‘Her şeyin başı eğitim’e içtenlikle inanan Cumhuriyet mücahidi kesimin bu konuda bir hassasiyet gösterdiğini hatırlamıyoruz. Çocukları envai çeşit gayretkeş örgütlenme sonucu eğitim kurumlarına teslim eden, teslim ettiklerinin sayısıyla rekor-skor denklemleri kuran loş aydınlanmacı bu hareketlerin Türkiye’nin yerleşik eğitim yordamıyla ilgili bir dertleri olduğunu da söyleyemiyoruz. Okulda dayakçı öğretmenlerin daha sık ebeveyn baskısıyla karşılaştığını zannediyorum. Öğretmenler de genel olarak dayak konusunda eski güllabiciler gibi hovarda davranmıyordur herhalde. Ama müfredata bakıldığında bu küçük ıslahat hareketinin pek bir anlamı olmadığını görmek mümkün. Büyük küçük şehirlerde, çocuklarını, mutsuz öğretmenlerin dayağından korumaya yeminli, hali vakti elveren kesim, devlet okullarının iyiden iyiye beter haline bakıp çocuklarını nicedir özel eğitim kurumlarına gönderiyor. Bu hızla yükselen ticari sektörün acımasız örgütlenmesi üzerine de bir şeyler yazmak şart. Ama fark eden bir şey yok. O müstehcen fiyatlarıyla, ilk bakışta yurtdışındaki muadillerini hatırlatan uygarlık dekorlu okulların verdiği eğitimin birkaç teknik ve ticari güleryüz dışında sundukları ne zannediyorsunuz? Benim 40 yıl önceki ilkokul eğitimimden bu yana ne Atatürk’ün doğduğu evin boyası, ne kovaladığı kargalar değişmiş. Okutulan hamasi şiirler bile aynı. Milli Eğitim’in saptamış olduğu vasat aynı olduktan sonra o kurumlar da devletin hırçın kurumları gibi aynı resmi ideoloji telinden çalıyor. İlkokul ikinci sınıfa giden oğlumun matbu matematik ödevlerindeki problemlerde erkekler ve ‘bayan’ların hesabı yapılıyor. Bana da oğluma bayan kelimesinin uygun olmadığını, ‘kadın’ demenin ayıp olmadığını anlatmak kalıyor. Öğretmeni, itiraz ettiğinde ‘kibarlık’tan dem vurmuş. Oğlum, kadına ‘bayan’ demenin kasaba kibarı-kadın düşmanı atmosferinde uygarlığı keşfediyor. Kimi barajların su sızdırmasıyla birlikte artık tartışabiliyoruz ya, Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya ilköğretim öğrencilerine her gün ant içirilmesi sorulmuş. Bakan olmasa da olabilir anlamına gelecek bir yanıt vermiş. Siyasetçinin nabız yoklaması, anlayacağınız. Milliyetçi kuruluşlar bakanın söylediklerine köpüren, açıklamalar yapıp cansiperâne bir savaş başlattılar. Eğitim-Sen ise uygulamanın kaldırılmasını istedi. Mesele, elbette öncelikle Kürt illerinde yaşayan çocuklara zor kullanarak ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yalanını bağırtmak bağlamında tartıldı. Kimi Müslümanlar da çocuklarına dayatılan düsturun kendi anlayışlarına ters olduğunun altını çizdi. O büyük yalanın Güneydoğu’da dağa taşa yazılmış olması, mutsuzlar oranı en yüksek olan memleketimde artık nasıl tartışılıyorsa, çocuklara her gün içirilen ant da tartışılmalıdır. Ama mesele antın yalnız ‘Türk’ olmayanlara işkence ve gözdağı olarak okutulmasında değil. Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum. Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum. Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum. Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum. Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum. Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum. Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek. Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz? Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın. Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor. Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz. Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir. Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz. Yıldırım Türker Radikal, 8.6.2009 |
09.06.2009 |
İki konuşma
Keşke gelmeseydi, hiç böyle konuşmasa idiler. Konuşmaların birincisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Abdurrahman Yalçınkaya’ya, ikicisi ise Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ’a ait. Türkiye Devleti’nin bu çok önemli görevlerini üstlenmiş kişilerin kamuoyu önünde yaptıkları konuşmaların konumlarıyla, Türkiye’nin dünyadaki, bölgedeki iddiasıyla ve belki de en önemlisi Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan ilkelerle uyumlu olması şart. Aksi durumda hatipler için doğrusu pek hoş olmuyor, söylemler çok niteliksiz duruyor ama yine en önemlisi bu şahısların görevlerinin üzerinden Türkiye zarar görüyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Yalçınkaya, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı onur gününde yaptığı bir konuşmada ‘muhafazakar partilerin ekonomik büyümeyi ön plana çıkararak laikliği gündemden düşürmek istediklerini’ ifade ediyor. Lütfen, hangi siyasi görüşten olursanız olun, bu sözleri Türkiye’nin bir başsavcısına yakıştırabiliyor musunuz? Bu sözlerden bir anlam çıkarmak mümkün mü? Bence anlam aramak zaten çok anlamsız çünkü ortada tam bir saçmalık var. Sayın Yalçınkaya daha çok temel bir gerçeği, laikliği korumanın en sağlıklı yönteminin yüksek büyümeyi daima gündemde tutarak yurttaşları daha zengin kılmak olduğunu idrak edememiş; kanımca ne söylesek boş ama bu kadar önemli bir makamın tüzel kişiliği için gerçekten üzgünüm. Gelelim Sayın Başbuğ’un Washington Büyükelçiliği’mizde yaptığı konuşmaya. Başka konuların mesela mayın konusunun yanısıra Sayın Başbuğ kürt meselesinde gündemde olan demokratik açılımlar konusunda ‘bireysel özgürlüklerin genişletilmesine karşı olmadıklarını ama meselenin grup hakları konusuna çekilmesine izin vermeyeceklerini’ (mealen) ifade etti. Ben bu konuşmayı izlerken söz konusu ‘izin vermeyiz’ ifadesinin öznesinin kim olabileceğine aklım takıldı. Demokratik anayasal açılımlar konusunda, mesela grup hakları konusunda Sayın Başbuğ Türkiye adına yani özne yerine Türkiye’yi koyarak konuşmuş ise Türkiye adına bu konularda yani siyasi konularda konuşmak bir Genelkurmay Başkanı’nın işi değildir. Şayet özne Türkiye değil de TSK ise durum çok daha vahimdir. Anayasanın ikinci maddesinde ifadesini bulan demokratik bir hukuk devletinde anayasal açılımlar ve reformlar konusunda ordu bir izin makamı olamaz. Grup hakları anlamlıdır, değildir, bu siyasi bir tartışma konusudur ama şayet TSK bu konularda kendini izin makamı olarak tanımlarsa ortada grup hakları meselesini aşan bir siyasi skandal var demektir. Sayın Başbuğ’un siyasi alana, TBMM’nin yetki alanına, siyasi programlara bu açık tecavüzüne siyasi sınıfın tepkisizliğini de anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Muhalefette demokratik tepki kültürü olsa, en az siyasi iktidar ve TBMM Başkanlığı kadar onların da bu konuşmaya tepki vermesi şarttır. Bu açıklamalar Türkiye için büyük talihsizliklerdir. Eser Karakaş, Star, 8.6.2009 |
09.06.2009 |
Ah şu seçkinler!
Birkaç gün önceki bir yazımda, Açık Toplum Vakfı tarafından yaptırılan “Seçkinler ve Sosyal Mesafe” başlıklı araştırmaya kısaca temas etmiştim. Prof. Füsun Üstel ve Doç. Birol Caymaz’ın araştırmasında, seçkinlerin, azınlıklara, Kürtlere ve AK Parti’ye koyduğu mesafe inceleniyor. Prestijli okul mezunu (Saint Joseph, Dame De Sion, Boğaziçi, Avusturya Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray, Üsküdar Amerikan vs ve çoğu yurtdışındaki önemli üniversitelerden mezun), yüksek gelir sahibi, iyi bir işi olan kişilere, derinlemesine sorular sorulmuş ve onların düşünceleri, duyguları bir rapor haline getirilmiş. Bunlardan bazı örnekler vermek isterim: Ayla: “Bizim gibi insanlar, yani daha okumuş, daha eğitimli, ailesinde konuşma hakkı olan bireylerden bahsediyorum, bizler, Atatürk’le ilgili herhangi bir anekdot, küçük bir resim karşısında gözlerimiz doluyor; bu birçok şeyi kaybettiğimizi gösteriyor bana göre. Kaybedilen sadece laiklik değil, cumhurbaşkanının o olması, eşinin o olması beni acayip öfkelendiriyor. Kendimi eleştirdiğim zaman diyorum ki, ‘Bu insanlar hep vardı; sokakta karşılaşıyordum; şimdi neden gözüme batıyor?’ Çünkü çok fazlalar ve biz rahatsız olmaya başladık... İki kızım var ve ben korkuyorum.” Murat: “Dinin bu kadar ön plana çıkarılması, bir noktadan sonra ‘Bizden değilsine’ getirilmesi çok yanlış bir tutum. Bu da sağ olsunlar bu arkadaşlar (AKP) sayesinde oluyor; körüklüyorlar bu işi.” Cenk: “Adım adım her istediklerini yaptılar. Yavaş yavaş cumhurbaşkanlığına kadar yükseldiler ve bu olay beni çok korkutuyor. 13 yıl önce Abdullah Gül, ‘Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi’ demişti. Bu açıklamasının ardından cumhurbaşkanı olması... Ne kadar değişmiş olabilir ki!” Haluk: “Benim için en büyük tehlikelerden biri kadrolaşma. Mutlaka kendilerinden biriyle çalışıyorlar.” Melek: “Aslında herkes kadrolaşıyordu ama hep bizim gibi insanlar kadrolaştığı için bunu hissetmiyorduk; şimdi daha farklı insanlar kadrolaşıyor, onun için hissediyoruz. Şimdiye kadar ezilmiş, kıyıda köşede kalmış adamlar, birdenbire güç sahibi oluyor. Bu çok tehlikeli.” Bülent: “Müslümanlığa uzak, tüccarlığa yakın kişiler... AKP’li dindarların din ile ilişkileri daha ziyade maddiyata dayanıyor. Halbuki İslâm, manevi alandan konuşan, başörtüye falan ihtiyacı olmayan bir inanç sistemidir. Bunlar, ancak otoriter yöntemlerle hizaya getirilebilir.” Tolga: “İslâmi tehlike, AKP’nin temsil ettiği menfaat birliği karşısında ikincil önemdedir. Türban konularını, kapatma krizlerini, Ergenekonları birinci plana taşıyorlar ama para hep önde... İddia ediyorum bunu.” Mine: “Kemalizm, modernlik ve cumhuriyetin değerleri aşınıyor. Erdoğan’ın ‘Milli Görüş gömleğini çıkarttım’ açıklaması inandırıcı değil. İnsan 50 yaşından sonra birdenbire aydınlanıp, ideolojisini değiştirmiş olsa, ‘Ulemaya sorun’ ya da ‘Kadınlar üç çocuk doğursun’ filan gibi cümleler kurmazdı.” *** Bazı kamuoyu araştırmalarında toplumun % 25 ilâ % 30’unun “AKP ile asla!” dediği ve bu partiye karşı derin kaygılar beslediği ortaya çıkıyor ya, “Seçkinler ve Sosyal Mesafe” araştırması, işte bu tavrın içini dolduruyor. “Seçkin” denilen bu kişilerin, kulaktan dolma bilgilerle ve basmakalıp cümlelerle konuşmalarının yarattığı hüzün bir yana, AK Parti yöneticileri, gene de, onların duygularını ve ruh hallerini anlamaya çalışmalı.
BU NE HOŞGÖRÜ! Sevcan: “Benim için onların tek bir adı var: ‘Sıkmabaş’ Ben sıkmabaşlarla iş yapmıyorum; yapmayacağım. Adam gibi başörtüsü örtsün gelsin.” Neveser: “Bu zamana kadar insanlar dinsiz miydi? Birdenbire türbanı takınca mı herkes dinli oldu? Benim bildiğim dinimde böyle bir şey yok. Birdenbire iki tane kara çarşaflı geçiyor yani... Nereden çıktı bunlar?” Gülşen: “Başörtülü öğrencilerin eğitim görmesini iğrenç buluyorum... Başı sıkma, dapdaracık etek ya da korkunç bir yırtmaç. Sokakta görüyorum, boyfriend’iyle çok intimate bir şekilde. (Erkek arkadaşıyla çok yakın bir şekilde) Benim yapmadığım kadar intimate.” Ebru: “14 yaşıma kadar hiçbir türbanlı benim yanıma oturmamıştır. Şimdi türbanlılarla iç içe yaşıyorum.” Yasemin: “Üniversiteye perukla girsinler. Başörtüsü kötü şeylerin simgesi. Kadına erkek baskısının simgesi. Üniversiteye başörtüsüyle girerlerse, sayıları bir anda artıveriyor.” Doğan: “Cumhuriyet balosunda başı bağlı biri olmasa daha mutlu olurum; o kare beni rahatsız ediyor.” Murat: “Suriye Devlet Başkanı’nın eşi, Ürdün’ünki ve bir de bizimkiler, Emine Hanım ve Hayrünnisa Hanım. Bizimkiler bizi rahatsız ediyor. Modern ve ileriye dönük bir insan görüntüsü değil.” Begüm: “Cumhurbaşkanı eşinin başörtülü olması, iğrenç... Generallerin Çankaya resepsiyonlarına katılmayarak tavır alması doğru.” *** Konuşulanların yaşı muhtelif. Aralarında gençler de var, 60’ı aşmış olanlar da. Hepsi eğitimli; en iyi yüksek okullarda okumuşlar. Hemen hemen hepsi istemeyerek de olsa CHP’ye oy vermiş. Bu tabloya bakınca, Türk Milli Eğitim sisteminde önemli sorunlar olduğu anlaşılıyor. İnsanlarımız eğitildikçe sağduyusunu ve hoşgörüsünü kaybediyor. Neden acaba!!! Nazlı Ilıcak, Sabah, 8.6.2009 |
09.06.2009 |