Görüş |
Kâinatı okuyabiliyorum!
Bediüzzaman’ın talebelerinden saatçi Hasan Hüseyin Ağabey:
Geçtiğimiz günlerde Kırıkkale’den kalkan otobüsümüzle Nur menzillerini görmek için yola çıktık. Isparta’yı gezdikten sonra İslâmköy’de ikamet eden saatçi Hasan Hüseyin Ağabeyi ziyaret etmek için yola koyulduk. Hasan Ağabeyi daha önce de ziyaret etmiştim. Hatırladığım kadarıyla fotoğraf makinesi ve kamerayı kabul etmiyor, hatta kızıyordu. Bunu bildiğim için kapıyı çaldığımda neler diyeceğimi de hazırlamıştım. Bir müddet sonra kapı açılmıştı. Kapısının arkasında beliren nurânî bir sima vardı. Selâm verdikten sonra “Ağabey, biz Kırıkkale’den geliyoruz. Hizmet ile ilgili bir iki sorumuz olacak. Üzerimizde ise fotoğraf makinesi ve kamera yok” dedim. Bunun üzerine “Buyrun” diyerek içeriye dâvet etti. Daha önce sohbet ettiğimiz yer, kapının hemen yanıydı. Bu sefer “Arka tarafta iskemleler var, oraya geçin” dedi. Bizi oturtmaya çalışırken kendisi ayaktaydı. Sekseni aşkın yaşıyla hâlâ dinamikti. Artık bir yerden başlamalıydık. Bunun için ben müsaade alarak “Hizmetlerde tevekkül anlayışımız nasıl olmalı?” diye sordum. Zira çoğu zaman vazife ile vazife-i İlâhiye arasında dolaşıyor, sonuca odaklanıyorduk. Biraz düşündükten sonra “Hizmet, rızâ-ı İlâhî için olur. Bir işi yaparken Allah nâmına vermeli, Allah nâmına almalı, Allah nâmına işlemeliyiz. Biz ne Cehennemden korktuğumuz, ne de Cennet’i sevdiğimiz için hizmet yapıyoruz. Amacımız sadece rıza-ı İlâhî” diyerek, odaklanacak bir yer varsa bunun sonuç kısmı olmadığını, sadece Allah’ın rızası olduğunu hatırlattı. Zaten şevkimizin kırıldığı veya yeise düştüğümüz nokta, bazen bu hususları unutmamızdan kaynaklanıyor. Konuyu biraz daha detaylandırıp “Ben birine düşmanım diye hizmet etmem. Birilerinin inadına hizmet yapmam. Hissiyâtımı karıştırmamam gerekiyor” diyerek bu tür bir hizmetin ihlâs-ı tâmmeye eremeyeceğini söyledikten sonra “Bütün bunları bir arada düşünerek hareket etmek tevekkül olur” diyerek bu bahsi kapatmıştı. Onun bize anlatmak istediği başka şeyler vardı. Onun için bu meseleyi kısa tutup onu dinlemeye başlamıştık… Bize kâinat-insan uyumundan bahsetmeye başladı. Bunu fark edebilmenin önemi üzerinde duruyordu. Risâle-i Nurların bize bunu kazandırdığını söylüyordu. Meselâ “Âdem kelimesine bakın. Âdem insan demek. Âdem kelimesi üç harften oluşuyor (kendi eliyle bir yandan toprağa yazarak gösteriyor). Bir elif, bir dal, bir de mim. Elif, namazdaki kıyamı, dal rükûyu ve mim ise secdeyi gösteriyor. İnsan yani Âdem, namaz ile Âdem oluyor. Bunu yapmadığı zaman kâinattaki düzeni bozuyor.” Tabiî bunun sadece bir örnek olduğunu söylüyordu. Bir ara “Kısa bir ders yapalım mı?” diye sordu. “Evet, iyi olur” dedikten sonra yaşına rağmen hızlı bir şekilde evinden bir poşette kitap getirdi. Kitaplar, hatt-ı Kur’ân ile yazılmıştı. Bir tanesini eline alarak “Bu kitap, Osmanlı zamanında yazılmış. O zaman Rüşdiye mekteplerinde müfredât olarak okutulmuş. İçerisinde çoğunlukla İlmihâl var. Kusura bakmayın, alınmayın. Buradan âhirzamanın alâmetleriyle ilgili bir bölüm okuyacağım” dedikten sonra kitaptan bir bölüm okudu. Genel mânâ olarak kıyametin yaklaştığının üzerinde duruyordu. Çünkü bahsedilen alâmetler çıkmaya başlamıştı. “Dabbetü’l arz” konusunu biraz daha açtı. Aslında bu konuya bu açıdan hiç bakmamıştım. Zira “dabbe” meselesi için günümüzdeki hastalıklardan bahsedilirdi. Bu açılım da, bir te’vili hükmünde: “Dabbetü’l-arz, arzın madeninden çıkan her şey demektir. Bakın şimdi telefonlara, bilgisayarlara. Bunlar arzın madeninden yapılmış. Telefon yürüyor, bilgisayar yürüyor…” *** Artık konu, başka bir minvâle kayıyordu. Kastamonu Lâhikası’ndan bir bölüm okuduktan sonra “Okullarda haram-helâli öğretiyorlar mı?” diye bir soru yöneltti. Biz de bunun çok azaldığını söyledik. Bunun üzerine “İşte! Herkes evini küçük bir medrese-i Nuriye yapmak zorunda. Üstad öyle diyor. Çocuklara bu medrese-i Nuriyelerde terbiye verilerek okullara gönderilmeli. Mühendis olacaksa Müslüman bir mühendis, doktor olacaksa Müslüman bir doktor…” Kendisi bir ara “Ben Risâle-i Nurlar sayesinde kâinatı okuyabiliyorum. Değişik hadiseleri yorumlayabiliyorum” dedikten sonra yeni gelen nesle bunu öğretebilmenin öneminden bahsetti. Çocukların küçük yaşta temel dinî eğitimlerini aldığı takdirde kâinatta olan hiçbir hadiseden—olumsuz mânâda—etkilenmeyeceğini vurguladı. Hava yavaş yavaş kapanıyordu. Yağmur damlaları yağdırılmaya başlamıştı. Bunun üzerine “Üstad’ın size ders verdiği bizim de ders alabileceğimiz bir hatıranız var mı?” diye sordum. Kendisinin eskiden çiftçi olduğunu söyledi. “Üstad bizi ziyarete geldi. ‘Ne yaptınız?’ diye sordu. Ben de ‘Ekinler bitti Üstadım, harman başlıyor’ demiştim. ‘Yazıyor musunuz?’ diye sordu. Ben de ‘Ancak namazlarımızı kılabiliyoruz Üstadım’ demiştim. Bu sefer ‘Okuyor musunuz?’ diye sordu. Yine ‘Ancak namazlarımızı kılabiliyoruz Üstadım’ dedim. Bunun üzerine Üstad Hazretleri ‘Her gün işinize gidip gelirken 2-3 sayfa risâle okuyun’ buyurdu. Ben 2-3 sayfanın ne ehemmiyeti var diye düşünürdüm. Sonradan anladım ki, bu sayfalar bir şahs-ı mânevînin havuzunda toplanıyor. Büyük bir sevap olarak tekrar bize dönüyor. Siz de iki üç sayfa dahi olsa okuyun. Risâle-i Nur’u bol bol okuyun” dedikten sonra sohbetimiz artık bitmişti. Kapıdan çıkarken bir ağabey elini öpmek için hamle yapayım derken Hasan Ağabey birden geriye çekildi. Bundan sonra da biz kapıdan dışarı çıkasıya kadar duâlar etti. Daha önceki gelişimizde Üstadın sürekli olarak kendilerine “Siz kime talebe olduğunuzu, neye hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz” sözünü söylemişti. Hasan Ağabey ilerlemiş yaşına rağmen teknolojiden uzak kalmayan nâdir ağabeylerden. Evinin içerisinde bilgisayar, yazıcı ve tarayıcı gibi âletler bulunuyor. Bununla beraber Risâle-i Nur’daki birçok meseleyi halletmiş bir ağabey… Rabbim bizi de onların zümresine nâil etsin İnşaallah…
[email protected] / furkandemir.com |
FURKAN DEMİR 05.06.2009 |
Yaratılıştan sevmek
Hepimiz isteriz ki başkaları bizleri sevsin, saysın, dinlesin… Hürmet, saygı ve sevgi ısmarlama olmadığı için yazısı da siparişle ve ısmarlamayla olmaz her halde… Sebep, her üç kavram da insanoğlunda fıtrîdir, yaratılıştan Cenâb-ı Hak tarafından ihsan ve ikram edilmiş birer özelliktir. İnsan; hürmeti, saygıyı ve sevgiyi az öğrenir, çok öğrenir, hiç öğrenmezse fıtrî olan bu madenler açılmamış ve çalıştırılmamış olur… Gizli, saklı kalmış hiçbir değerin de kimseye faydası olmaz. Etrafımızdaki değerleri, kıymetleri, muvaffakiyetleri ve yapılmış hizmetleri görmezlikten gelmek, yapanları küçük görmek, sahip çıkmamak ve bir adım daha ileriye götürmek için çalışmamak bizim küçüklüğümüzü, değersizliğimizi ve kıymet bilmezliğimizi göstermekten başka bir işe yaramaz. Gönül ister ki diye başladığımız her kelâm söz bizim sevgiden, hürmetten, saygıdan bir eksikliğimizi haber verir. Gayretsiz ve çalışma yapmadan beklentilerimizi dillendirir. Fıtrî olan her istek muhakkak bu fani dünyada fıtratın gerektirdiği bir gayret ve çalışmanın ürünüdür. Yoksa tembellik döşeğinde istek ve arzularımızı, emellerimizi ve hayallerimizi kelam olarak, söz olarak sıralamak değil… Bu konunun zirvesinde Allah (cc) bilinmezse ve tanınmazsa, Muhammed’in (asm) bildirdiği derinlemesine ve şuurlu olarak bilinmiyor sevilmiyor, hürmet edilmiyor demektir. Efendimizi seven, O’nu daha çok Rahman, Rahim ve Vedud olan bir Rab-ı Kerim olarak sever ve fıtrî güzelliklerinin farkına varır ve vardırır. Yoksa kendi kalp, ruh ve akıl dünyamızda yer bulamayan hiçbir sevgiyi ve hürmeti halkın ve başkalarının üstünde yansısın, bize de faydası olsun diye beklememeliyiz… İman ve itikattaki salabetimiz, musırrane ve devamlı sabırla göstereceğimiz ubudiyetimiz, kulluğumuz. Bize hem sevginin, saygının ve hürmetin kapılarını açacak, hem de bu yollarda bizi selâmeti kalp ve ruh-u ferahla yürütecektir. Önemli olan fıtrî pencere ve kapılar misali kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı fani dünyanın fani metaıyla meşguliyetleri ve kazanımlarıyla köreltmeyelim, kapamayalım… Ekmek yemek, su içmek gibi fıtrî ve faydalı arzuları, kalp, ruh ve akıl dünyamızın fıtrî ihtiyaçları noktasından da hissetmeliyiz ve sevgiyle, muhabbetle, saygıyla, hürmetle bunlara kavuşma gayreti ve çalışması içinde olmalıyız. En doyurucu, en safi gıdaların peşinde koşarken, bize hayatımızda hep iyi ve faydalı olabilecek manevî gıdaları aramak ve bulmak vazifesi de yüklenmiştir. Çünkü bunlar fıtrîdir, yaratılıştan bizim maddî, manevî vücudumuza yerleştirilmiştir. Mahiyetini bilmek, maslahat yerine getirmiş olmakla izah edilemeyeceği için. Sevginin, hürmetin, saygının gereğini yapmalıyız, yaşamalıyız… Seven sevilir, hürmet edene hürmet edilir, saygı duyana saygı duyulur… |
Rifat OKYAY 05.06.2009 |
Ulu çınarın sessiz ve isimsiz dalları
Çınar; geçmişten günümüze ışık tutan efsane ad. Uzun ömürlülüğü, geniş yaprakları ve heybetli dallarıyla etrafına hükmetmesini bilip ortaya koyan ulu bir ağaç. Onun içindir ki, bu ulu ağaçlar, asırlarca ulu bir devlete sembol olmuş. Adı anıldığında ilk akla gelen Osmanlı Devleti olmuş. Bu mübarek ağaç aynı zaman da ulu veli insanların da adeta bir çekirdeğini sembolize etmiştir. Devletleri millet yapan yegâne amilin, çekirdeğini ulu çınarlar kadar sağlam oluşturan ulu insanların ortaya koymuş oldukları, yaşanan hadiseler bizlere göstermektedir. Dâvâları ‘dâvâ’ yapan unsurlardan bir tanesi de, elbette ki meselesini kendine dâvâ edinen müdakkik, isimsiz kahramanların özverisi sayesinde olmuştur. Van’daki Horhor Medresesi’nden ayağı kayıp aşağı düşerken, Said Nursî’nin ağzından çıkan ve etrafı inleten ‘Dâvâm’ nidası, bir iman inkilâbının adeta temel taşını oluşturmuştur. Çünkü, ‘dâvâyı’ dâvâ edinebilmek, er kişilik istemekte, yüreklilik istemekte ve her şeyden öte fedakârlık istemektedir. Çilesiz dâvâ olmuyor. Gül, Bülbüle gerek. Bülbül ise güle. İkisini birbirinden ayıramazsın. Bir dâvâyı kendine dâvâ edinmişsen, karşına çıkabilecek sıkıntılara da katlanman gerektiğini bileceksin. İçinde hasbel kader bulunduğumuz Risâle-i Nur dâvâsının ulvîleşip kök salmasında emeği geçen ismi duyulmamış, resmi görülmemiş hep geri planda beklemiş nice kahramanlar var. İşte kahramanlardan biri de ismiyle müsemma olan Muazzam Özçınar Ağabey. İzmir’in manevî dinamiklerine omuz vermiş ve bu ulvî dâvânın bugünlere gelmesine vesile olan isimlerden biri. Kırk yıllık okuyucu silsilesinde çeşitli hatıraları okurken böyle bir ağabeyimizi hatırlamamak olmazdı. Muazzam Özçınar, Yeni Asya Gazetesinin temelini teşkil eden, kısa sürelide olsa yayın hayatına atılıp isminden söz ettiren ‘İHLAS’ gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü de üstlenmiş ve bu uğurda çeşitli tazyiklere maruz kalmış gizli bir isim... Muazzam Özçınar, o dönemlerde yaşadığı bir hatırayı şöyle anlatıyor: “Yıl 1960. 27 Mayıs ihtilâli yeni olmuştu. Her tarafta ihtilâlcilerin korkusu hakimdi. Milletin bağrına bastığı 3 vatan evlâdını sudan bahanelerle idam edilmesinden dolayı her taraf ölüm sessizliğini yaşıyordu. Dindar insanlar sürekli takip ediliyor, iki kişi bir araya gelse adeta hesap soruluyordu. Bilhassa Nur Talebeleri üzerine müthiş bir baskı oluşturuluyordu. Bir gün beni apar topar alıp karakola götürdüler. Günlerce sorgu suale tabi tuttular. Solculara yapılmayan tazyikler bizlere yapılıyordu. Günlerce neyle suçlandığımı öğrenemedim. Nihayet bir polis ‘Sen Said Nursî’nin sözlerini el ilânı olarak bastırıp dağıtmışsın’ deyince ne ile suçlandığımı ancak o zaman öğrenmiş oldum. Bu ilân için bana olmadık eziyetler yaptılar. Öyle ki, bizi vatan haini olarak görüyorlar ve ona göre muamele ediyorlardı. Tam 19 gün bir ilân uğruna beni nezarette tutarak zulmettiler.” Evet, zalimlerin zulmünü haykırmak kolay değildi. Ama kendisine ulvî bir dâvâyı dâvâ edinenler her türlü zulme rağmen zalimlerin yüzüne zalimliklerini haykırmaktan geri durmadılar ve böylece yapılan hizmetler bugün ulvî, ulu bir çınar şeklinde dünyanın dört bir yanına uzanan dalları halini aldı. Selâm olsun nice isimsiz kahramanlara…. |
ORHAN ALAGÖZ 05.06.2009 |