Basından Seçmeler |
Ya o korkunç ikna odalarına Kardelen kızları sokulsaydı
Dün nihayet biraz normale dönüldü. Haberlerde Türkan Hanım’ın hayatı anlatılmadı, cenazeden görüntüler tekrar yayınlanmadı. Diyebilirim ki; dün Türkan Hanım sonunda kesin olarak öldü. (...) Sahte dövünmeleriniz, mahalle baskılarından kaynaklanan abartılı üzüntüleriniz, yanlış anlamakta olduğunuz laiklik gösterileriniz filan biraz bittiğine göre şimdi Türkan Hanım’ın hayatı ile ilgili sakin bir değerlendirme yapabiliriz herhalde. Türkiye’de laiklik sadece bir yaşam stili tercihi olarak algılanıyor. O yaşam stili tercihi içinde özellikle kadınların fiziksel görünümleri ve kılık kıyafetleri ile ilgili tercihler de çok önemli görülüyor. Bunlar gerçekten önemli olabilir ama laiklik bundan ibaret olan bir şey değil. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana laikliğin kavranılışının çıkış noktası bu olduğundan, resmi ideoloji devletin insanların inançlarını nasıl yaşayacaklarını belirleyip zorla kabul ettirmeyi laiklik olarak görmeye başladı. Oysa laiklik her insanın istediği inancı istediği biçime, kısıtlama olmaksızın yaşama hakkının korunması olmalıydı. Resmi ideoloji baştan yanlış olduğundan o ideolojiye inanan ve ideolojiyi gündelik yaşama yaymakla kendisini sorumlu hisseden ‘Cumhuriyetin kızları’ bireysel olarak çok iyi insanlar da olsalar, iyi kalpli de olsalar inançlar konusunda hayli faşizan davranabildiler. Üniversiteye gelen türbanlı kızları kapıda kurulan o korkunç ikna odalarına sokarak o türbanı çıkartmaya ikna edeceğini düşünen zihniyetti bu. Türkan Hanım’ın bu uygulamaya açık destek verdiğini söylemiyorum ama fazla itiraz da etmedi. Çünkü türban meselesinin bir kandırılmadan, bir yanlış anlamdan ibaret olduğunu düşünen ‘Çağdaş görünümlü Türk kadınları’ grubundandı o. İşte bu yüzden onun Kardelenleri arasında pek türbanlı kız yok. Bursları verenler olmamasıyla da övünüyor. ‘Türbanlılara başkaları burs veriyor zaten’ diyorlar. O başkaları da Türkan Hanım da bütün iyi niyetine rağmen toplumda ayrışmaya ve ötekileştirmeye neden olmuştur. Tabii ki kötü niyetli. Bu insanın kalbinin temiz ve iyi olmasıyla ilgili bir konu değil. Bu ideolojinin bizi tamamen teslim alması ve irademiz dışında işler yaptırmasıdır. Cenazeyi laik Türkiye’nin bir gösterisi haline dönüştürenler, Türkan Hanım’ın arkadaşları, cenazeye özel ilgi gösteren TSK ve Deniz Baykal, laikliğe makul bir yeni tanım getirmenin, diyaloğun ve Türkiye’nin önünü açma imkanını kapadıklarını görmüyorlar maalesef. Güzel yaşamış ve güzel işler de yapmış olan Türkan Hanım’ın yaşamının toplumun bir bölümünü ötekileştiren ve yabancılaştıran bir yönünün olduğunu da hatırlamamız gerekiyor. Keşke bu yanlışlar hiç yapılmasaydı ve keşke Türkan Hanım’ın evinin önünde birkaç türbanlı kız da ağlayabilseydi... Türkiye çok daha güzel bir ülke olmaya gidebilirdi. Kalabalıklar ne bağırırlarsa bağırsınlar, Türkiye laik değildir ve bu şekilde de kalamayacak. Laikliği yeniden tanımlayacağız ve ideolojiyi Türkan Hanımlar’ın mahalle baskısından temizleyip laikliği Batılı bir şekilde yeniden tanımlayacağız. Belki o zaman ilk defa laik bir ülke olabileceğiz. Bu zannedildiği kadar zor bir iş değil. Çünkü kendileri üzerine çeşitli oyunlar oynanılan kızlarımız, burslarla bölünenler, sınıflandırılanlar, özgür ortama girdiklerinde, kendi başlarına kaldıklarında kol kola yürüyüp, sevgililerini, hayatı konuşabiliyorlar. Mini etekli genç kız ile türbanlı kızın kol kola yürüdüğü üniversite kampusu, çağdaş Türkiye’nin asıl yüzüdür. Laikliğin gerçek tanımı da aslında oradadır. Kendisini çağdaş ve modern veya dindar zannedenler çekseler ellerini, aslında makul insanlar kendiliklerinden yapacaklar yeni tanımlarını ve ortaya koyuverecekler. Türkan Hanım kızları sınıflandırmasıyla, tavırlarıyla, seçtiği yol arkadaşlarıyla bu gerçeği hiç anlamadı ve iyi de yapmadı.
Akşam, 22 Mayıs 2009 |
Serdar Turgut 23.05.2009 |
Beyin yıkama andı
Türk değilim eğriyim, tembelim. Ülküm de alçalmak, geri gitmektir... İlkem küçüklerimi dövmek, büyüklerime terbiyesizlik etmektir... Böyle “ant” olur mu? Böyle saçmalık, böyle rezillik olur mu? Olmaz. Ama tersi oluyor. Çok da doğal karşılanıyor. Türk’üm, doğruyum, çalışkanım... İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir... Ülküm yükselmek, ileri gitmektir... Varlığım Türk varlığına armağan olsun! Bunu 1933 yılında Dr. Reşit Galip yazmış. 1933 yılından önce böyle bir “öğrenci andı” falan yok, 1937 yılından önce bir 19 Mayıs bayramı olmadığı gibi... Reşit Galip o tarihte milli eğitim bakanı. Ant, ilk kez 23 Nisan 1933 günü bütün ilkokullarda okunmuş. 1933 nisan ayı... Hayret, tam da “Alman başbuğu” Hitler iktidara geldikten üç ay sonra... Tesadüfün böylesi! Diktatör Kenan Evren’i bu bile kesmemiş, 12 Eylül döneminde öğrenci andına bir bölüm daha ekletmiş: Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türk’üm diyene! (“İlkem” yerine “yasam”, “özümden” yerine de “canımdan” derdik biz, onu da değiştirmişler.) Şimdi gene ufak çapta bir kıyamet kopacak gibi, çünkü yeni milli eğitim bakanımız Nimet Çubukçu, andın kaldırılmasını tartışmaya açmak istiyor. Bu tartışmaya memnunlukla gireriz ve de en son söyleyeceğimiz lafı en baştan söyleriz: Bu ant, kaldırılmalıdır! Gerekçe olarak “Kürt çocukları” ileri sürülüyor, bunlara zorla “Türk’üm” dedirtilirse, rencide olurlarmış... Böyle bir gerekçeye hiç gerek yoktur, bin dereden bin su getirmek de anlamsızdır. Kimseye hesap verecek değiliz. Bu ant, “demokratik ülkelerde çocuklara böyle bir ant içirme uygulaması olmadığı için” kaldırılmalıdır. Başka bahane gerekmez. Türk olmayanlar doğru ve çalışkan değildirler... Küçüklerini korumaz, büyüklerini saymazlar... Yurtlarını, uluslarını sevmezler... Çocuklara bu mu öğretilmek isteniyor? Bugün Almanya’da “varlığım Alman varlığına armağan olsun” diye bir slogan atılsa ortalık birbirine girer. Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsanız, önce Türkiye’den “faşizm tortularını” silip temizleyeceksiniz. Milli bayramlarda gençlere yaptırılan Mussolini, Hitler ya da Stalin “gösterilerini” kaldırmak gibi. Bunların yerine gençlere spor “müsabakaları” yaptırmak gibi. Ya da okullarda “bayrak törenlerine” son vermek gibi... Bayrak töreni askeri okulda yapılır. Sivil okulda abestir. Fransa’da öğrencilere pazartesi sabahı bayrak töreni yaptır, başına dert alırsın. Ama sivil çocukları da “doğuştan asker” olarak yetiştirmek istiyorsan o başka tabii... O zaman Avrupa Birliği’nin de sana vereceği yanıt “başka kapıya” olacaktır. Bu öğrenci andı da, çocukları “küçük birer faşist” olarak yetiştirmek üzere uydurulmuş bir “beyin yıkama” çabasıdır. Her sabah papağan gibi tekrarlana tekrarlana hiçbir anlamı kalmaz, ama farkında olmadan çocuğun kişilik yapısını biçimler. Siz onu bunu boşverin de bana söyleyin bakalım: Türkiye’nin “normal” bir ülke olmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz? İstiyorsanız, bu pürüzleri temizleyeceksiniz. Başkasına yaranmak için değil, kendi geleceğiniz için, daha da önemlisi, çocuklarınızın geleceği için.
Sabah, 22 Mayıs 2009 |
Engin Ardıç 23.05.2009 |
Paylaşım kavgası
2000’lerde Türkiye’de siyasi kavganın şiddeti her geçen gün yükseliyor. Yargıç sıfatı taşıyan kişiler Anayasa’nın 105. maddesinin çok sarih hükmüne rağmen Cumhurbaşkanı’nı yargılamak istemektedirler; kavganın şiddeti buralara kadar yükselmiştir. Şiddeti her geçen gün artan kavganın kökeninde sanıldığı gibi laiklik kaygıları falan yatmamaktadır. Özellikle kentli kadınların bir bölümünde bu kaygı ön plandadır ama kimse bana bu kavganın laiklik, Cumhuriyet’in temel nitelikleri kavgası olduğunu söylemesin. Şiddetlenen kavga, açık toplum-kapalı toplum kavgasıdır. Özünde bir paylaşım kavgasıdır, kaynakların paylaşım kavgasıdır ve bizim ülkemizde ağırlıklı olarak pozisyonların paylaşım kavgasıdır. 32. Gün programında izlediğimiz Sayın Yaşar Büyükanıt (e. Orgeneral ve Genelkurmay Başkanı) bu kadar büyük insan gücü ve bütçe kaynağı kullanan önemli bir ordunun başına ancak kapalı toplumlarda geçebilir ve kavga tam da bunun kavgasıdır. Ergenekon soruşturmasında davaya cephe alan adeta herkesin AB’ye, gümrük birliğine, dışa açık piyasa ekonomisine karşı olması tesadüf değildir. Kavga Ergenekon kavgası değil, açık toplum-kapalı toplum kavgasıdır. Bu yazıda nedenlerine girmeyeceğim ama AK Parti’nin 2003’den beri ağırlığını açık toplum tercihinden yana koyması, en azından başkalarına oranla daha fazla koyması, laiklik bahane ve görüntüsü üzerinden kapalı toplumcuları anlamsız bir ‘laik Cumhuriyet’ sloganı çerçevesinde kapalı toplum kavgası ve hedefinde birleştirmektedir. AK Parti’nin açık toplum tercihinde önde gibi görünmesi ilginçtir; bu ağır yükü kadro ve ideoloji açısından zor taşıma gibi bir sıkıntı çekmektedirler ama öte yandan geniş muhafazakar kesimleri bazı küresel değerlerle tanıştırdıkları için de çok önemlidir. (...) Öte yandan başka birçok sevimsiz sürecin de içine girilmiştir. İşsizlik konusunda en anlamlı oran olan tarım dışı işsizlik oranı yüzde yirmiyi bulmuş hatta geçmektedir; oran kısa sürede adeta ikiye katlanmıştır. Şayet toplum bilim diye bir şey varsa, tarım dışı işsizlik oranının yüzde yirmiyi aşmasının (yüzde 15 kritik eşik olarak tanımlanır idi) mutlaka siyasi sonuçları olacaktır. Ve bu siyasi sonuçların kapalı toplumcu, avantacı, dünyadan kopuk ve daha da kopmak isteyen, özgürlük düşmanı kesimlerin ekmeğine yağ sürmesi beklenmelidir. Açık toplumcu kesimlerin, açık toplumdan çıkarı olan kesimlerin, başta AK Parti, bu süreç karşısında çok daha cesur ve proaktif davranmaları şarttır. AK Parti’nin açık toplumcu olduğu tartışılır ama açık toplumda çıkarı olduğu muhakkaktır. Krize, işsizliğe karşı, küresel gelişmelerden bağımsız olarak çok şey yapmak mümkün değil. Ama bu süreçte yeni bir anayasa, AB reformlarında Merkel’e, Sarkozy’e takılmadan 2003-2004 sürecinden de cesur davranışlar şart görünmektedir. (...) Bizden hatırlatması.
Star, 22 Mayıs 2009 |
Eser Karakaş 23.05.2009 |
Mayınlar
“Birkaç gündür bir “mayın” meselesi var ortalıkta. Suriye sınırındaki mayınlar çıkarılacakmış. Ama bu mayınları oraya gömen bizim ordu, gömdüğü mayınları çıkartamıyormuş. Ya da bunun için büyük bir paraya ihtiyaç duyuyormuş. Onun için bu mayınları çıkarma işi bir İsrail firmasına verilecekmiş. Sonra da o İsrail firması o bölgede kırk dört yıl boyunca “organik tarım” yapacakmış. Şimdi İsraillilere “organik tarım” yapılması için verilecek “alanın” yüzölçümü tam net değil. O alanın “iki Kıbrıs büyüklüğünde” olduğunu söyleyen de var, daha küçük olduğunu söyleyen de. 216 bin dönüm diyenler de var. “Verilecek alanın uzunluğu 216 kilometre, genişliği belli değil” diyen de... Söylenenlerin hiçbiri diğerini tutmuyor ama büyükçe bir bölge olduğu anlaşılıyor. Suriye sınırında epey uzun ve epey geniş bir arazi İsraillilerin denetiminde olacak bu anlaşma imzalanırsa. CHP ve MHP, buna karşı çıkarak, “ordu ne diyor” diye soruyorlar. Savunma Bakanı, “ordu buna razı” diyor. DTP de, “o araziyi İsraillilere değil oranın asıl sahibi olan köylülere verin” diyor. Şimdi garip bir durumla karşı karşıyayız. Bir ülke, komşu ülkeyle arasındaki geniş bir araziyi, o komşunun “düşmanı” olan bir başka ülkenin denetimine vermek istiyor. Bu işin uzmanları daha iyi bilir ama hiç böyle bir şey duymamıştım. Kıbrıs’ı elimizde tutacağız diye yeri göğü birbirine katıyoruz, Avrupa Birliği üyeliğini tehlikeye atıyoruz sonra aynı büyüklükteki bir araziyi başka bir ülkenin kullanımına açıyoruz. Sizce bu normal mi? Bütün topraklar bizim olsun diyen bir anlayıştan, “bizim toprakların bir kısmı sizin olsun” anlayışına biz ne zaman zıpladık? Tabii şu da var. Madem toprak konusunda böyle geniş gönüllüyüz, neden o bölgenin asıl sahibi olan Kürtlerin oralarda rahatça yaşamasına izin vermiyor, “toprakları alacaklar, ülkeyi bölecekler” diye yirmi beş yıldır savaş sürdürüyoruz. Her halde bu mayın meselesinin bir mantığı vardır ama ben o mantığın ne olduğunu anlamadım. Anlamaktan ziyade sezebildiğim bir iki şey var. Bu, herhangi bir hükümetin tek başına cesaret edebileceği bir işe benzemiyor. Elimde hiçbir bilgi ya da kanıt yok ama bu “mayın” meselesinin böyle çözümlenmesini isteyen eğer orduysa buna şaşırmayacağım. Ayrıca, Türkiye’nin Suriye sınırında bir bölgeyi İsrail “yerleşim merkezi” haline getirmesi sadece Türkiye ile İsrail arasındaki bir anlaşmayla sağlanabilecek bir gelişme gibi de gözükmüyor. Bundan mutlaka Amerika’nın da haberi vardır. Ayrıca, Suriye buna ne diyor, onu da bilmiyoruz. Suriye, buna pek itiraz ediyormuş gibi gözükmüyor. Niye itiraz etmiyor, sınır denetiminin bir kısmını İsrail’e vermenin karşılığında Suriye’ye ne önerdik, o da anlaşılamıyor. “Toprak, toprak” diye deliren bir devletin, birdenbire toprakların bir kısmını “mayınlarını çıkarın sonra da alın siz kullanın” diye bir başka ülkeye vermesi pek sık rastlanır bir durum değil. Sık rastlanır durum şu. Hükümetle ordu, bir konuda anlaşmışlar. Hangi konuda, hangi şartlarla, hangi nedenlerle anlaştıklarını parlamentoya da, o parlamentodaki muhalefet partilerine de, halka da söylemiyorlar. Böyle bir “sırrı” parlamentodan, muhalefetten, halktan saklama hakları var mı? Yok. O toprakların asıl sahibi olan insanlara, “biz buraları başkalarına vereceğiz” diyebilme özgürlüğüne bir devlet sahip olabilir mi? Olamaz. Ama yapmamaları gereken bir işi rahatlıkla, parlamentoya da halka da aldırmadan yapıyorlar. Hükümetin, böyle ciddi bir konuda, üstelik de böylesine ciddi bir şekilde eleştirilirken “güvenli” bir sessizliğe bürünmesi, gerçekleri açıklamaması, bana, orduyla bu konuda yaptığı anlaşmaya fazla güvenmesinden kaynaklanıyor gibi geliyor. Ben “toprak” meraklısı olanlardan değilim. Sınırlar, devletler, bayraklar, bir gün tümüyle yeryüzünden kalkacak saçmalıklar olarak gözükür bana. Eğer o toprakları İsrailliler o başka insanlardan daha iyi ve daha faydalı kullanacaklarsa, kullansınlar. Ama bu konudaki kararı hükümet ve ordu, kimseye danışmadan, kimseye bir açıklama yapmadan alamaz. Her şeyden önce o toprakların asli sahipleri olan köylüler yaşıyor orada. Onlar bu gelişmeye ne diyor? Toprak mülkiyeti sizin için önemsizse, “yerel özerklik” isteyen Kürtleri neden susturuyorsunuz? Neresinden baksanız mantığı tutmuyor bu işin. Devlet her zamanki gibi, “ben hepinizden akıllıyım, hepinizden güçlüyüm,” deyip kendi bildiğini yapıyor. Hepimizden güçlü olduğu kesin de... Hepimizden akıllı olduğu biraz su götürür. Onun için bu meselenin aslını herkese anlatıp başkalarından da akıl alsa iyi olur.
Taraf, 22 Mayıs 2009 |
Ahmet Altan 23.05.2009 |
Varlığını armağan edenler
‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım...’ diye başlayıp ‘Varlığım, Türk varlığına armağan olsun...’ diye biten bir ant ile her Allah’ın gününe başlamak nasıl kuşaklar ortaya çıkarır dersiniz? *** Birkaç gündür Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun ön ayak olması ile ‘Andımız’ın değiştirilebileceği tartışması başladı. Tabii bu tartışmayı hemen ‘Türklüğü yok etmeye çalışmak’ zeminine çekmeye çalışanlar var. ‘Türklüğü yok etmek’ de yukarıda bahsetmeye çalıştığım öcülerden biri. *** ‘Türk varlığı’ nedir? Ona insan kendi varlığını nasıl armağan eder? Eğer kendi ile ilgili birinci tanımlama ‘Türk’ olmak ise (bakınız, Andımız birinci satır) o zaman Türk varlığı ile kasıt bizzat biz miyiz? Öyleyse kendi varlığımızı yine kendimize mi armağan edeceğiz? Ve biz kendimizi her şeyden önce milliyetimizle mi tanımlamalıyız? *** Çubukçu’nun önerisi en azından bu soruların cevabını düşünmek için bir vesile. Yeri geldiğinde tek tipleştirmek için kullanılan, yeri geldiğinde onun dışında kalan kümeyi canavarlaştıran bize özgü milliyetçilik anlayışını revize etmenin vakti çoktan gelmedi mi?
Akşam, 22 Mayıs 2009 |
Nagehan Alçı 23.05.2009 |