Basından Seçmeler |
BERBAT DİPLOMASÎ...
Başbakan Tayyip Erdoğan, Bakü’da Azerbaycan Parlamentosu’nda bol bol şiir okuyarak, başta İlham Aliyev, Azerbaycan kamuoyunun Türkiye’ye ilişkin “kuşkularını giderdi” ve “gönlünü aldı” belki ama Türkiye diplomasisini Kafkaslar’da batağa sapladı. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Berbat bir diplomasi örneği sergiledi. Türkiye’nin boyutları ve anlamı coğrafyasının çok ötesine geçen Kafkasya diplomasisini “İlham Aliyev ipoteği”ne bağladı. Başbakan’ın beş bakanı yanına alarak çıktığı “Bakü showu”nun arka planında, ABD ve Rusya’dan çok yakında bir “Karabağ çözümü güvencesi” almanın bilgisi ve rahatlığı yoksa, Tayyip Erdoğan beyanlarıyla Türkiye’yi diplomatik hareketsizliğe ve son yılların değişmesi gereken statükosunu mahkum etti. Olduğunu da sanmıyoruz, zira işler öyle yürümez ve yürümüyor. “Burada sebep sonuç ilişkisi söz konusu” dedi Bakü’de; “Karabağ bir sebep. Ermenistan ile kapının kapanması oradaki işgalin bir neticesi. İşgal ortadan kalkmadığı sürece kapının açılması söz konusu değil. Bunu kim söylüyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı söylüyor. Bundan daha garantili bir ifade olabilir mi?” Bence asıl soru bu sözleri “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı”na kim söyletiyor? Zira, Karabağ sorunu ve Türkiye-Ermenistan sınır kapısının kapatılmasıyla ilgili kronolojiyi bilen hiç kimse, Tayyip Erdoğan’a bu sözleri böyle söyletemez. Acaba kendi kafasına göre mi takılıyor? *** Türkiye-Ermenistan sınır kapısının kapatılmasının, Karabağ’ın Ermenilerin hakimiyeti altına girmesiyle birebir bağlantısı yok. Sınır, 1993 yılında Karabağ çevresindeki Azerbaycan topraklarının (5 reyon ve 2 reyonunun bir bölümü) Ermeni işgali altına girmesi üzerine kapatıldı. Karabağ’da Ermeni kontrolü 1992’de Hocalı katliâmı ve Şuşa’nın düşmesi üzerine tümüyle, etnik temizlikle birlikte, sağlanmıştı; sınır o tarihte açıktı ve açık kaldı. Karabağ sorununun yakın tarihçesi sınırın kapatılmasının hayli öncesinde. Dağlık Karabağ, Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti içinde bir “özerk bölge” idi. 1989’da yapılan sayıma göre nüfusunun yüzde 76.9’u (145,500) Ermeni, yüzde 21.5’i (40,700) Azeri idi. 1989 Aralık ayında Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti ile Dağlık Karabağ Bölgesi Sovyeti “Dağlık Karabağ’ın Ermenistan ile yeniden birleşmesi” başlıklı bir karar aldılar. Dikkat, daha Sovyetler Birliği zamanı. Bu karar, tabii Azerbaycan tarafından kabul edilmedi. 1988 yılında Karabağ üzerindeki çekişmeden ötürü her iki ülkede karşılıklı etnik temizlik hareketleriyle başlayan sorun ağırlaştı. Azerbaycan, 30 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan etti. 2 Eylül 1991’de ise yani Azerbaycan’ın bağımsızlığından üç gün sonra Ermeniler de “Yukarı Karabağ Cumhuriyeti”nin Azerbaycan’dan bağımsızlığını ilan ettiler. Yukarı Karabağ sorunu sanıldığından çok daha girift bir sorun. Yukarı Karabağ çevresindeki Azerbaycan toprakları ise askeri gerekçeler ve diplomatik koz elde etmek için (Rusların desteğindeki) Ermeniler tarafından adım adım işgal edildi. Bu toprakların yüzölçümü 7409 kilometre kare. Yukarı Karabağ ile birlikte 11,722 kilometre kare ve Azerbaycan topraklarının yüzde 13.4’ü yapıyor. Türkiye-Ermenistan arasında “normalleşme” amacıyla iki yıl aşkın bir süredir İsviçre arabulucuğunda sürdürülen görüşmelerde, Karabağ, tıpkı soykırım konusu gibi bir “ön şart” olmamış; buna karşılık “normalleşme” ile Karabağ konusundaki ilerleme arasında “paralellik”ten söz edilmişti. Bu, zımnen, Azerbaycan ile Ermenistan’ın Karabağ çevresindeki topraklardan çekilme takvimi ve daha önce defalarca yazdığımız gibi “Karabağ’a İlişkin Çözüm İlkeleri” mutabakatının altına imza atıldığı vakit, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını ifade ediyordu. Tayyip Erdoğan, sınırın açılması konusunda kendisini Karabağ’da “işgalin kalkması”na bağladı ki, Karabağ’ın nihai statüsü çok uzun süre askıda kalabilecek cinsten olduğu için, Başbakan’ın böylesine bir angajmanı Ermenistan normalleşmesinin görünür bir gelecekte imkânsızlığı ile eş anlama gelir. Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin “diplomatik ipleri”ni İlham Aliyev’in ellerine teslim etmiştir. İlham Aliyev ise “Değerli kardeşimin sözleri en değerli cevaptır. Cevabına minnetarım. Bundan daha açık bir cevap olamaz” diyerek, Türkiye’yi ipotek altına almaktan duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. İlham Aliyev’in babası Haydar Aliyev ile Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan, 2001’de ABD’nin Küba’ya en yakın noktası olan Key West adasındaki müzakerelerde çözüme milim kalana dek yaklaşmışlardı. Haydar Aliyev’in çözüm modalitesi “paket çözüm” idi. İlham Aliyev, 2003’te iş başına geçtikten sonra, babasının çözüm rotasını da terketmiş, “paket çözüm”den “adım adım” denebilecek bir çözüm yoluna girmiştir. Sadece 2003-2005 arasında Koçaryan ile 5 kez görüştü. Son bir yıl içinde Sarkisyan’la 3 kez. Tayyip Erdoğan Kafkasya’da ve Kafkasya üzerinden uluslararası sahnede Türkiye’ye yol aldırmak için, bundan böyle, İlham Aliyev’in keyfine tabi olacak. Bakü’nün hasadı budur. *** “Bakü showu”nun muhtemelen en can sıkıcı yönü, Türkiye’nin sorun çözme yeteneksizliğinin bir kez daha sergilenmiş olmasıdır. Heybeliada Ruhban Okulu sorununu 1973’ten beri çözemiyor. Kıbrıs sorununda “çözümsüzlük en iyi çözüm” politikasından tam 30 yıl sonra vazgeçti, orada da kendisini limanlar konusunda kilitledi. Kürt sorunu, malum. Ermenistan’la sınır açılması bile Kafdağı’nın ardında. “Bir millet iki devlet” demagojisinin yol açtığı hasarlardan biri bu. Bu bir demagoji çünkü sormak gerekir: Niçin “Bir millet üç devlet” değil? Türk milleti Azerbaycan milleti ile aynı millet ise, İran’ın yüzde 25’i, başkenti Tahran’ın yüzde 30-35’i Azeri. Azerbaycan’daki Azeriden fazlası İran’da yaşıyor. Kürtleri ne yapacağız? Kürtler de “bir millet” ise, “bir millet dört millet” diye, Türkiye-Irak-İran-Suriye’den söz etmemiz gerekir. Ya da geçenlerde basında yansıdığı gibi, madem Türkiye ile Azerbaycan “bir millet-iki devlet” ve Türkiye’nin “üniter yapısı” tartışma dışı, o takdirde “iki millet-bir devlet” ilkesi kabul edilse de Kürt sorunu çözülse fena mı olur? Neyse, Baku’da Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin kendi kalesine attığı “diplomasi golü” nasıl çıkacak? Hep birlikte izleyeceğiz...
Cengiz Çandar Referans, 15 Mayıs 2009 |
16.05.2009 |
Batı’nın medeniyet krizi
Küresel krizin ciddi bir analizi açıkça gösteriyor ki, Batı, dünyaya kendine ait olduğu iddiasıyla takdim ettiği ve ilk başlarda uyduğu bütün değer ve ilkelere ihanet etmiş. Bunların başında demokrasi ve insan hakları geliyor. Her gün yeni bir ürünün kurgulanıp, piyasaya sürüldüğü ve göz boyayan reklam kampanyalarıyla kitleler için ihtiyaç haline sokulduğu bir düzende, doğal olarak ekonomi, toplumu ve devleti etkileyen bir numaralı faktör oldu. Demokrasi, kısaca halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Halbuki özellikle son 30 yılın uygulamasında, insanlara kullanacakları (tüketecekleri) mal ve hizmetin seçiminde serbesti tanınmıyor. Görünüşte isteyen istediğini alsın havası çalınsa da, fiiliyatta uluslararası şirketlerin sunmayı uygun gördüğü ürünlerin dışına çıkmak mümkün olmuyor. Güya rekabete dayanan piyasa ekonomisinde, dev şirketler devlet aygıtına sızıyor, istedikleri yasayı çıkarttırıyor, en azından işlerine gelmeyen yasaların çıkmasını engelleyebiliyor. Düşünün ki, ABD’nin bir beynelmilel firmasının cirosu, G20 hariç, tüm ülkelerin gayri safi milli hasılasından daha büyük. (...)Zaten, Batılı teorisyenler, şirketlere tek hedef olarak kâr azamileştirmesini göstermiyor mu? Cumhuriyetçilerin % 30, demokratların ise % 60 oranında Yahudi sermayesi tarafından fonlandığı ABD’de Başkan, değişim sloganıyla siyaset yapsa da, ülkesinde ve dünyada daha ahlaki bir düzeni doğuracak köklü reformları gerçekleştirebilir mi? Bankaların zorla mortgage borçlusu yaptıkları kimselerin üzerine haciz yağmuruyla gitmeleri insan hakları konusunda Batı’nın sanıldığı kadar özenli olmadığını ispatlıyor. (...)Ortak akıl kavramını kâğıt üzerinde keşfeden Amerikalı ve Avrupalılar, şirketin tek yetkilisi demek olan CEO sistemiyle kontrol, danışma ve müşterek karar mekanizmalarını yerle bir etti. Bunların yerine, tek adamın diktatörlüğüne dayanan bir yönetim tarzını benimsediler. Halbuki Üstad Bediüzzaman’ın çok üzerinde durduğu meşveret (danışma) mefhumunu kurumsallaştırsalardı, dev gibi şirketleri bu krizde paçavraya dönmezdi. Zengin ile fakir arasında sağlıklı bir köprü görevi yapan zekat ve sadaka, Batılıların bir türlü işine gelmedi. Maddi gücü paylaşma konusunda, kapitalizmle uyumu yeğleyen Kilise de zekat ve sadakayı sadece fonlar kendisine doğru aktığı ölçüde benimsedi. Pazar payı kavramını aşırı abartarak, başarının diğer şirketleri ortadan kaldırmakla mümkün olacağı şeklinde bir vahşi anlayışı çalışma kültürüne soktu. Aynı şirket içinde dahi, yıkıcı rekabetin gerekliliğine inandılar ve insanın sosyal ve psikolojik bir varlık olduğunu, duygulara sahip olduğunu ve onun fıtratındaki olumlu noktalara hitap ederek, daha kolay motive olacağını anlayamadılar. Şirketlerdeki duygusuzluk ve bencilliğe dayalı uygulamalar, tüketiciye de yansıdı. Müşteri sadakati denen güzel söz, tarihe karıştı. Satıcı ile müşteriden hangisi yekdiğerini zayıf durumda yakalarsa, ondan acımasızca yararlanmayı marifet saydı, sayıyor. Oyun teorisi gibi iddialı ama sadece yüzeysel akla hitap eden yaklaşımları, doğruluğu ispatlanamasa bile yücelttikçe yücelttiler. Böylece, her olayda kişinin ancak başkalarına zarar vermek suretiyle menfaatini koruyabileceği inancını yaydılar. Batı medeniyeti, bizim tarafımızdan da taklit edilen eğitim kurumlarında, gençlere insanın kendi bacakları üzerinde durabilmesini, çok büyük fazilet olarak öğretiyor. İşbirliği ve yardımlaşma, güçsüze destek olma, kendinden zayıflara merhamet gibi insani yaklaşımların zaaf olduğunu, güç ile faziletin neredeyse eşanlamlı sözcükler olduğunu anlatıyor. “Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir” diyen İslam’a kulak asmayıp, komşuluk kavramını tümüyle reddetti. Batı medeniyeti, medeniyetsizliği körükleyen görüş ve uygulamalarıyla, inşallah yerini İslam medeniyetine bırakma sürecine girmek üzere. Sami Uslu Zaman, 15 Mayıs 2009 |
16.05.2009 |
Yargı, bağımsızlık ve tarafsızlık
TESEV, Mithat Sancar ve Eylem Ümit Atılgan’a, “Demokratikleşme sürecinde hâkimler ve savcılar”la ilgili bir çalışma yaptırttı. Araştırmanın içinden seçtiğimiz bazı önemli noktaları sizlerle paylaşıyorum. Yargı mensuplarını birey olarak ele almaya, ardındaki insanı öne çıkarmaya, tanımaya ve tanıtmaya yönelik çalışmalar, “yargı sosyolojisi” adını alıyor. - ÇOĞU, ALT-ORTA GELİR GRUBUNDAN: Görüşülen hâkim ve savcıların 3’te 2’sinin köy ve kasaba kökenli olduğunu bu çalışma ortaya koyuyor. Meselâ görüşülenlerden biri şöyle diyor: “Hiçbir şehirli çocuğu, bu kahrı, bu stresi çekmez. Köylü çocuğu bir an önce gelir getiren bir işe girmek zorunda...” “Hâkim ve savcıların alt ve orta gelir gruplarından gelmesi ve yarınlarına güvenle bakamaması, onların sürekli el altında bulundurulmasına yarıyor.” “28 Şubat’ta brifing aldı yargı mensupları. Bu tavır, sadece 28 Şubat’la sınırlı değil. Egemen güç, hâkim ve savcıların bu sosyo-ekonomik durumlarını, içinde buldukları psikolojik ortamı bildiği için bundan istifade ediyor. Çağırmasalar bile, bunlar çoğunlukla kendileri gider, ‘Efendim bir emriniz var mı?’ diye sorarlar. Bu sistem, itaatkâr hâkim ve savcı üretiyor.” * DEVLET MENFAATİ ÖN PLANDA: Hâkim ve savcılar, meslek hayatlarının ortalama ilk 10 yılını özellikle küçük yerlerde, dar bir ilişki çerçevesinde geçiriyor. Kaymakam, Jandarma komutanı, Emniyet amiri, yani üst düzey bürokratlarla sosyal münasebet kuruyor. “Yerli halkla ilişkilerde araya mesafe koyuyoruz. Yaptığımız görev itibariyle mecburen samimi olamıyoruz.” Hâkim ve savcılar, yeni işe başladıklarında, uzun süre, küçük yörelerde yaşamak mecburiyetinde kaldıklarından ve genelde o yerlerdeki devlet erkânıyla ilişki içine girdiklerinden, dışarıdan “devletin temsilcisi” olarak algılanıyorlar, kendilerini de, devlete hizmetle yükümlü görüyorlar. İşte bu yüzden, hâkimler, “adalet” yerine “devletin menfaatini” ön planda tutabiliyor. *** Türkiye’de, sürekli, “yargı bağımsızlığı” üzerinde duruluyor. Oysa yargıç, hukuk kurallarını uygularken, kendi ideolojisi ve inançlarıyla da yabancılaşması ve objektif bir tavır sergilemesi gerekir. Siyasi iktidara karşı bağımsızlık sağlansa dahi, yetiştiği ortam ve sosyo-kültürel çevresi, “tarafsız” davranmasını olumsuz etkileyebiliyor. Oysa hâkimler ve savcılar açısından, “bağımsızlık” kadar “tarafsızlık” da önemli.
Nazlı Ilıcak Sabah, 15 Mayıs 2009 |
16.05.2009 |
Büst kıran inek
Gülsüm isimli o sempatik ineği hatırlıyor musunuz? Hani Atatürk’ün büstünü kırmıştı da sahibi korkudan onu “sürgüne” göndermişti. Meşhur oldu hani... Eskiden sütü altı liraya satılırken şimdi on beş liraya satılıyormuş. Gülsüm şöhrete erişince fiyatı da artmış. Allah'tan inekler para işinden anlamaz yoksa bütün inekler heykelleri kırmaya başlardı. Bence, Gülsüm olayı bize önemli bir şey gösterdi. “Heykel kıranın fiyatı artar” değil gösterdiği. Bu ülkenin insanlarının nasıl korkuyla yaşadıklarını gördük onun sayesinde. Düşünsenize, Gülsüm’ün sahibi, “inek büstü kırdı” diye korkuya kapılıyor. İneğini oradan kaçırıyor. Herhalde kurşuna dizeceklerini falan sandı. Böyle bir dehşet ancak vahşi diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde yaşanır. Bu devlet nasıl bir korku salmış vatandaşının yüreğine... Ve, nasıl bir Atatürk tabusu yaratmış. Zaten bu kelimelerin ikisi de “kutsal” kelimeler burada. Devlet ve Atatürk. Anayasamızın girişinde bile Atatürk’ün adı var. Onun “ilke ve inkılapları” bu ülkeye yön veriyor. Nasıl bir yön bu? İnsanların “eyvah ineğim Atatürk büstünü kırdı” deyip zavallı hayvanını uzaklara kaçırdığı bir yön. Bana sorarsanız, pek övünülecek bir yön değil. Ama bu, yaşadıklarımızın en hoş ve masum olanı. O “kutsal” kelimelerin arkasında asıl büyük bir terör saklı. Birkaç gündür “Yeşil” isimli bir adamın adı manşetlerde dolaşıyor. Kim bu adam? Bir katil. Kimin için çalışıyor? Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda kurulmuş bu “devlet” için çalışıyor. Hem MİT’in hem de JİTEM’in adamı. İstihbarat örgütünün ve ordunun görevlisi. Bu iki kuruluş da “Atatürkçü” kuruluşlar. Peki, bu Atatürkçü kuruluşların “görevlisi” neler yapıyor? Dün Hürriyet gazetesi, Susurluk Raporu’na geçmiş olan bir konuşmanın bir bölümünü yayımladı. Biz de bugün o konuşmanın tamamını yayımlıyoruz. Atatürkçü devletimizin “görevlisi” bir kaçakçıyla konuşuyor. Kaçakçı fevkalade saygılı ve sinmiş bir halde. Ben, o kaçakçının tonundan onu o bölgedeki sıradan bir hayvan kaçakçısı gibi bir şey sandım. Bir baktık... O ürkek kaçakçı, dünya çapında bir uyuşturucu kaçakçısı, Belçikalılar Alaattin Çakıcı’yı yakaladıklarında ilk o kaçakçının adını sormuşlar. Üstelik kaçakçı, silah oyunlarına da bulaşmış bir adam iddialara göre. TEM yolunda önü kesilip içindekilerin kurşuna dizildiği bir olayın azmettiricisi olduğu söyleniyor. Öyle kolay korkacak biri değil anlayacağınız ama Yeşil’in karşısında ezildikçe eziliyor. Özellikle bir cümlesi çok dikkatimi çekti. “Benim devlete karşı bir şeyim yoktur.” Kaçakçı, “devlet düşmanı” olmadığını sadece “uyuşturucu kaçırdığını” söylüyor. Devlet düşmanı değilsen her şey serbest. Zaten “devleti temsilen” konuşan Yeşil de aynen böyle söylüyor. “Ben sana yapma demiyorum” diyor, “köküne kadar yap ama bizi de gör, tek başına yeme paraları.” Al sana Atatürkçü devletin, Atatürkçü ordusunun güzide elemanı. Yeşil, “paraları tek başına yiyen ve görevlilere yedirmeyen” kaçakçıyı “kazığa oturtacakmış” ama Zafer isimli biri girmiş araya. Zafer de önemli biri anlaşılan. Kaçakçıyı sadece Yeşil’in hışmından korumamış, bir ara hapse girdiğinde “tahliyesini” de sağlamış. Atatürkçü devletin Atatürkçü yargısına Zafer gidiyor ve “kaçakçıyı bırakın” diyor, onlar da bırakıyorlar. Bu anlattığım konuşmalar resmî tutanaklardan. Yeşil’i dinleyip bu konuşmaları kaydetmişler. Ne yapmışlar peki? Hiçbir şey. Niye bir şey yapsınlar ki? Yeşil devlet düşmanı mı? Yoo, o sadece adam öldürüyor, haraç alıyor, uyuşturucu trafiğine yön veriyor, diğer görevlilerin rüşvet almasını sağlıyor. Ve Atatürkçü devletimize hizmet ediyor. Siz, bu devletin anayasasına Atatürk’ün adını yazıyorsunuz. Her lafın başında “Atatürk ilke ve inkılapları” diyorsunuz. Sonra da bu Atatürkçü devletin “görevlisi”, kaçakçılara “daha çok uyuşturucu kaçır ama bize de para ver” diyor. Burada devlet diye bir şey yok. Burada Atatürkçülük diye bir şey de yok. Burada, ineği büstü kıran köylülerin ödünü patlatan ve katilleri “görevli” olarak çalıştıran bir ucube örgüt var. Bunca ölüm, bunca acı, bunca felaket de bu ucubenin saçmalıkları yüzünden yaşanıyor zaten. Ahmet Altan, Taraf, 15 Mayıs 2009 |
16.05.2009 |
Avrasyalardan medet umanlar
Kendini Atatürkçü zanneden birileri bana soruyor ve anlamıyor bazen: ”Niye Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğini sonuna kadar savunuyorum?“ diye... Hâlâ anlamayanlara ben acırım... Bu demokrasi müktesebatını, bu topluma hafif zorla kabul ettirebilecek tek organ Avrupa Birliği de ondan... Avrupa Birliği’ni ve Birleşmiş Milletler Bildirgeleri’ni almayıp da neyi referans alacağız acaba?.. Avrasya’lardan medet uman arkadaşlar, demokrasiye inanmadıkları için mi, yoksa saftirik oldukları için mi böyle davranıyorlar hâlâ anlayabilmiş değilim? Reha Muhtar, Vatan 15 Mayıs 2009 |
16.05.2009 |