14 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

İyiliği öğreten kimseye denizlerdeki balıklara varıncaya kadar bütün yaratıklar duâ eder.

Câmiü's-Sağîr, No: 2147

14.05.2009


İnşaallah, o Ahrarlar istibdâd-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesîle olacaklar

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.

Emirdağ Lâhikası, s. 387

***

Evet, Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar(Hâşiye) o istibdadı kıracak, mâsum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risâle-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.

Emirdağ Lâhikası, s. 140

***

Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmete muvaffakiyetlerine duâ ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki, bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risâle-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler, bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 423

***

Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.

Emirdağ Lâhikası, s. 271

Hâşiye: Demokrat çıktı, bir derece kırdı.

Lügatçe:

İstibdâd-ı mutlak: Tam bir istibdat, mutlak diktatörlük.

hürriyet-i şer’iye: Şeriatın tarif ettiği hürriyet.

hamiyet: Karşılıksız, fedakârca hizmet etmek.

vaziyet-i kudsiye: Kudsî vaziyet.

çâre-i yegâne: Tek çare

nokta-i istinad: Dayanak noktası

14.05.2009


Külliyatı 50 kez yazdım

Ali İhsan Tola Ağabeyle vefatından önce yapılan son röportaj

Ali İhsan Tola ağabeyin vefatı münasebetiyle daha önce yayınlanan röportajını tekrar yayınlıyoruz.

Geçen günlerde Barla turuna çıkmıştık. Yeni Asya Sosyal Tesislerinde Mehmet Kutlular Ağabeyin sohbetiyle “Esmâü’l-Hüsnâ”nın sırlarını 24. Söz’de aramış, geriye nurlu anekdotlar bırakmıştık.

Barla’nın mânevî havasından kabiliyetimiz nisbetinde istifade edip, Senirkent’te ikamet eden Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden olan Ali İhsan Tola Ağabeyle görüşmeye karar verdik. Senirkent’e vardığımızda Tola Eczanesine uğrayarak Ali İhsan Ağabeyi ziyaret edip edemeyeceğimizi sorduk. Ali İhsan Ağabey sadece rahatsız olduğu zamanlar kapıyı açmıyormuş. “Eğer 1-2 dk. içerisinde kapıyı açmazsa fazla da ısrar etmeyin” cevabını aldık.

Ali İhsan Ağabeyin evi sesten rahatsız olmayacağı bir yerde mütevazı bir görünüşe sahip… Eve vardığımızda kapı sonuna kadar açıktı. Ali İhsan Ağabey evin sokağa bakan penceresinin kenarında oturuyordu. Bir şeyler yazıyordu (sonradan anladık ki Risâle-i Nur yazıyormuş). Bizi görünce yazdığı kâğıdı bir yere koymuş olacak ki hattını göremedik. Selâmımızı verip içeri girdik. Kimsenin soru sormadığını görünce bir soruyla konuşturmak istedim:

“Bediüzzaman Hazretleriyle bire bir görüştünüz. Görüşmelerinizden bize tavsiye olarak aktarabileceğiniz hatıralarınız var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?”

Ali Ağabeyin sesini duyabilmek için yanına kadar gelmeniz ve pür dikkat dinlemeniz gerekiyor. Sorduğum soruyla çok muhatap olmuş ki, hafif celâlli bir ifadeyle “Ne keyfiyetsiz bir soru… Hatıra! Hatıra! Hatıra!” dedikten sonra “Bediüzzaman’dan hatıra isteyen Risâle-i Nur okusun. Bediüzzaman’ın en büyük hatırası Risâle-i Nur’dur” şeklinde cevap verdi. Bir anda neye uğradığımı şaşırmış. Neler soracağımı düşünmeye başlamıştım. Sanki beynim bir anda durmuştu…

Kimseden ses çıkmayınca Ali Ağabey devam etti: “Risâle-i Nur’da her meseleyi hallettiniz, aklınıza takılan bir yer kalmadı da, hatıra mı istiyorsunuz?” dedi. Biz de bunun mümkün olmadığını belirttik. Bize “Bir mesele de takıldıysanız ona yardımcı olayım” şeklinde mukabele etti. Hepimiz zihnimizde Risâle-i Nur konularını taramaya koyulduk.

İlk soru babamdan geldi: “İmam-ı Mübin - Kitab-ı Mübîn - Kur’ân kitabı - Kâinat kitabı tariflerini” açıklamasını istedi. Cevap birçok konuyu beraberinde getirmişti. Konudan konuya atlıyor, temâşâ âlemimizde yeni ufuklar açılıyordu. “Bir dut ağacı (evinin önünde duruyor)… Sana altmış fakülteyi bitirmiş desem, bana ne dersin?” şeklinde sordu. (Sohbetimiz boyunca bütün soruları bana yöneltiyordu. Gerek en yakınında olmamdan, gerek de içlerinde en küçük yaşta bulunduğumdan dolayı olsa gerek). Sorulara pek cevap vermiyor, kendisinin cevaplamasını istediğimi belirtmek mahiyetinde kafamı öne eğiyordum. “Benim bulduğum altmış fakülte bunlar…” diyerek ilâve etti. Mânâ itibariyle şöyle cevap verdi:

“Bakın, bir dut ağacı çamur yiyiyor, güneşten gelen ışığı emiyor, ayırıyor, sudan gelen mineralleri alıyor. Şeker gibi bir meyve veriyor. Şimdi, bunları ayrı ayrı alırken protonlarını, nötronlarını, elektronlarını birbirinden ayırıyor, kendisinin işine yarayacak atomlar haline getirmiyor mu? Şimdi desem ki, bu dut ağacı çok iyi bir Atom Mühendisidir. Ne dersin?”

Sohbet koyulaşmıştı. Ali İhsan Ağabey, ilmî bilgileri de vermeyi ihmal etmiyordu.

“Tanımadığı insanların vücuduna göre yiyecek veriyor. O zaman Gıda Mühendisliği Fakültesini de bitirmiş…”

Daha yazamadığım birçok bölümü de beraberinde açıklamıştı. Kimya, biyoloji, fizik, jeoloji vs…

Tabiat Risâlesini adeta bir dut ağacına sıkıştırmıştı.

“İşte, bu saydığım bütün olayları yapması için bunların programlanması gerekiyor. Yani çok iyi bir programcı gerekiyor… Bunların programlanması, yazılması, önceden belirlenmesi yani kader programı İmam-ı Mübîn’dir.

Dünyada en iyi programın, en iyi tohumun insan tohumu olan sperm olduğunu belirterek, “Kat kat büyülterek ancak görülen bir tohumda neler yazıldığına bakın…” şeklindeki cevabıyla kâinat kitabını okumaya ve okutturmaya başladı.

Diğer tarifleri de dut ağacı üzerinden verdikten sonra bana dönerek, hangi Risâleleri bitirdiğimi sordu. Ben de külliyatta belli bir sayıya ulaştığımı söylediğimde “Tamam… En çok okuduğun yeri aç ve oku” diyerek karşılık verdi. Bir anda heyecanlanmıştım. Çünkü ne kadar basit görünen bir yeri de açsam, derin bir soruyla karşı karşıya kalabilirdim. Nitekim elime bir kitap aldımsa da okumaya vakit kalmadı. Çünkü bu esnada bir soru yöneltmiştim: “Bediüzzaman’dan sonra bir zat gelmeyecek. Fakat ‘sonra gelecek o mübarek zat’ tarzında ifadeler kullanmasının hikmeti nedir?” Cevap olarak uzun bir açıklama veya en azından bir hatıra bekliyordum. Yalnız “Teşvik makamındadır kardeşim onlar. O büyük makama mazhar olmak için” demesi soruma cevap olmuştu.

Bu sefer Risâle-i Nur eserlerinde hatt-ı Kur’ân’dan Latin harflerine geçişte hataların olup olmadığını sorduk. Çünkü bazı neşriyatlarda bazı kelimeler değişiklik arz ediyordu. Soruyu üstüne alınmış olacak ki, kafasını bir müddet sağa sola salladıktan sonra “Hayır kardeşim. Ben on sene hatt-ı Kur’ân hizmetinde çalıştım. Bize temize çekilmesi için Risâleler gelir. Biz temize çeker, Üstada gönderir ve Üstad da eğer doğruysa tashih edildi işaretini koyardı. Tashih edildi işareti olmayanın bir keyfiyeti yoktur” şeklinde açıklamalar getirmişti.

Hatta bir keresinde Üstad, Hüsrev Ağabeyin Risâle-i Nur’da bir sayfanın yerini değiştirdiğini öğrenir… Bunu haber alınca Hüsrev Ağabeyin evine giderler. Üstad, Hüsrev Ağabeye misvağının yanında olmadığını söyleyerek, Hüsrev Ağabeyin misvağını ister. Hüsrev Ağabey misvağını getirip Üstad’a verdiğinde Bediüzzaman Hazretleri “Benim misvağım olsaydı daha iyi olurdu kardeşim” der. Bunun üzerine Hüsrev Ağabey hatasını anlayarak “Eyvah” der. Neticede risâlenin Ali İhsan Tola Ağabeylere gönderilmesiyle tekrar tashih edilmesi sağlanır.

Sohbet, artık neşir hizmetinin serencamıyla süslenmişti. Risâle-i Nur Külliyâtını elli sefer yazdığını belirten Ali Ağabey, risâlenin bir yerinde bir harf değişse, bunu fark edebileceğini ifade etmişti. Bir yandan dinliyor, bir yandan da kütüphanesini incelemeye koyuluyordum. Her neşriyat vardı hemen hemen… Kütüb-u Sitte, ansiklopediler ve diğer birçok kitap… Tam bir araştırma merkeziydi. İslâmiyetle ilgili her türlü bilginin alınabileceği kaynakları koymuş Ali Ağabey.

Yakın tarihimizden bahis açılmıştı. İlk emrin “Oku!” olduğunu söylerken, bizde ilkokula başlayanlara “Oku-ma kitabı” verildiğinden, muallimlerin adının “öğret-me-n” olarak değiştirildiğinden bahsetti. “Profesör” kelimesinin aslında “papaz” mânâsına geldiği, “dekan” kelimesinin “roman-katolik papaz”, “rektör” kelimesinin de “mıntıka papazı” anlamına geldiğine değindi. Bunların hepsine “üniversite” denilmesinin yanlış olduğu, İslâmiyette bu yerlere “Darü’l-Fünun” (fenlerin birleştiği yer) denilmesinin ne kadar uygun olduğunu belirtti.

Osmanlıca Risâle-i Nur’u hâlâ yazdığını söylemişti. Zaten dikkatimizi çeken en önemli faktör de sürekli bir şeylerle meşgul olmasıydı. Dinlenme ihtiyacını başka bir faaliyetle yerine getiriyordu. Yanımızda bulunan vakıf ağabeyin “Yazdığınız Risâlelerden yanınızda varsa görebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna “Yayınlanınca görürsün!” cevabı, simalarda tebessüme yol açtı. Hatta sohbetin bir yerinde “Kâinatta kaç element var?” şeklinde yönelttiği soruya “Bilinen en az 114” diyerek cevap verdiğim sırada, “Kur’ân’da…” şeklinde başlayıp, “neyse 114 olsun” diyerek devam etmişti. Kur’ân’da kaç element geçtiğini sormak aklımızdan geçti ama her şeyi keyfiyetle ölçtüğünden dolayı “Ne yapacaksınız?” sorusuyla muhatap olmaktan çekinmiştik. Zira her sorduğumuz soruya keyfiyet değerini vermeyi ihmâl etmiyordu. Sohbetimizin sonuna gelmiştik. Anlatamadığım birçok soruya cevaplar almış, Senirkent’ten ayrılmıştık. Mola verdiğimizde bir durum değerlenmesi yapıp, yorumlarda bulunduk.

(5.8.2008 tarihli Yeni Asya'da yayınlanmıştır)9

FURKAN DEMİR - furkandemir@nur

14.05.2009


Dereler çağlar oldu

İnsanların üstünde yaşadığı, ev bark, çoluk çocuk sahibi olduğu; yurt edindiği topraklara “vatan” denir. Bunun için çileler çekilir. Gerektiğinde uğruna can verilir, kan dökülür. Artık böylece insan, bir “çakıl taşından” bile vazgeçemez; varlığını, varlığına feda eder, çekinmez.

Vatan sevgisi de bir aşktır, tutkuların tutkusu…

Dereleriyle, çaylarıyla, dağlarıyla, bağlarıyla; kanat çırpan kuşlarıyla… Gönderdeki bayrağıyla vatan olmuş bu yerler.

Her karış toprağı “benliğim” olmuş, istifade edebildiğim her yer “benim” olmuş; ben de “millet” olmuşum. Çünkü: “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir.”1

Her derdiyle hemhâl olan insanlar vatanına bakmalı; yakmamalı, yıkmamalı. Her yıl yaz mevsimi geldiğinde ormanlarla beraber yürekler kavruluyor. Yüz yılda yetişen nice orman, yüz saatte yanıyor, kül oluyor. Yapmak zor, bozmak kolay! Yetiştirmek zor, yakmak ise bir kibritin ucunda.

Unutmadığım bir levhayı “Ilgaz Dağı”nın yamaçlarında görmüştüm bir zaman: “Buz gibi sular ne güzel çağlar” yazılıydı orada.

Şırıl şırıl su sesi, cıvıl cıvıl kuş sesi yerden keser ayağı, kanat takar insana.

Pırıl pırıl süzülürken dereler, çaylar, nehirler; bugün, yer yer mezbeleye döndüler. İnsan, bir tarafta vatanına canı veriyor; bir tarafta da, “Vatanına ruh veren” değerlerin canını alıyor. Çünkü tahribat kolay.

Bir ibret levhası!

1854 yılında kendisinden topraklarını satın almak isteyen o günün ABD Başkanı Franklin Pierce’e Kızılderili Reis Seattle’nin verdiği cevaba bakın: “Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden sular değildir; atalarımızın kanlarıdır aynı zamanda… Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz… Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açılırken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. İnsan bir su birikintisi etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların sesini duymadıkça, hayatın ne değeri olur?” sorusunu yönelttikten sonra, sözlerine, ruhunun derinliklerinden gelen şu cümleleri ekliyor:

“Çocuklarımıza havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmemiz gerekir. Hava nasıl kutsal olmasın ki! Atalarımız, doğdukları gün ilk nefesini bu havadan aldılar. Ölmeden önce son nefeslerini de bu havadan almazlar mı? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlıktan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün canlıların başına gelen yarın sizin başınıza gelir.”

Hürriyetin tablolaşmış tarifi!

Gülleri, çiçekleri, hercai menekşeleri koklamak ruha inşirah verir. Onları ezmek, bozmak, koparmak gönle hüznü zerk eder. “Gül, dalında güzeldir” derler. Varsın gülsün, gülümsesin yüzlere…

Canlardan, canlılardan kim ne ister bilmem ki! Zamansız, zeminsiz, mevsimsiz katle uğrar çoğu kez.

Deodorant püskürtünce, gökte “ozon” delinir. Egzozdan, egzoz gibi tüttürülen tütünden; fabrika bacalarından tütenden şikâyetçi cümle can. Nefes almaya, doya doya soluklanmaya neredeyse hasretiz.

Teneffüse gidilir fundalığa, ormana. Yenilir, içilir; atılır, saçılır; her yer olur mezbele. Bu vatanın neyi benim, hangi şeyler senindir? “Vatan, millet, sakarya”, yetmiyor hamasi sözler.

Dereleri, çayları, çağlayan ırmakları bedene can bilmeli; —Reis Seatle’nin deyişiyle—damardaki “kan” gibi görmeli.

Su, bu! Bütün dünya peşinde; damlasının israfı “kul hakkı”nı doğurur. Birçok ülke “su” diye “serap” görüyor; çatlamış dudaklara erişmiyor, ölüyor! Onu israf etmemek, kirletmemek, ziyan etmemek bir insanlık görevi. Yoksa, veren Rabbimiz kurutur kaynakları.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerimde: “Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”2 buyurmaktadır.

Evet, söyleyin bakalım! O vermezse, kim bir yudum su, kim bir lokma ekmek ve kim bir nefes sıhhat verebilir?

Âlemlerin Hâlıkı, baştan başa ülkeyi; çayırları, bayırları mescit eylemiş her yeri. Önce “şükrünü” eda etmek, sonra da “kadrini” bilmek gerekir.

Bizi milletimize katan, bu toprakları Yaratan, cennet gibi yurdumuzu bize eylemiş “vatan”.

Başı dumanlı dağlarından, çağlayan çaylarından, çakıl taşına kadar…

Dipnotlar:

1. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 88.

2. Mülk Sûresi, 30.

ALİ RIZA AYDIN - hocazade68@ho

14.05.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis