"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ermeni Meselesi bağlamında Münâzarât okumaları

Yusuf Sabri Şimşek
02 Eylül 2018, Pazar
Osmanlı Modernleşmesini kimi tarihçiler III. Selim’in Nizam-ı Cedid hareketinden, kimileri II. Mahmut’un ıslahatlarından, kimileri ise Tanzimat Fermanı’nın ilânından başlatırlar.

İlk iki sıradaki şıklar genellikle bir çırpınışın ve gerilemeyi durdurma çabasının sonuçlarını bünyesinde barındırır. Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun kuruluşu, matbaanın yaygınlaştırılma çabası, fes kanununun çıkartılması ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması 1 hep türdeş olaylar zinciridir. Tam da bu yıllara yani 19. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde Fransız İhtilâlinin sonuçları diğer bütün imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı’da da görülmeye başlanmıştı. 

Yunanistan’ın Osmanlı’dan toprak koparma hamlesi başarılı olmuştu. Belki de bütün bu parametreler sebebiyle Osmanlı’nın kabiliyetli ve özgüveni yüksek devlet adamları bir çözüm arayışına girmişlerdi.

Sadık Rıfat Paşa ve Tanzimat Fermanı ile Gelen İlk Vatandaşlık Hakları

Sadık Rıfat Paşa deneyimli bir devlet adamı olarak birçok önemli görevde bulunduktan sonra Tanzimat Fermanı’nın hemen öncesine rastlayan yıllarda Avusturya büyükelçiliği görevinde bulunuyordu. Görevi sırasında Avrupa ilerlemesini ve siyasî teşkilâtlanmasını yakından gözlemleme fırsatı bulmuş olduğundan, bu deneyimlerini bir dizi lâyiha halinde dönemin kudretli sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’ya göndermiştir. Daha sonraki yıllarda bu ikili arasındaki ilişki daha da artacak ve Sadık Rıfat Paşa Tanzimat bürokrasisinde önemli bir yer alacaktı. Lâyihalarında özellikle vatandaşlık hakları, insan hak ve hürriyetleri, insanların doğuştan getirdiği haklar, askerliğin belli bir süreye tabi olması, bürokrasinin sabit yani iktidarlarla değişen bir yapıda olmaması gibi birçok konu üzerinde fikir beyan etmiş ve Osmanlı Devleti’nin gelecek yüzyılında bu fikirler ciddî şekilde etkili olmuştur. II. Mahmut’tan sonra tahta geçen Abdülmecid döneminde 1839’da Tanzimat Fermanı ilân edilmiştir. Tanzimat Fermanı neden önemlidir? Çünkü ilk defa Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlar artık “padişahın kulları” değillerdir. Onurlu ve insanca yaşama gayretinde olan ve mülkiyet, hukuk, adalet gibi en temel insan haklarının teminat altına alındığı yeni bir sistemin vatandaşları olmanın ilk adımını atmışlardı. Aslında bu bize Osmanlı entegrasyonunun ne denli hızlı işlediğini göstermektedir. Ancak bütün bunların dışında yeni olan bir şey daha vardır. O da “Millet Nizamnameleri”nin hazırlanmaya başladığı tarih olması.

Millet Nizamnameleri ve Nizamname-i Millet-i Ermeniyan

1863 yılına gelindiğinde azınlıklar meselesi devlet içerisinde hiç azımsanamayacak kadar önemli bir yer işgal ediyordu. Zira Osmanlı Devleti’nin nüfusunun yaklaşık % 35’lik kısmını gayri-i Müslimler oluşturuyordu. Ayrıca Avrupa’nın büyük güçleri sürekli bu mesele üzerinden Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma ve kapitülasyonlar kazanma eğilimindeydiler. Millet nizamnameleri Osmanlı toplumunu din temelinde sınıflandırmıştı. Meselâ Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler,

Maruniler vs. gibi milletler kilise çatısı altında ayrı ayrı olmak üzere birleştirilmişlerdi. Bu durum da, daha öncesinde farklı ihtilâflar sebebiyle birleşemeyen bu azınlıkları dağınık olmalarına rağmen birleştirmişti. Bu milletlerin ülke içerisindeki yapısı “particular” iken “ekümenik” haline geliyor yani tikelden tümele doğru bir izleyiş söz konusu oluyordu. Zaten büyük ölçüde ticareti ve sanatı elinde bulunduran ve Avrupa devletleri içerisinde nüfuzlu insanlara sahip olan bu azınlıklar bir de askerlik yapmayınca, nüfusları hızla artmıştır. Bediüzzaman Said Nursî bu konuya temasla “Ona bedelen (Gayr-i Müslimlerin) çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik servet ve nesilce aşağıya düştük”2 demiştir. Ayrıca başka bir yerde “eğer böyle gitse idi (askerlik ve memurluk sadece Müslümanlara has kalsa idi) bizde elden giderdik”3 sözüyle bu konuya ikinci bir temas etmiştir. Bütün bu durumlara bir de 1859 yılında çıkarılan ve özel mülkiyetin temelini atan “Arazi Nizamnamesi” eklenince, özel mülkiyet ve topraklarla güçlenen azınlıklar ülke içerisinde adeta imtiyazlı bir hale gelmiştir. Bütün bunların dışında bir de hukuk konusunda yani mahkemelerle alâkalı Tanzimat’ın getirdiği düzenlemelerle karşı karşıya kalan toplumun kafası hayli karışmıştır. Bunun başlıca sebebi ise ıslâhatların sürekli “tepeden inmeci” şekilde yapılması yani milletin temsilcilerinin veya aydınlarının bu konuları etraflıca tartışmadan Avrupalı büyük güçlerin baskısı veya özentisiyle ortaya çıkmasıdır. Halbuki bu kanunlar fıtrî olan ve iç dinamikleriyle ortaya çıkan bir süreçte oluşsa idi durum çok daha farklı olabilirdi. Nitekim ne askerlik meselesi çözülebilmiş ve azınlıklar askere alınabilmiş ne de mahkemeler oturtulabilmişti. Askerlik sorununu çözmek için Müslüman olmayanlardan alınan “cizyenin” yerine bedelli askerlik4 getirilmiş, muhakeme sorunu içinse “karma mahkemeler” teşkil edilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, bu muhakeme ve vatandaşlık sorununa çözüm olarak Müslümanların “şeref noktasında değil hukuk önünde eşit olma” meselesini çözümlemeye çalışmış ve buna verdiği örnek te “Hz. Ali’nin bir sıradan bir Yahudi ile ve Selahaddin Eyyubi’nin miskin bir Hıristiyan ile muhakemesini” örnek göstermiştir. 5

Kısacası, Tanzimat ile birlikte yeni bir döneme girilmiş ve artık vatandaşlık temelinde birleşmesi gereken, ancak sürecin bunun tam tersi bir yöne geliştiği ülke içi milletler ve Müslümanlar arasında gizli bir mücadele başlamıştı. Yaklaşık bin yıldır beraber yaşayan bu topluluklar bir çok farklı sebeple artık ayrışıyorlardı.

Ermeni olaylarının başlaması ve olaylara Batı müdahalesi

Sultan II. Abdülhamid’in 6 saltanatı yılları Ermeni meselesinin de farklı boyutlar kazanmaya başladığı yıllara denk gelir. Zaten saltanata geçtiği yıllarda birçok sorunla karşı karşıya kalan II. Abdülhamid, bir yandan devletin imajını Avrupa nezdinde değiştirmeye çalışırken 7 bir yandan da yeni bazı olayların üstesinden gelme derdindeydi. Bunların başında “Ermeni meselesi” gelmekteydi hiç şüphesiz. 1880’li yıllarda kurulan Hınçak ve Taşnak gibi sosyalist eğilimli komiteler ABD’de Evangelistler ve İsviçre misyonerleri tarafından tutuluyorlardı. Ayrıca 1892’de İngiltere’de Avam Kamarası’na hükmeden Gladstone gibilerde Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü artık sağlamak istemediklerinden olsa gerek Ermeni komitelerine destek sağlıyorlardı. 1890’lı yılların başında Avrupa kamuoyunda propaganda faaliyetlerine başlayan bu komiteler, özellikle 93 Harbi’nin sonunda imzalanan Berlin Anlaşması’nın öngördüğü ıslahatların özellikle Ermenilerin yaşadığı doğu vilayetlerinde başlatılmasını isterler. 

İlk önce Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi’ni işgal eden militanların faaliyetleri, patriği elinde dilekçeyle Yıldız Sarayı’na götürmeye zorlamayla devam eder. Bu durum Osmanlı payitahtında ilk defa meydana gelen bir olay olarak tarihe geçmişti.

Hamidiye Alayları ve Ermeniler

II. Abdülhamid kendisini Ermenilere karşı önyargılı olmakla suçlayanlara karşı devlette yüksek görevlere getirdiği Ermenilerin isimlerini sayarak cevap vermiştir. Meselâ, Hazine-i Hassa bakanları Agop ve Portakal Paşalar, Hariciye Nazırı Artin Paşa, Adliye Nezareti’nde Vahan Efendi…

Ancak bütün bu girişimlere karşı olaylar dinmemiştir. İlk büyük hadise iki misyonerin tutuklanması sonrasında Merzifon’da meydana gelmişti. Ancak bundan daha büyük olan bir hadise vardır ki bütün diğer büyük olaylar zincirinin başlangıcını temsil eder: Sason Olayları.

Hamidiye Alayları’nın kurulmasından sonra doğu vilayetlerinde istikrar ve güvenlik açısından ilerleme katedileceği planlanmıştı. Bu yolda da önemli çabalar vardı. Aynı zamanda bölgede yoğun bir şekilde var olan Kürtlerin medeniyete entegre edilmesi, büyük emirliklerin yıkılışından sonra ortaya çıkan küçük aşiretlerin özellikle birbirlerine verdikleri sıkıntıların giderilmesi ve aynı zamanda Rus tehdidine karşı sınır boylarında güvenliğin tesis edilmesi gibi şeyler amaçlanmıştı. Bunların bir kısmında başarılı olunmuştu da. Ne var ki 1890’ların sonlarına gelindiğinde II. Abdülhamid kendisini iki şey arasında tercihte bırakan zor bir konuyla karşı karşıya bulmuştu. Doğuda Ermeniler mi desteklenecek? Yoksa bunlara karşı Kürtler mi? bu sorunun cevabını vermek kendisi için hiç de kolay olmamıştı. Ancak soru “Kürtler” cevabıyla sonuçlanmıştı.

1880’lerin başlarında Ermeniler ve Kürtler arasında İstanbul’daki ekonominin taşıyıcı gücünü teşkil eden “hamallık” konusunda başlayan çekişmeler, Kürtlerin İstanbul Hamallık sektörünü ele geçirmesiyle sonuçlanmıştı. Belki de hamallık konusunda başlayan bu ikilik ilerleyen yıllarda büyük bir çatışmaya dönüşecekti. Fitili ateşleyen ise Sason’da ki aşiretlerin Ermenilerden yıllık haracı almaya çalışmaları olmuştu. İşte tam da bu anda Abdülhamid’in tercih yapmasının zamanı gelmiş gibiydi. Sason isyanı Osmanlı ordu birliklerinin bölgeye sevk edilmesi ile neticelenmişti. Ancak çatışmalar uzadıkça uzar. Nihayet 21 Ağustos’ta Anduk Dağı’na sığınmış Ermeni çeteleri bir haftada teslim olur. Bunun yanında hesaba pek de katılmayan bir şey vardır: Ölü sayısı. Sason konusunda hızlıca kurulan komisyonda Avrupalı temsilciler ölü sayısını 294 olarak verirken İngiltere ise bu sayıyı 900’e kadar çıkartır. İngiltere kamuoyunda hızlıca Ermeni yanlısı kampanyalar başlattırılır. Artık meselenin üstesinden gelmek hayli zorlaşmaya başlamıştır. İşte tam da bu sırada Berlin Anlaşması’nın hükümleri gereğince uygulamaya konulması kararlaştırılan doğu vilayetlerine gayr-i Müslim valiler veya kaymakamlar meselesi gündeme gelir. 

Osmanlı artık buna mecburdur. Bediüzzaman bu konuya yaklaşımında şu ifadeleri kullanmıştır: Sanatçı, makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira meşrûtiyet hakimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrûtiyet doğru olsa, vali ve kaymakam reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar…

Ayrıca “o yaraya iltihabı tezyid eden Hamidilik icra etmek”8 sözünün doğrulayıcılarından birisi de bu Ermeni meselesidir. Yağmacılık, gasp, adam kaçırma, insan katletme gibi suiistimaller sonucu bölge daha da karmaşık hale gelmişti.

Ermeni sorunu mu, Müslümanların umudu mu?

1890 sonlarında şiddetini arttıran olaylar adeta bir çıkmaza girmişti. Daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Teselya’da Yunan’a galebesi ve II. Meşrûtiyet’in ilânı Ermeni meselesini geçici bir süre teskin etmişti. Ancak burada anlamamız gereken bir şey varsa o da şudur ki, Avrupa’nın Ermeni meselesine olan ilgisi. Zira Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın Osmanlı Devleti’nde binlerce okulu bulunuyordu ve bu okulları açarken azınlıkları özellikle de Ermenileri vesile ediyorlardı. Aslında devlet eğitim ve kapitülasyonlar vesilesiyle ticarî olarak işgal altındaydı desek yanlış olmaz. Ancak 1909 yılından sonra tekrar alevlenen Ermeni meselesi bir daha hiç durmayacaktı. Bunun yanında özelde doğunun genelde ise Osmanlı’nın çözmesi gereken önemli bir sorunu vardı. O da “Rum ve Ermenilere verilen hürriyetler” meselesi. Tanzimat’tan bu yana Osmanlı toplumu bunu sağlıklı bir yere oturtamamıştı. Bediüzzaman’ın ifadeleri işte tam da bu nokta da önem kazanır. Zira Ermenilerin hürriyetini betimlerken “onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır” ifadelerini kullanmıştır. Devamında “Ermenilerden üç milyon insanı himayemize almanın, Avrupa istilâsı altında olan üç yüz milyon Müslümanın hürriyetine sebep olacağını” önemle vurgulamıştır.9

Ermeni Hareketinin İttihad ve Terakkiye Etkisi

1890 yılına gelindiğinde Ermeni komiteleri olan Hınçak ve Taşnak’lar küresel çapta faaliyetlerini arttırmışlardı. Kumkapı’daki eylemleri ve Yıldız’ı tehdit etmeleri ve sonrasında II. Abdülhamid’e suikast girişimi ve Osmanlı Bankası’nı basarak dinamit yerleştirerek sonrasında Paris’e kaçmaları hiç beklenmedik bir yapıyı tetiklemişti: İttihad ve Terakki Cemiyeti.

1889’da kuruluşundan beri Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye gibi okullara sıkışıp kalan bu hareket, Ermeni komitelerinin ses getirici eylemlerinden sonra uyanışa geçmişti. Bu eylemler onların, kendi ataletleri üzerine düşünmeye sevk etmişti. Devletin çok ciddî bir tehditle karşı karşıya olduğu ve sultanın bununla başa çıkamadığı düşüncesine kapılmışlardı.10 O halde bunların da harekete geçme vakti gelmişti. Ermeni gösterileri sonunda İstanbul sokaklarında Jön Türk esintisi kokan duvar kâğıtları yapıştırılır. Ermeni eylemlerini kınayan bu ilânlar aynı zamanda rejimi, kötü idareyi ve istibdatı suçlar. Bu hadiseden sonra bazı jönler sürgüne gönderilecektir. 1895’te Ahmed Rıza Paris’te “Meşveret” gazetesiyle açık bir şekilde muhalefete geçer. Aynı tarihlerde Mizancı Murat Paris’e gelir ve Paris basınına sultan aleyhinde demeçler verir. Sonrasında ise İngiltere’de Ermeni komitalarıyla temasa geçer ve Salisbury ile görüşür. İşte Münâzarât’taki meşhur sual ve mukabilindeki cevapta işte tam da bu noktadan doğmuştur.

“Ermenilerin hürriyet bizi teşviş ediyor, bir kere tecavüze başlıyorlar, bir kere hürriyet bizimdir, biz yaptık diyorlar. Bizi meyus ediyorlar”11 sorusunda ifadesini bulduğu gibi, Jön Türklerin bu uyanışına vesile oldukları zannıyla, meşrûtiyeti kendilerinin eseri sayıyorlar. Ve bu sebeple kendilerinde olmayan bir tesir ve gücü varmış gibi Müslümanlara yutturmaya çalışıyorlar. Bediüzzaman ise bunun aksi ifadeyle “Hem de meşrûtiyeti biz istihsal ettik olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrûtiyet, askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahife-i vücuda geldi” diyerek işin aslını ifade etmiştir.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî bu olayı “hadise-i müdhişe” olarak tanımlar. Osmanlı kroniklerinde ise “vak’a-i Hayriye” olarak geçer.

2- Münâzarât, s. 35.

3- Münâzarât, s. 39.

4- Bedelli askerliğin doğuşu bahsettiğimiz yıllara dayanır.

5- Münâzarât, s. 30.

6- Risale-i Nur’da İbrahim Sûresi 1. Âyetinin sonunda geçen “El-Aziz el Hamid” ifadesinin Sultan Abdülhamid ve Amcası Sultan Abdülaziz dönemlerine işaret ettiğini belirtmiştir.

7- Bu çabaların en bilindikleri “Paris Evrensel Sergisi’ne Abdülaziz ile beraber seyahati, 1889 yılındaki Stockholm’de toplanan “Doğu Bilimcileri Konferansına” verimli bir yazar olan Ahmet Mithat Efendi’yi göndermesi ve Chicago Evrensel Sergisinde III.Ahmet Çeşmesi’nin tıpkı maketini yaptırması” gibi faaliyetlerdir. Georgeon, s.389.

8- Münâzarât, s. 25.

9- Münâzarât, s. 35.

10- Georgeon, s. 412.

11- Münâzarât, s. 31.

 

Okunma Sayısı: 3318
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Ali Tam

    2.9.2018 00:33:25

    Türkiye Dünya Devletlerini Arsivlere havale ediyor. Kemalizm icin kurumlar tahsis edip cilt cilt beyhude efor sarfedip, servet harcayip bir adim ileri gidemeyen Türkiye Ermeni Meselesini Arsivlerden arastirip en az Türkce Ingilizce yayinlamayi hala yapamamissa hasta olan vatandas degil! Devlete cuvallar dolusu VERGI veriyoruz halletsin!

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı