Yaklaşan mahalli seçimler, havayı iyice kızdırmışa benziyor.
Siyasî nutuklar, bu çerçevedeki edebî retorikler, bazen hakarete bulaşmış tarafgirane konuşmalar, çoğu kez işi Cennet ve Cehenneme kadar götüren tehdit ve teşvikler ve nihayet kardeş kavgaları… Çok ilginçtir ki, arenada koşuşturanların “oyunun kurallarına” çok yabancı oldukları seyircinin dikkatini hiç çekmiyor. Belki onlar da; ‘bizden öncekiler de böyle oynadılar’, diyerek bu kuralsızlık ve prensipsizliği kendilerince normal karşılıyorlardır. Tartışanlar, meselenin siyasî tarafgirlikle ilgili olmadığını iddia ediyorlar. Fakat bu tartışmaları hangi ölçülere göre yaptıkları da henüz belli değil. Burada; şeriat mı, demokrasi mi veya töre mi esas olacak sorusuna, genellikle ‘hiçbirisi’ diyesim geliyor... Belki kaos veya fikir anarşisi diyebiliriz.
Ahaliyi saçma sapan düşüncelerine angaje etmeye çalışan partilere sorarsanız, mutlaka demokrasi diyeceklerdir. Demokrasiyi sorsanız, size sandığa göstereceklerdir. Demokrasiyi sandığa indirgemiş politikayı meslek edinmişlere göre demokrasi sandıkta “galip gelmek” ise, kimsenin Saddam Hüseyin, Hafız Esad, Kaddafi’nin intihabat sandıklarına ve Sovyetler Birliği’ndeki seçimlere itiraz etmemesi gerekiyor. Tıpkı Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1923’lerden ta 1950’ye kadar Türkiye’ye reva gördükleri seçim sistemleri gibi...
Önce Demokrasi…
Her şeyden önce demokrasiyi öğrenmemiz lâzım. Türkiye’mizde kanun hâkimiyeti olmadığı gibi, siyasî ve sosyal meselelerde de, bilimin kabul ettiği tanım ve prensiplerimiz de yok. Demokrasinin tarifini mektep kitaplarından öğrenen Hukuk ve Mülkiye mezunları, şu “arenaya” indiklerinde, bildiklerini adeta kafalarından siliyorlar: Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, adaletli seçim kanunu, milletin efkâr-ı ammesini yansıtacak millî meclisler ve her şeyden önce; milletin kahir ekseriyetinin teveccühüne mazhar bir anayasa… Önce bunların varlığı ve doğruluğa araştırılmalı. Avrupa’dan gelen fen ilimlerindeki ölçüleri ve genel çerçeveleri kabul edenlerin; devlet yönetimi, siyasî partiler ve yargıda ‘Ankara Kriterleri’ne kaçmaları, tamamıyla bir maskaralık ve keyfilik değil mi? Yani bizde henüz demokrasi yok. Azıcık demokrasimiz vardı, geçmişte onu da münafık ve zehirli 12 Eylül ihtilâli sildi, süpürdü.
1980 ile başlayan ve otuz beşe seneyi aşkındır devam eden demokrasiyi modernce yok etme sürecine inanmayanlarla, şu siyasî konularda tartışmanın, haram olduğu kanaatindeyim.
Nurculara gelince önce
Önce şu tesbitimi müsamahanızla arz edeyim. Bazı Nurcuların 12 Eylül’den sonra siyaseten ‘Siyasal İslâm’ kulvarında yürümeye çalıştıklarına şahit oluyorum. Meselenin acı tarafı, bu mahalleye gecikmeli gelen bir kısım Nurcular, ‘Siyasal İslâm’ın kaynaklarından yeterince beslenemediklerinden, çokça çiğ, ham ve radikal kaçıyor sözleri. Kraldan ziyade kralcı geçinme zilletleri… Said Nursî‘nin 1950’den sonra, Demokratlara yazdıklarını, şu ihtilâl ürünü siyasî mevsime tatbik ediyorlar. 12 Eylül’ün devleti nasıl tahrip ettiğini, ANAP’ın neoliberal icraatını ve geride kalan yönetim unsurlarının da AKP’lilerce nasıl yerle bir edildiğini zinhar hatırlarına getirmek istemiyorlar. Türkiye’nin bu günkü durumunu; demokrasi ve kurumları varmışçasına değerlendiriyorlar.
- Hem de, yazılı basının % 95’inin hükümetin emrinin altında olduğu,
- Devletin temellerinin demokrasi yerine Mustafa Kemal ve ilkelerine sıkı sıkıya bağlanmaya çalışıldığı, -Hazreti Mesih’in barış projesi olarak gördüğümüz AB ile savaşmayı bir cihad telâkki edenlerin vazifedar oldukları,
- Mevcut partinin Neoliberal ve Konservatif ittifakınca kurulduğu sevenlerince itiraf edildiği bir zamanda,
- Dünyanın en gayr-ı medeni anayasalarından olan “cuntacıların” yasalarıyla ülkenin idare edilmeye çalışıldığı bir zamanda, kalkıyor bazı sivri akıllılarımız, Üstadın Demokratlar mukayesesinin unsurlarını birileri için sıralıyorlar.
Önce; demokrasi yolunda dağları ve sahraları kendisine mektep yapmış bir Üstadın “demokrasi/meşrûtiyet” görüşlerini dikkatlice okuyup şu musîbetzede ahaliye anlatması gerekenler, çok çirkin “siyasî tartışmaların” labirentleri arasında ahir ömürlerini doldurmayı terk edip, yeniden kartallar gibi uçuşa geçmeleri gerekiyor. Affınıza sığınarak şu husus da arz edeyim. AKP’yi ısrarla Üstadımızın zamanındaki DP ile mukayese eden eski kahramanlar ya hipnoz olmuşlar veya garaz ve tarafgirliğin çukurlarına düşmüş, çıkamıyorlar. Toplumun, imandan sonra, içtimaî meselelerde Said Nursî’nin “hürriyet, şeriat ve meşrûtiyet“ derslerine şiddetle muhtaç olduğu bir zamanda, Nurcuların “hakikî vazifelerine” dönmeleri gerekiyor.
Önce demokrasiyi kurum ve kurallarıyla ortaya çıkması istikametinde demokratik mücadelede el ele verelim. Dünya demokrasisi ile entegre olma iradesini ispatlayalım. İslâmiyet ile istibdadın bir birine düşman olduklarını Avrupa’ya kabul ettirelim. Demokrasilerde “millî birlik ve beraberliğin”, olmazsa olmaz şartı olduğunu unutmadan, sevgi ve müsamaha ile yine “siyasî mülâhazalarımızda” bulunabiliriz… Başka teklifi olanlar, ”muhabbetli üslûplar içinde” yorumlarını gönderebilirler…