1980’lerin başında, Almanya’nın Ahlen şehrindeki Müslüman Türk İşçilerinin küçük kız çocuklarının, masum dudaklarından dökülen mısralar veya ezgilerdendir, başlığımız.
Kısa bir müddeti niyet ederek gurbete gelmiş Anadolu evlâdı, Avrupa’dan hemen döneceğini düşünmüştü. Birkaç yıllığına geldiği Batı Avrupa’daki işçi yurtlarında kalıp döneceğinden, ailelerini getirmemişlerdi, beraberlerinde… Sonra… Sonra olmamıştı. Yıllar uzayıp giderken hasret dayanılmaz hale gelmiş, bizimkiler de 1980’den sonra; ailelerini yavaş yavaş yanlarına almaya başlamışlardı. Bu defa gurbet yalnızca işçilerimizi değil, buradaki bütün yuvalarımızı vurmuştu. Bir dokunan, bin “Ya Lelyl” işitiyordu, kâse-i fağfurdan…
Küçücük bir maden şehri olan Ahlen’deki minnacık çocukların, Belediyenin salonundaki sahnede teğanni ettikleri;
Gurbette bir ses duyarsın, lâkin o ses ezan olmaz…
Gurbet garibe mekân olur amma, vatan olmaz…
manasındaki ezgilerle, dinleyicileri hıçkırıklara boğarlardı… İstikbalin kendilerine neler getireceğini bilemeyen bu masumlar, anne-babalarının yanaklarına dökülen gözyaşlarına belki de farklı duygularla bakıyorlardı.
Kırk küsur sena sonra, yine Ahlen’deyiz… Yine masum çocuklar ve yine şarkılar… Fakat bir gurbet gecesinde bir araya gelmiyoruz. Sahnede vatan ve milli duyguları coşturacak bir unsur da yok. Bu defa bir Ramazan akşamı… Şehir idaresini, kiliseleri, sivil-toplumu, siyasi partileri, okulları ve Müslüman dini cemaatleri temsil eden kalabalık bir topluluk doldurmuş, eski GONCA Gençlik ve devamı olan Ahlen Gençlik Merkezinin geniş salonunu…
Kürsüye gelen konuşmacılar artık Almanca selamlıyorlar, dinleyicilerini ve çocuk koruları da şarkılarının önemli bölümlerini Almanca söylüyorlar. “Telaaal Bedru Aleyna” Arapça şarkısını, Almanca dilinde ilk olarak burada dinledim… Tıpkı Yunus’un mısraları gibi… Hristiyan Alman dinleyicilerinin bu şarkılara tempo tutmaları, gurbetin sılaya dönüşünün ilk işaretleri miydi?
Bu minnacık çocuklarımızın; anneanne veya babaannelerinin kırk küsur sene önce söyledikleri mısralarının; yani, gurbet garibe mekân olur amma, vatan olmaz, sözlerinin günümüz Avrupa’sında manalarını yitirdiklerine şahit olduk. Bu çocuklar bu toprakları da vatan olarak benimsemişler, gibi… Dedeleri veya babaları bu topraklara, kanlarının yerine terlerini akıtmışlardı. Bağımsızlıklarının en önemli nişanesi olan Ramazan-ı Şerif’i, birlikte yaşadıkları Hristiyan toplumun en yetkilileriyle kutluyorlardı…
Bazı şehirlerde dışarıya okunmaya başlanmış Ezan-ı Muhammedî’ler, Ramazan boyunca on binlerce cami ve mescitlerde okunan hatm-i şerifler ve teravihlerin salat ü selamlarından hâsıl olan sesler, Avrupa hayatının seslerine karışıp göklere yükseliyordu, 2024 ramazan-ı şerifinde.
Bir başka hakikat ise; dördüncü neslin dedelerini veya ninelerini vefatlarında Türkiye’ye taşımamaları şeklinde yansımış, bu diyarlara.
Mesela; Augusburg’da defnedilmesini vasiyet eden Mehmet Köse ağabeyi yüzlerce kişi bu küçük kabristanda takip etmiş. Fevkalade bakımlı ve İslami sembollerle donanmış mezar taşlarıyla Augusburg’u vatan edinmişler. Köklerini, onların rızalarıyla bu toprağa ekenlerin verdikleri mesaj size de garip gelmiyor mu? Avrupa, 1960‘larda bu diyarlara gelen dedelerin torunlarına, artık gurbet değildi, belki de vatan olmuştu.
Yazdıklarımızın bizim neslimize garip geleceğini biliyoruz. Fakat hakikati değiştirmeye gücümüz yetmiyor, bizim. Kuşağımızın bakışlarının maziye takılıp kaldığını iddia edenlere de hakk vermiyoruz. Onların geçmiş veya mazi dediklerinin istikbale dönüştüğünü hisseden akranlarımız, elbette cennete akıp giden dünkü manzaralara hasret duyacaklardır. “Nostalji” kelimesi, tekrar yaşamak üzere cennete yolladığımız hatıralara duyduğumuz hasreti nasıl karşılasın ki… Fakat bir kanun-u İlâhidir. Kırk küsur sene önce otuz-otuz beş yaşındaki güçlü-kuvvetli Türk işçilerine – yaşayanları- sokakta rastladığınızda, onları pir-i fani halleriyle görüyorsunuz. O zamanların sahnelerinde ezgi ve ilahi okuyan çocuklar ise, çoktan ellinin üstüne çıkarak, nineliğin tatlı-acı yeni dünyalarını yaşamaya başladılar…
Evet, yaklaşık kırk beşe sene sonra, bir başka hakikati; altmış küsur sene önce bu kıtaya gelmiş Anadolulu ve Balkanlı kardeşlerimizin arasında gözlerimizle görüyor ve kalplerimizle yaşıyoruz. Bize İslâmiyeti nasip eden Rabbimiz, milliyetimizi de bu küçük kıtada imanımız sayesinde, çocuklarımızdan seksen yaşındaki büyüklerine kadar, hayatımızın renkleri arasında muhafaza etmiş.
Rabbimize ne kadar şükretsek, yine azdır…