Bahçıvan ve çobana, hiç tatil olmadığını biliyor muydunuz? Bayramları bile o kadar kısadır ki…
Ne güneşten yanan gül ve ne de ağılda meleyen kuzular… Ne tatil bilirler ve ne de bayram… Çoğu kez cenazenin defnine bile sabırsızlanırlar… Ekimi, bakımı ve suyu gecikirse, boynu bükük kururlar. Kuzular da öyledir… Bir gözüyle tüm hayata ve diğer gözüyle bostana bakar, bağban… Ya çoban…
Sevgiyle yıllarını bahçeye ve çobanlığa verenlerin; tasarrufu altındakilerine ne kadar adaletli davrandığını da dışardan göremeyiz. Ne fazla ve ne de eksik… Yalnızca yemini ve suyunu değil… Çapası ve tımarı da dâhil… Bütün ihtiyaçlarında öyle adaletli orta bir yol izlerler ki bahçıvan ile çoban… Bu hassas mizanın nazari kitabını yazamazsınız. Bahçıvan gülü fazla sevemez mi, bir meyve ağacına ayrıcalık yapamaz mı veya düşkün olduğu bir sebzeye… Hayır… Ölçüyü kaçırdığında, sevdiğine kötülük yapacağını bilir… Hele bir çoban… Çok nazladığı, serbestiyet isteyen kuzusunu veya şımarık oğlağını ağılın dışında tutarsa ne olur ki… Biraz daha serbestiyet veya hürriyet… Bu serbestiyetten düşmanı olan kurtların faydalanacağını bilir… Kuzuya rağmen, onu ağıla zorla sokması sevgisinden değil mi?
Bahçıvan için de aynı şeyler geçerli… Birbiriyle cedelleşenleri nasıl ayırır, seyreltir, budar… Toprak sevgisi ve serazadlık tutkunlarını dayanaklarına bağlar… Yerlerde çiğnenmesinler ve haşerelere yem olmasınlar diye değil mi? Bağban olmayanlar, bu bağlamayı esaret zannederler. Kendisinden beklenilen meyveyi vermesi için öyle güzel bir muamelede bulunur ki bahçıvan… Çekirdeğindeki tüm kabiliyetlerini sergileyecek şekilde… Ne az ve ne de fazla… Neticeden bahçıvan da memnun, bostan da… Çoban ile hayvancıklarının memnuniyeti kadar…
Peygamberimizin meşhur bir sözü var: Hepiniz çobansınız… Ve diğer bir sözü ise bize bahçıvan olduğumuzu hatırlatır. Dünya hayatlarının fıtrat tarlasını boş bırakanların acı akıbetlerinden bahseder Kur’an… Hem idare ettiklerimizin meyveleri süt ve kuzularından ibaret olmadığı gibi, bahçıvanlık ettiğimiz bahçenin meyveleri de bildiğimiz sebze ve meyvelerden ibaret değil… Ebedi bir memlekete yolcu ve zamanın güneşinden gölgelenmek üzere ağacın altında soluklanan bir ahiret yolcusu… Yetiştirdiklerinin meyve ve neticeleri oraya göre olacaksa; bahçıvanlık ile çobanlığımızı yeniden gözden geçirmeliyiz, değil mi?
Bahçıvanları ve çobanları tedirgin eden en önemli hususun terbiyede adalet olduğunu biliyoruz? Yüzlerce farklı fıtrattaki bitkiler ve ağaçlar… Koyunlar ve keçiler… Toprağın farklılığından meraların hallerine kader… İşte burada fıtratı yakalayıp adaletle meyvelerin ortaya çıkışını sağlamak o kadar zor ki… Ne kadar… Fazla mı? Az mı? Ortası neresi… Âlimlerin ifrat ve tefrit ile tarif ettikleri iki aşırı uçtan nasıl kurtulup ölçülü davranacak, bahçıvan ile çoban…
Gülistandan veya bostandan önce bağban… Kuzulardan-oğlaklardan önce de çoban… Sevgilerini ölçüsüz kullandıklarında… Güle ve sebzeye fazla suyun çürüme getireceğini düşünmeden aşırıya kaçsa ne olur? Veya azadlık isteyen ağaçlara keyfemayeşa dallarını uzatma hürriyetini… Güneşini kaybedenlerin feryadını duymasa adalet olur mu?
Kuzularına muhabbette ifrat eden çoban… Oynaş içinde ormana dalan yavru keçilere ses çıkarmazsa, gözyaşlarıyla korkunç akıbeti değiştirebilir mi? Ağılın kapı ve pencerelerinin sağlamlığı kadar, köpeğinin de çalışkan ve sadakatlisine ihtiyacı yok mu, çobanın?
Ah insan kuzularına annelik-babalık yapanlar… “Ben yaşayamadım evlâdım yaşasın” gafletiyle körpecik çocuklarını sokağa salanlar… En dehşetli bakteriden daha saldırganca makinaların içine yerleşenmiş yedi başlı canavarlardan habersizce, üzerinde titrediği biriciklerini sakınmayan anneler-babalar… Bahçemin güzelliğini ahali görsün, diye çitsiz bırakan bağbana ne derler ki… Tıpkı, hanesinin tefrişatını komşularına gösterme saflığıyla, evinin perdelerini açan hanımlara… veya Allah’ın kendisine verdiği güzelliğin sebebini idrak edemediklerinden, fıtri tesettürden kaçan genç kızlara… Ve bütün bunları “ hürriyet” bahanesiyle hoş karşılayan bağban ile çobana ne dersiniz…