Fıtrat düşmanları, “ikisi aynı” diyorlar. Fakat ilim adamları, semavi dinlerin temsilcileri, hukukçular, psikologlar, pedagoglar, aileyi ve insan neslini savunan kuruluşlar, bu iki tabir arasında büyük farklar olduğunu söylüyorlar.
Avrupa’daki ve Amerika’daki bazı uygulamalar da, farklı olduğunu ortaya koyuyor. Birçok kilise, ziyaretçilerine belli kuralları hatırlatıyor. Göbeğini veya dizüstü bacaklarını açmış kişiler (kadın olsun erkek olsun) çoğu yerde mabetlere alınmıyorlar. Hatta İtalya’daki, Fransa’daki ve İspanya’nın bazı yerleşim yerlerindeki belediyeler, bu düzenlemeyi, sokakları ve caddeleri kapsayacak şekilde, sakinlerinin reyleriyle genişletiyor.
Bu konunun nereden çıktığını tahmin edebiliyorsunuz… Ortada bir adaletsizlik/hukuksuzluk var. Sokakta karınları/belleri açılmış kadınları görmemek ve onlarla aynı ortamı paylaşmamak için şu günlerde kendilerini evlerine hapseden epeyce dindarımız var. İşleri olduğu halde çarşı-pazara inmiyor, mümkün olduğunca toplu taşıma kullanmamaya gayret ediyor ve insanların –bilhassa turistlerin– yoğunca yaşadığı kalabalık mahallerden kaçışıyorlar. Bunlar T.C. vatandaşı. O şehirde yaşama hakkına herkesten fazla sahip insanlar. Ve çok da rahatsız durumdalar. İşte bu insanlar, açık saçıklığa değil, çıplaklığa hayır diyorlar. Diğer insanlar gibi temel haklarından ve hürriyetlerinden mahrum yaşamak istemiyorlar.
“Bu dehşetli tereddiye nereden geldik?” diyeceksiniz. Ve birileri haklardan ve hürriyetlerden bahsedecek, size… Bahsettiğimiz hâlin hürriyet ile ilgili olmadığını, iddia edenler de biliyor. Fakat onlar, gençliği hevesatından yakalayarak onları “fıtri hayatın” dışına sürükleyen bozguncular değil mi? Ülkedeki hürriyetlerin sınırları vardır. En basit tarifiyle, başkasının hürriyetine müdahale, hukuksuzluktur. Bir kadının mahrem mekânında giyeceği kıyafetle sokağa inmesini nasıl karşılarsınız? Öğretmenlerin, subayların ve diğer memurların iş yerlerine pijamalarıyla gelmeleri bile bu kadar hukuksuzluk değildir, değil mi? Ayıplanacaksa da, fizikî olarak mağdur olacaksa da veya başka hâllere giriftar olacaksa da zararı kendisinedir. Ancak mahreminin yanında giyebileceği kıyafetle caddeye çıkan kadının hâli, diğer insanlara ve bilhassa erkeklere zarar veriyor. Marksist Herbert Marcuse’nin şakirtleri gibi, Sigmund Freud gibi veya Wilhelm Reich gibi düşünenlere, Avrupa/Amerika toplumları bir yere kadar sabretmişlerdir. Bu hususta Amerikalı ahlâkçıların en ziyade lanetledikleri kişi Marcuse’dir. Wilhelm Reich’e sabredemediklerinden, zindanda ölümünü beklemişler. İnsan fıtratının kabul etmediği tarzları, usulleri, ritüelleri ve hareketleri insaniyete dayatan sefih materyalist felsefecilerin akıbetlerini araştıranlar, şehit kanlarıyla sulanmış ve “Allah Allah” sesleriyle bin küsur senedir bize ulaşmış bu mübarek toprakları müptezellikleri ve ahlâksızlıklarıyla kirletenlere karşı; siyasi ve ticari menfaatleri uğruna dinlerini kullanmaktan çekinmeyen siyaset kurmaylarımızın bu meseledeki sessizliği, hakikaten bizi ürkütüyor.
Bu tür tartışmaları, “hürriyetler” ve bilhassa “kadın hakları” kulvarına taşıyarak hukuku sulandırmak isteyen sefahetçilere birkaç sözümüz olacak. Bizim meseleye yalnızca dinî adeseden baktığımız zannedenler; nüfuslarıyla iftihar ettiğimiz Türkiye gençliğinin, gayesizliğin boşluğunda, sefahatin pençesinde Temmuz güneşinde erimekte olan karlar gibi tükendiğinin farkında değillerse, gafletin en korkunç demini yaşıyorlar demektir. Milletimizin ruh/beden sağlığını, medeniyetini, ahlâkî tekâmülünü, milli bağımsızlığını ve adalete dayalı sosyal hayatını teslim ettiği –sözde– seçilmişleri bu ölümcül uykudan uyandırmak, yine millete düşüyor gibi…
İnsaniyet düşmanlarının, zaaflarından ve hassasiyetlerinden yakaladığı bilhassa genç kızlarımızın hali, ehl-i hamiyeti ağlattırıyor. Bunlar bizim çocuklarımız mı? Kanımızdan, canımızdan kardeşlerimiz, torunlarımız ve büyük Türkiye’nin çekirdeğini teşkil edecek “yarının anneleri” mi? Her biri doğumundan şu yaşına kadar anne-babalarınca, en nazenin çiçekler gibi kem gözlerden sakınılmaya çalışarak büyütülmüş çiçeklerimiz mi? “Heyhat” dedirten şu manzaralardan, mukaddesatı her türlü menfaatine alet etmekten çekinmeyen idarecilerimizin sorumluluklarını düşünmeyelim mi?
Sokaklarda ve caddelerde göbek ve bellerinden başlayarak bedenlerini teşhir ederek Müslüman Türk kadınını en ulvi mertebeden müptezel derekelerine indiren manzaraları hürriyetçilikle, kadın haklarıyla, anne-baba duyarsızlığıyla ve hatta feminizm ile açıklamaya çalışanlar, tehlikeyi gördükleri halde inatla ısrarlarına devam ediyorlarsa iki husus hatıra geliyor: Ya gaflet, ya da milletimize ihanet…