Şahs-ı manevi, yüksek bir ahlak olan menfaat-i umumiyeyi, menfaat-i şahsiyeye tercih etmek için himmeti milleti olan içtimai kuruluşlarda görev almaktır.
O kuvve-i maneviye-i harikayı zalim ecnebiler dört yüz seneden beri kırmaya çalışıp Birinci Dünya Savaşı ile maksatlarına ulaşmış oldular ve bir daha o haşmetli zamanlarımıza kavuşmamamız için de, ellerinden gelen bütün tedbirleri almış durumdalar. En büyük taktiklerinden biri de, bize “nemelazım” dedirtmektedir. Biz de “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” ayeti kerimesinin emriyle o fitnenin başını parçalamalıyız. Yoksa şahsi menfaat için kabuğumuza çekilirsek , durağan su gibi fosilleşir, fitne üretiriz. Buna karşı tedbir olarak mesailerin tanzimine, muavenetin te’mini ve emniyetin te’sisine şiddetle ihtiyacımız vardır.
Âlem-i İslam’ın en müzmin dertlerinden birisi de, hiç şüphesiz ki, riyaset-i şahsiye (tek adamcılık) olup, âlem-i-İslamı ahtapot gibi bloke ederek istibdadın hâkimiyetini kurmuştur. O illetin devası da, hiç şüphesiz millet iradesine dayanan şahs-ı manevidir. Zira küllde bulunan cüz'de, cemaatte bulunan fertte bulunmaz. Onun için zındıka ve ifsat komiteleri, ferdiyetçiliği tahrik ederek, şahsı maneviyi engellemeye çalışıyorlar. Bu sebeple olsa gerek, bir nevi cemahir-i müttefika-i İslamiye olan Osmanlı’yı yıkarak İslam birliğini parçaladılar. Evet, Osmanlı’da Şeyhülislamlık, ahilik teşkilatı, hayır kurumları ve adli kurumlarıyla âlem-i İslam’ın şahsı manevisi idi.
Bu parçalanmayı telafi sadedinde, Üstat Bediüzzaman:
“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. Hususun benim gibi bir biçarenin kıymetinden bin derece ziyade ehemmiyet vermekle bir batmanı kaldıramayan zayıf omzuna binler batman ağırlık yüklense altında ezilir." (Kastamonu Lahikası, s.12)
"...bir şahs-ı manevi hükmünde bulunan Risalet’ün Nuru ve sırrı tesanüt ile bir ferd-i ferit manasında olan şakirtlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen benim gibi bir neferin ağırlaşmış, müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var." (Kastamonu Lahikası s. 29, 30)
Demek şahs-ı manevi olunca, manevi bir radyo hükmünde; biri şarkta, biri garpta, biri dünya, biri berzah (ahirette), olsa da, rabıta-i imaniye ve Kur’aniye onları buluşturur. İşte âlemi İslam, halifeliğin kaldırılması, Şeyhülislamlığın yasaklanması ve Kur’an harflerinin ve Osmanlıcanın sona erdirilmesi ile arasındaki manevi bağlar koparılmış ve bir tesbihin imame ve ipinin koparılması gibi, sıradan oyuncak bir boncuk durumuna indirilmiştir. Demek akılsız, cansız ve manasız boncuklar bile belli maksatla dizilip dizayn edilirse tesbih olup bir şahsı manevi kazanır, yani bir anlam ve öneme haiz olursa, insanlarla neler olmaz ki? Yoksa o şehamet, maharet ve muhabbetin yerine, cebanet, cehalet ve muhalefet arız olarak herşey anlamsızlaştırılmıştır.
İşte günümüz insanının anlamsız, seviyesiz ve laçka durumunun sebebi budur. Bu meş’um durum ehli imanı derin bir ye’se atmıştır. Yeis ise, mani-i herkemaldir. (Yani her olgunluk ve ilerlemeye manidir.) Kanser gibi bir hastalıktır. Çaresi, Bediüzzaman’ın yaptığı gibi yeni hücreler misali cemaat ve şahs-ı manevi oluşturmaktır. Buna bugünkü yeni keşiflerle “kök hücre” de deniyor. Böylece fonksiyonunu yitirip laçkalaşan organlar, zindeleşip fonksiyonel hale geliyor.
—DEVAMI HAFTAYA—