ALTINCI REŞHA
İşte o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlâhiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubudiyeti cihetiyle, onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risaleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.
İşte bak: Nasıl berk-i hatif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın bütün dâvâlarının esası olan “Lâ ilâhe illallah”ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?
YEDİNCİ REŞHA
İşte bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.
SEKİZİNCİ REŞHA
Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak, bu zat büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secaya-i âliyeyi —ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak— vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.
İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?
DOKUZUNCU REŞHA
Hem bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada hicabsız, pervasız, küçük fakat hacaletaver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.
Şimdi bak bu zata: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir hâlde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâperva, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimî bir saffetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” [Necm Sûresi: 4.]
Evet, hak aldatmaz, hakikatbin aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir; hakikatbinin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.
Sözler, On Dokuzuncu Söz, Yeni Asya Neşriyat-2017, s. 265-66
LÛGATÇE:
âdât: Âdetler, gelenekler.
ahlâk-ı seyyie-i vahşiyâne: Kaba ve çirkin ahlâk.
berk-i hatif: Göz kamaştıran şimşek.
cezîre-i vâsia: Geniş yarımada.
Cezîretü’l-Arab: Arap yarımadası.
feth: Açma, fethetme.
hacaletaver: Utandırıcı.
hakikatbîn: Hakikati gören.
hicabsız: Utanma duygusu, perde.
kal’ etmek: Temelinden yıkmak.
kâşif: Keşfeden.
künuz-u esma-i İlâhiye: Allah’ın isimlerinin hazineleri.
mahbub-u kulûb: Kalplerin sevgilisi.
mehasin: Güzellikler.
muallim-i ukùl: Akılların öğretmeni.
muhbir: Haber veren.
mürebbî-i nüfûs: Nefislerin terbiyecisi.
müstağnî: Muhtaç olmayan.
ref’ etmek: Ortadan kaldırmak.
secâyâ-i âliye: Yüksek seciye ve karakterler.
sultan-ı ervâh: Ruhların sultanı.
tasallut: Hükmetme, hâkimiyet kurma.
teshîr: Boyun eğdirme, hizmet ettirme.
ümem: Ümmetler, milletler.
vaz’ ve tesbit eylemek: Koymak ve sağlam bir şekilde yerleştirmek.