“Ve hüve hayyun lâ yemût.” Yani hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fenâ, adem ve zeval Ona ârız olamaz. Çünkü hayat, Ona zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet, ezelî olan, elbette ebedîdir. Kadim olan, elbette bâkîdir. Vacibü’l-Vücud olan, elbette sermedîdir.
Evet, bir hayat ki bütün vücut, bütün envârıyla onun gölgesidir; nasıl adem ona ârız olabilir?
Evet, bir hayat ki vacib bir vücut onun lâzımı ve ünvanıdır; elbette adem ve fenâ hiçbir cihetle ona ârız olamaz.
Evet, bir hayat ki bütün hayatlar mütemadiyen onun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-ı sabite-i kâinat ona istinad eder, onunla kaimdir; elbette hiçbir cihetle fenâ ve zeval ona ârız olamaz.
Evet, bir hayat ki onun bir lem’a-i cilvesi, maruz-u fenâ ve zeval olan eşya-i kesîreye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve dağılmaktan kurtarır ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani hayat, kesrete bir vahdet verir, ibka eder; hayat gitse dağılır, fenâya gider. Elbette öyle hadsiz lemaat-ı hayatiye bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zeval ve fenâ yanaşamaz.
Şu hakikate şahid-i kàtı, şu kâinatın zeval ve fenâsıdır. Yani mevcudat, vücutlarıyla, hayatlarıyla nasıl ki o Hayy-ı Lâyemut’un hayatına ve o hayatın vücub-u vücuduna delâlet ve şehadet ederler; (HÂŞİYE) öyle de, mevtleriyle, zevalleriyle o hayatın bekasına, sermediyetine delâlet eder ve şehadet ederler. Çünkü mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarında yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki daimî bir zîhayat var ki mütemadiyen cilve-i hayatı tazelendiriyor. Nasıl ki güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkî’nin beka ve devamına şehadet ederler.
HÂŞİYE: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın Nemrud’a karşı imate ve ihyada güneşin tulû ve gurubuna intikali, cüz’î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyaya intikaldir ve bir terakkîdir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektedir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zâhir delile çıkmak değildir.
Mektubat, 20. Mektub, 2. Makam, YAN-2024, s. 284
LÛGATÇE:
adem: yokluk.
envâr: nurlar.
eşya-i kesîre: pek çok eşya.
hakaik-ı sabite-i kâinat: kâinatta geçerli olan değişmez gerçekler.
hayat-ı vâcibe: varlığı gerekli, zorunlu olan hayat.
Hayy-ı Bâkî: sonsuz, bâkî bir hayatın sahibi olan Allah.
ibka etmek: bâkîleştirmek, sürekli ve kalıcı kılmak.
kesret: çokluk.
lem’a-i cilve: cilvenin, görüntünün parıltısı.
lemaat-ı hayatiye: hayat parıldamaları.
maruz-u fenâ ve zeval: yok olmakla ve sona ermekle karşı karşıya.
mevt: ölüm.
sermedî: sonsuz, ölümsüz, ebedî.
Vacibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, yokluğu düşünülemeyen; var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah.
zâil olmak: sona ermek, yok olmak.
zeval: sona erme, yok olma.