“Ve ileyhi’l-masîr.” Yani ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâl’ine dönecekler ve Mevlâ-i Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yani bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde Huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîm’lerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Ma’budu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letaifiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Ma’bud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz; ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz; zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.
Mektubat, 20. Mektub, YAN-2024, s. 270
LÛGATÇE:
adem: yokluk.
esbab: sebepler.
firak: ayrılık, ayrılma.
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük, haşmet, izzet sahibi yaratıcı; Allah.
itmam etmek: tamamlamak, bitirmek.
kesret: çokluk.
Ma’bud-u Lemyezel: hiçbir zaman yok olmayan ve ibadete lâyık olan Allah.
Mahbub-u Lâyezal: hiçbir zaman yok olmayan ve sevilmeye en lâyık olan Allah.
makarr-ı saltanat-ı ebedî: ebedî saltanat yeri, ahiret yeri.
Mevlâ-i Kerîm: ikram ve ihsan sahibi olan Cenab-ı Hak.
nisyan: unutulma; unutma.
rü’yet-i cemal: Cenab-ı Hakkın cemalini, güzelliğini görme.
vahdet: birlik, Allah’ın birliği.
vesait: vasıtalar.
visal: kavuşma, ulaşma.