Müceddidler her asır başında geliyor, vazifelerini hakkı ile ifa ediyorlardı.
İşte, Mevlâna bunlardan biri idi.
Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yerleşti...
Anadolu o zaman benliğini ve kimliğini bulmuştu.
Mevlâna bir gönül sultanı idi...
İlmi ile âmil idi.
Aşk ve heyecan dolu bir hayatı vardı.
Mesnevi’yi kaleme aldı.
“Gel “diyordu.
“Kim olursan ol gel!”
“Bizim yolumuz, umutsuzluk yolu değildir.”
“Yüz defa tövbeni bozsan yine gel!”
Hayatta iken sevenleri oldu, sevmeyenleri, veya kıskananları oldu.
Vefatını “düğün gecesi” olarak değerlendirdi.
Asırlar sonra da Bediüzzaman geldi.
Aynı müjdeleri muasırlarına haykırdı.
“Mevt idam değil, tebdili mekândır.” dedi.
“Ben Mevlâna zamanında gelse idim, Mesnevi’yi yazardım, o benim zamanımda gelse idi Risale-i Nur’ları yazardı. O zamanda hizmet Mesnevi tarzında idi, şimdi Risale-i nur tarzındadır.” dedi.
“Mevlâna, Kur’ân’ın yedi renginde birini göstermiş, Risale-i Nurlar ise Kur’ân’ın yedi renginden, yedisini göstermiş.” diyordu.
Çünkü, asrın dehşetinin buna ihtiyacı vardı.
Kur’ân’ın etrafındaki surları yıkmışlardı.
Mühim bir Zat’ın:
“İcaz-ı Kur’ân’ı beyan et!” emrine uyarak neşrettiği Nurlar bir bir alemin zülümatını dağıttı.
Bunun ile kalmadı.
Bin yıl devam edip gelen, müfsit âletler ile rahlenenen (yaralanan) kalbi umumiyi tamir ve ıslah ediyordu...
İşte Mevlâna ile Bediüzzaman’ın dile getirdiği hakikatler âlemin zülümatını tarumar etti.
Mevlâna’dan sonra Çelebi Hüsamettin Efendi, Mevleviliği dünyanın her tarafına yaydı.
Bediüzzaman’dan sonra, onun davasını öz davası bilen Konyalı Zübeyir Gündüzalp, hizmetin ana merkezi hükmünde, nurların intişarı için ne gerekli ise hepsini yaptı.
Mevlâna’yı ziyaret eden Bediüzzaman’ı, Mevlâna’nın temessül ederek karşıladığı, gören şahitleri ile sabittir.
Mekânı Cennet olsun Mevlâna Hazretlerinin.
Işığı dünyada hâlâ rağbet görmeye devam ediyor.
Kıyamete kadar da devam edecek.