Dünkü yazımızda, Risâle-i Nurlarda kusur gibi görünen cümleler üzerinde çalışmak lâzım geldiğini ifâde etmiştik.
Her okuyuşumda hep “Bir kusur var.” diye düşündüren bir cümlenin arka planını Allah’ın izniyle fark ettim. Cümlenin aslını vermeden önce, aynı omurgada başka bir cümle kuruyorum:
“Her bir adamda, nihayetsiz bir zenginliği, nihayetsiz bir kuvveti, nihayetsiz bir ilmi bulunmak lâzımdır ki bu işlere medâr olabilsin.”
Yukarıdaki cümlede “-i” iyelik takılarının fazlalık olduğu, vasat her Türkçe sevdalısının fark edebileceği bir durumdur. Bu cümle nasıl düzelir, dense; verilecek cevap zor da değildir:
“Her bir adamda nihayetsiz bir zenginlik, nihayetsiz bir kuvvet, nihayetsiz bir ilim bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”
Hüve Nüktesi’nde şöyle bir cümle geçmektedir:
“…her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, irâdesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”
Bilindiği gibi, iyelik 3.t.ş. eki olan i /si takıları, eklendikleri kelimeye “onun” mânâsını katar. Başta verdiğim örnekte “zenginlik, kuvvet, ilim” kelimelerinin sonuna iyelik 3.t.ş. ekleyerek bu kelimeleri “zenginliği, kuvveti, ilmi” şeklinde yazmak bir anlatım kusuru teşkil etmektedir.
Türkçe testlerinde “Yemek yapmasını bilmiyormuş.” gibi bir cümle “gereksiz iyelik eki kullanmaktan kaynaklanan bir anlatım bozukluğu” diye verilir. Çünkü “yapma” sözüne fazladan eklenmiş “-sı” iyelik eki, o kelimeye “onun” mânâsını ilâve eder. O zaman da cümle “Yemek onun yapmasını bilmiyormuş.” gibi bozuk bir hal alır. Doğrusu: “Yemek yapmayı bilmiyormuş.”
İlk bakışta Hüve Nüktesindeki ifâde, anlatım kusuru taşıyor gibi göründü:
“…her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, irâdesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.” yerine, iyelik eklerinin kullanılmadığı şu şekil daha uygundu sanki:
“...her bir zerre ve her bir parça havada, nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim, irade ve nihayetsiz bir kuvvet, kudret ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassalar bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”
Lâkin Hüve Nüktesinde kullanılan, ilk plânda lüzumsuzmuş gibi duran iyelik takılarının gereksiz olmadıkları, bir vazîfe îfâ ettiklerini derk ettim.
Bilindiği gibi Hüve Nüktesi’nde hava zerrelerine gördürülen hizmetler sayılmakta, havanın; ses, elektrik, câzibe, dâfia ve ziyâ nakli gibi sâir letâifin naklinde şaşırmadan çalıştığı, aynı zamanda da bütün bitkilere ve hayvanlara teneffüs ve telkih (aşılama) gibi levâzımatı muntazaman yetiştirdiği anlatılmakta ve bu fiillerin esbâba ve tabiata isnat edilemeyeceği ifâde edilmektedir.
Bu muntazam ve muhteşem hizmetler eğer esbâba ve tabiata isnat edilecek olursa, her bir zerre ve her bir parça havada “hikmet, kuvvet, kudret, ilim, irade ve zerrâta hâkim-i mutlak olmak” gibi özellikler, bizzat ve nefsü’l-emirde olmalı ki, her bir hava zerresi, bu sayılan işleri yapabilsin. Yâni hikmet bizzat hava zerresinin kendisinde bulunmalı. Kudret bizzat onun olmalı ki hava zerresinin yaptığı fiiller, tabiata ve esbâba isnat edilerek açıklanabilsin. Dolayısıyla (onun) nihayetsiz bir ilmi, (onun) nihayetsiz bir iradesi, (onun) nihayetsiz bir kuvveti… olmalı. Yâni zatında bu özelliklere sahip olmalı hava zerreleri. İşte bu muhâliyeti ortaya çıkarmak içindir ki Hüve Nüktesinde “…her bir zerre ve her bir parça havada (onun) nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, (onun) irâdesi ve (onun) nihayetsiz bir kuvveti, (onun) kudreti ve (onun) bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin” denmiştir.
Çok açıktır ki onun yani hava zerrelerinin nihayetsiz hikmeti, ilmi, iradesi, kuvveti, kudreti ve bütün zerrelere mutlak hâkim olma özelliği mevcut değildir, hava zerrelerinde bu sayılan nitelikler yoktur. Hava zerreleri, ancak bu husûsiyetlere sahip bir Sâni-i Zülcelâl’in emirber neferleridir.
Geriye, bu cümlede kafamı kurcalayan sadece bir husus kalmıştı:
“…bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”
“Bir hassaları” ifâdesi ilk planda kulak tırmalıyor gibiydi. “Bir” kelimesi umumî kullanımıyla çokluk değil teklik isimlerle kullanılırdı. Türkçede sayı sıfatı ya da belirsiz (belgisiz) sıfat olarak kullanılan bu kelime, her iki durumda da teklik isim alıyordu.
“Bir gün beni anlayacaksın” cümlesinde belirsiz sıfat olan “bir” kelimesinden sonraki ismi çokluk biçimiyle kullanmak, berbat bir anlatım kusuru oluşturmaktaydı: Bir günler beni anlayacaksın.
“Tatile bir gün kaldı” cümlesinde ise sayı sıfatı olarak kullanılan “bir” sözünden sonraki ismin teklik olması gerektiği açıktı. “Tatile bir günler kaldı” denemezdi.
Gerçi “bir” sözünün çoğul isim aldığı kullanım mevcuttu, “zaman/vakit” kelimeleriyle kullanıldığında “bir zamanlar, bir vakitler” şeklinde çoğul isim alabiliyor ve “geçmişe yönelik bir süreklilik” mânâsı ifâde ediyordu.
Ama bu durum. sadece “geçmişe yönelik bir süreklilik” ifâdesi içindi. Sayı sıfatı veya belgisiz sıfat olarak ne kadar cümle kurduysam hepsinde de “bir”den sonraki isim tekil oluyordu: “Sınıfta sadece bir öğrenci kalmıştı, yalnız bir elma yedim, iki kurşun bacağa, bir kurşun da ele isabet etmişti, bir an bile seni unutmadım, günde bir kerpiç düşer ömrümün sarayından; bir zaman sonra bunları unutacaktı, elbet bir gün buluşacağız / bu böyle yarım kalmayacak…”
“…bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki…”
Üstadımız, elbette biliyordu bu yazdığım kaideleri. Peki o zaman neden “…bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki…” şeklinde bir ifâde kullanılmıştı?
Ânîden “bir” lafzının başka bir kullanımını hatırladım: “Adam bir evler yapmış ki görmelisin.” Yani görmeye değer birden fazla ev yapmış biri. Bu tür bir cümlede “bir” sözü, ne sayı sıfatı oluyordu, ne de belirsiz sıfat. Ve bal gibi de kendisinden sonraki isim çokluk eki alabiliyordu.
Böylesi cümlelerde “bir” sözü, “abartılı bir nitelik” ifâdesi için kullanılmış oluyor ve kendisinden sonraki kelimenin çokluk ekiyle kullanılması anlatım kusuru teşkil etmiyordu. “Bir iltifatlar, bir ağırlamalar, bir taltifler ki sorma.” cümleleri de bu türdendi; “bir hassaları” ifâdesi de.
Demek ki Hüve Nüktesinde geçen mezkûr cümlede, ne tashih hatâsı ve ne de bir anlatım kusuru bulunmamaktaymış.
* * *
Yazımız uzun olduğundan şapkaya kısacık bir temas:
“…mimari (mîmârî olmalıydı) olarak birbirine uyumlu bir tarzda İNŞAA edilmiş”
Kimi kelimelerde çift a kullanılır; sebebi “ayın” harfini Latinize edemeyişimizdir: müdâfaa gibi. Fakat İNŞAA olmaz; ayın falan yoktur. İNŞÂ diye yazılmalı.
Gereken yerlere şapka koymak biraz zahmetli olduğundan belki, bâzı yazarlarımız nidâlarımızı duymazdan geliyor.
Şapka Deyip Geçmeyin!