"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Zirveye tırmanış; zirveden iniş

M. Latif SALİHOĞLU
24 Eylül 2016, Cumartesi
GÜNÜN TARİHİ 24 Eylül 1396-1566

Osmanlı tarihinin zirveye doğru yükseliş ve zirvede duruş süresi, yaklaşık iki yüz yıllık bir dönemi kapsıyor.

Bu konuda keskin çizgiler çizmek zor. Doğru da değil.

Ama, 24-25 Eylül 1396’da kazanılan Niğbolu Zaferini yükselişin bir nişanesi, 1566’da tam da Zigetvar’ın Fethi esnasında (7 Eylül) Sultan Süleyman’ın vefat edip  oğlu Sultan II. Selim’in (Sarı) tahta geçmesi dönemini ise “zirveden iniş”in bir göstergesi şeklinde görmek mümkün.

Zirveden inişin, şüphesiz daha başka sebepleri de var. 

Meselâ: Osmanlı Sarayında entrikaların hızlanması. Kadınların (özellikle Hanım Sultanların) devlet-hükümet işlerine burunlarını fazlasıyla sokmaya başlaması. Sultan Sarı Selim’in ordunun başına geçip hiçbir sefere katılmaması gibi...

Bu arada, Zigetvar Seferi esnasında Afyon taraflarında bulunan Şehzâde Sarı Selim’in, bir “devlet sırrı” olarak gizlenen babasının vefat haberini alması, yine 24 Eylül gününe denk geldiğini hatırlatarak, Niğbolu Zaferi dönemine geri dönelim.

Rumeli, Osmaneli oldu

Anadolu’nun hemen her tarafına serpilmiş durumdaki küçüklü-büyüklü Beyliklerin çoğunu Osmanlı Devletine bağlamada önemli başarılar elde eden Yıldırım Bayezid Hân (1360-1403), yeni fetihler için yönünü tekrar Balkanlar’a, Rumeli’ye (Avrupa Kıt'asına) doğru çevirdi.

Bulgaristan ve Sırbistan'ın fethinden sonra, sıra Macaristan ve Tuna Nehri boyundaki diğer beldelere gelmişti.

Ardısıra fetihler, bütün hızıyla devam ediyordu.

Osmanlıların, böyle harikulâde bir hızla Avrupa'da yayılması ve bir yandan da Doğu Roma (Bizans) devletini abluka altına alması, papalık başta olmak üzere bütün Batı dünyasını fazlasıyla telâşlandırdı.

İşte, böylesi bir endişe ve tedirginlik içinde harekete geçen Haçlı kuvvetleri, olabildiğince kalabalık bir orduyu vücuda getirdiler ve Osmanlıya karşı bir “topyekûn savaş” ilân ettiler.

Yapılan uzun ve masraflı hazırlıklar neticesinde, aralarında Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerlerin bulunduğu, ayrıca Venedik ile Rodos şövalyelerinin de gelip dahil olduğu 120 bin kişilik—Katolik ağırlıklı—büyük bir Haçlı ordusu teşkil edildi.

Bu vahşi ordu, Niğbolu Meydanına varıncaya kadar önüne gelen Türk ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçirdiği gibi, ayrıca bölgedeki Ortodoks Hıristiyanların mallarını yağmalamaktan da geri kalmadı.

Nitekim, o günkü Sırplar, sırf bu sebepten dolayı saf değiştirdiler ve Katolik Haçlıların değil, Müslüman Osmanlıların yanında yer almayı tercih ettiler.

1396 senesinin 24-25 Eylül günlerinde Niğbolu’da Sultan Yıldırım Bayezid komutasında toplanan 50–60 bin kişilik Osmanlı ordusuyla karşılaşan Haçlı kuvvetleri, çok kısa bir sürede, yani âdeta "yıldırım hızıyla" mağlup ve perişan edildi.

Üstelik, Osmanlı kuvvetlerinin iki katı kadar kalabalık oldukları halde yaşadıkları bu mağlubiyet, Haçlılara unutulmaz bir ders verdi. Bilhassa bu tarihten sonra “Osmanlı tokadı” tabiri Avrupa’da konuşulup yaygınlaşmaya başladı.

Öyle ki, Yıldırım Bayezid Hanın Timur’a yenilip (1401) Osmanlı’da yaşanan on yıllık “Fetret Devri”nde bile, Haçlılar cesaret bulup da Osmanlı’ya karşı harekete geçemedi.

* * *

Son bir not: Bilhassa Niğbolu Zaferinden sonra, Sultan Bayezid’e “Yıldırım” lâkabı ve Mısır'daki Hilâfet makamı tarafından da Osmanlı hükümdarlarına “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı verilmeye başlandı.

@salihoglulatif: 1995’te Barla Çam Dağında görüşüp sohbet ettiğimiz Hüseyin Bülbül Ağabey bize anlatmıştı. Üstad Bediüzzaman, bir gün ona şu meâlde bir tavsiyede bulunuyor: “Kardaşım Hüseyin. Senin ile bir elmayı, bir dilim ekmeği bölüşüp de fazlasını kendine alana arkadaşlık yapma.”

Okunma Sayısı: 3140
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • CESUR ADAM

    24.9.2016 14:27:55

    Evet isimler değişsede maksatlar ve kökler aynıdır.O tarihte nice DEREBEYLİKLER var idi.Keza sayılan ülkeler şimdi olduğu gibi o zamanda ağırlığı olan devletler idi. Müslüman ülkelerin derdi ise içe giren KURTTUR.Aynen bugün başımza gelen ve içimize bizdenmiş gibi görünüp müslümanın canını,kanını yahudiye peşkeş çeken zihniyet gibi bizi ancak böyle engeleyebilirler.

  • Latif Salihoğlu

    24.9.2016 10:28:21

    Zübeyir Kardeş, İsim değişse de kökler kaybolmuyor. Türkiye, 1923'te kuruldu. Ama "Osmanlı Türkiyesi" tâbiri de kullanılabiliyor. Hatta, bazı tarihçiler "Büyük Türkiye Tarihi" ismiyle 1000 küsûr yıllık tarih serisini kitaplaştırdılar. Bir başka nokta: Polonya'nın ismi eskiden Lehistan idi. Ama, biz yine Polonya diyoruz. Hülasa, isim ve resim, kast edilen manayı değiştirmez.

  • Zübeyir

    24.9.2016 05:33:09

    Sa Latif Abi, Belçika diye bir devlet o zamanlar var mi idi? Bir belgeselde 1800'lü yillarda kurulduğunu duydum?

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı