Dünkü yazıda da kısaca temas etmiştik: Pazar günkü dev Yenikapı Mitingini organize ettiği belirtilen Sivil Dayanışma Platformu Başkanı Ayhan Ogan, açılış sadedinde yaptığı hararetli konuşmada, daha çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atıflarda bulundu.
Bir ara, Reis Erdoğan için “tesbihin imamesi” benzetmesini yaptı. Reis’in etrafında kenetlenmiş olanları da tesbihin tanelerine benzetti: “Kimsenin elini tesbihe de, imameye de dokundurtmayız” meâlinde nidâî sözler sarf etti. Hiç kimse çıkıp da bu sözlere bir itirazda bulunmadı. Tam aksine, duygulu anlar yaşandı ve adeta alkış tufanı koptu.
Esasen, aynı siyasî kulvarda koşturanların gözünde Sayın Erdoğan bu hareketin sadece lideri, başkanı, reisi, imamesi değildir; kendini tutamayıp onu “siyaset mehdisi”, hatta “elçi” diye ilân edenler bile var.
Bunları duyup gördükçe, “saff-ı evvel”den merhum ağabeylerimizin tekrâren söylediği şu sözleri zihnimde resm-i geçit yapıyor: “Kardeşim! Seçimlerde biz şeyhülislâm seçmiyoruz; imam, müftü seçmiyoruz. Oylarımızla siyasetçi seçiyoruz.”
Bu, orijinal bir bakış açısı. Risâle-i Nur’daki içtimaî düstûrlara dayanıyor.
Tam bu noktada, Bediüzzaman Hazretlerinin şu tesbitini de nakletmekte fayda var: “Bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. ...Hakiki dindar ise, ‘Kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir’ diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci-üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdî şişelere âlet yapar.” (Emirdağ Lâhikası, 53)
* * *
Din ile siyaseti aynileştirip eşitlediğiniz zaman, iktidar mevkiini asla kaybetmemeniz gerekiyor. Maazallah, kaybetmek, mağlup düşmek demek, dinin hakimiyetini kaybetmekle eşdeğer gibi olur. Ki, bu da kitleleri “toptan şevksizliğe, moralsizliğe, ümitsizliğe...” sevk eder.
Oysa, demokratik sistemlerde kazanmak da var, kaybetmek de.
Sade bir iktidar değişikliğiyle, cemiyete ne din hakim olur, ne de dinsizlik. İnsanların ahlâken düzelmesi, mütedeyyin hale gelmesi, ekseriyetle siyasetin dışındaki yollarla, meselâ tenvir ve irşad ile mümkün.
Ahlâkî terbiye sağlanamadan hasıl olacak bir “dindar parti iktidarı”, kalpleri ıslâh etmez, aksine ifsad eder. Münafıklarla dine muarız kimselerin sayısını çoğaltır.
* * *
Öte yandan, 19. Mektupta ifade edildiği gibi, siyaset-i beşeriye ve saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Bu zamanda aldanmayacak ve takvânın dışına çıkmayacak siyasetçi bulmak neredeyse imkânsız.
Dinin hakikati ise, bu tarz parazitleri, süprüntüleri kaldırmaz.
Bu zamanda, hakiki hürriyet ve demokrasi zemininde dine, İslâma, ahlâka pekâlâ hizmet edilebilir.
Bu değerlerin sosyal ve siyasî hayata yerleşmesine, kökleşmesine ciddî mânada çalışmak lâzım.
Kirlenmiş ve yalana çok bulaşmış olan siyasetin mutfağına tutup tertemiz dinî argümanları yerleştirdiğiniz takdirde, herşey karmakarışık bir hale gelir. Kalpler gibi zihinler de fesada uğrar. Artık, her şeye iktidar hesaplarına göre bakılır hale gelir.
Böylelerin nazarında, esasen demokrasi de, hürriyetler de değersiz hale gelir ve gitgide dumura uğramaya başlar.
Mukaddesat dahil, artık her şey iktidar için bir araçtan ibaret kalır.
Evet, siyasî menfaat hesaplarının içine dinî ve kudsî değerleri koyduktan sonra, geriye ne demokrasi kalır, ne hukuk, ne de hürriyetler...
TARİHTE 23 Eylül
Zor zamanda Mora İsyanı
Osmanlı’yı gerek içerde, gerekse dışarda takattan düşürerek ve adım adım çöküşe doğru sürükleyecek olan sarsıntılı hadiseler, daha çok Sultan II. Mahmud'un devr-i iktidarında (1808–1839) yaşandı.
İşte, o dehşetli hadiselerden biri de, Mora İsyanının bütün şiddetliyle devam ettiği 1821'in Eylül ayı sonlarında meydana geldi.
Arkasına İngiltere, Fransa ve Rusya'nın desteğini alan Yunanistan’daki Rumların, 23 Eylül günü binlerce Osmanlı askerini şehit ettiği anlaşılmış oldu. Bazı kayıtlarda, toplam şehit sayısının otuz bin kadar olduğu ve Osmanlı donanmasına ait bütün gemilerin de imha edildiği rivâyet ediliyor.
Bu tarihteki Mora İsyanı, yine ismi geçen üç Avrupa devletinin yardımıyla, Yunanistan'ın bağımsız hale gelmesiyle neticelendi.
Bu durum, Osmanlı'da yeni bir dönüm noktasını teşkil etti: Çünkü, asırlardır Osmanlı idaresinde yaşayan topluluklardan biri, ilk kez savaşarak istiklâliyetini ilân ediyordu.
Daha evvel yaşanan Sırp İsyanı, sadece "yarı bağımsız" bir siyasî gelişmeye yol açmıştı. Ne var ki, Yunanistan'ın bağımsızlığı, Balkanlar'daki diğer bütün unsurların aynı yöndeki damarlarını depreştirdi ve onları birer birer Osmanlı'ya karşı isyana tahrik ile teşvik etmiş oldu.
* * *
Balkanlar'daki toplulukların ve toprakların kaybı, kıyâfet inkılâbını yapan Sultan II. Mahmud zamanında vuku bulduğu gibi, Yeniçeri Ocağının söndürülmesi ve Osmanlı ordusunun Mısır vilâyeti ordusuna dahi galebe çalamayacak bir vaziyete düşürülmesi, yine aynı dönemin eseri.
@salihoglulatif: Bu zamanda siyasî iktidar kuvvetine öyle yüksek bir değer atfediliyor ki, siyaseten kaybetmek, âdeta dinen kaybetmekle eşdeğer tutuluyor. Dindar kitleleri toptan ye’se düşürmek ve demoralize etmek için bundan daha fecî bir tuzak yoktur.