Evet “tek adam” siyaseti, adım adım vesayete, en nihayet esarete doğru sürükleyip götürür.
Esasen, başka türlü bir beklenti içinde olmak, kendi kendini oyalamak, belki de aldatmak anlamına gelir.
Zira, tek adamcılığın hâkim olduğu yerde, şu tarz gelişmeler bir cihette kaçınılmaz şekilde zuhûr eder:
1) “Tek adam”ın etrafını tetikçiler, alkışçılar, yağcılar, yaranmacılar, müdahaneciler, menfaatperestler, menfaati için zillete tenezzül edenler kuşatır.
2) Gazeteler, birbiriyle yaranma yarışına girer. Hemen her gün tek adamın resmini, mesajını manşete-sürmanşete taşır. Kiralık, satılık kalemler borsaya düşer. Münafıklık tavan yapar. Kabalık, yılışıklık, yüzsüzlük... en çok rağbet edilen iş ve meslekler haline gelir.
3) Televizyon kanallarında, “tek adam”ı haber yapmak, onunla ilgili haberleri ilk sıralara taşımak, normal yayın akışını bile keserek onun konuşmalarını canlı yayınlarla kitlelere ulaştırma çabası, en önemli yayıncılık hizmeti haline gelir.
4) Seviyesiz, niteliksiz, karaktersiz şahıslar, temayüz etmiş kimseleri dışlamaya koyulur; mümkünse onları “tek adam” ile karşı karşıya getirip diskalifiye etmeye çalışır. Tâ, etrafta kendisine rakip olacak kimseler kalmasın; tek adam da onlara muhtaç, yahut mecbur hale gelsin.
5) “Tek adamcılık” siyasetinin hâkim olduğu yerde, düşünce tembelliği meydan alır. İdrak daralır. Ufuklar kararır. Muhakeme gücü zaafa uğrar. İlerisi görünmez hale gelir.
Ölçü “tek adam”ın kendisi olduğu için, idrak ve muhakeme yoksunları, tapındıkları adamı “mutlak gerçeğin” merkezine yerleştirir. Onlara göre, “tek adam”a taraf olan ve ona mutlak itaat eden iyidir, doğru yoldadır; ona muhalif olanlar ise kötüdür ve doğru yoldan sapmış kimselerdir.
Misâl, bu zihniyete sahip olanlar, aradan bir asır zaman geçmiş olmasına rağmen, Sultan Abdülhamid devrine bile hâlâ aynı nazarla bakarlar.
Onlara göre, Padişahı veya o devrin istibdat siyasetini alkışlayanlar çok iyi kimseler; onu veya siyasetini eleştirenler ise, ya hain, ya da hainlerle işbirliği yapmış kötü kimselerdir.
Bu “adam-matik” kafa, bugün de değişmiş değil; yani “demokratik” hale gelebilmiş değil; hâlâ zamanın “tek adam”ına yağ çekmek, onun siyasetine alkış tutmakla meşgul.
Katlanamayan, çeker gider
Tek adama dayalı siyasetin hakimiyeti devam ettiği sürece, iş başına gelenler de aynı tornadan geçmeye, aynı işlevi görmeye mecbur, hatta mahkûm olurlar.
Aksi halde, hangi makamda olurlarsa olsunlar, çekip gitmek durumunda kalırlar. Ya kendileri giderler, ya da azledilerek gönderilirler.
Giden kişinin yerine ise, “tek adam”a övgü düzen, ona sadâkat göstermekten ayrılmayacağını deklâre eden, diğer yaranmacılarla giriştiği yarışı en önde götüren kimse gelir.
Ne var ki, insan izzet ve haysiyeti ile bağdaşmayan bu vaziyet, zamanla bir kısır döngüye dönüşür ve gitgide adileşerek değerini kaybeder.
Nihayetinde, tek adamla birlikte, onun siyaseti de biter ve devr-i saltanatı sona erer.
Bu kaçınılmaz sona düçâr olmamak içindir ki, İslâmiyette “şûrâ”ya uymak emredilmiş ve tabana dayalı bir “meşveret sistemi” esas alınmış.
Şahıs-ı vâhid, yani tek adam yerine “meşveret ve şûrâ”ya istinad eden hizmetler, faaliyetler, müşterek düşüncenin eseri olup prensipler manzumesi üzerinden yürütülmeye çalışılır.
Zamanın geçmesi ve hadiselerin değişmesiyle birlikte “tek adamcılık” metodunun yanlışlığı, sakatlığı da ortaya çıkar.
Bu metotla gidenler, fikren iflâs etmekten, dahası tarih ve nesiller önünde mahcup duruma düşmekten kurtulamazlar.
Ölçü, düstûr ve prensipler çerçevesinde hareket edenler ise, daima şerefrâz ve serfirâz olurlar. Hem dâr-ı dünyada, hem dâr-ı ahrette.
Cenâb-ı Hak, bizi bu tür mahcubiyetlere dûçâr olmaktan muhafaza eylesin.
GÜNÜN TARİHİ: 5 Mayıs 1821
Büyük imparatorun acı sonu
Tüm Avrupa’ya, hatta dünyaya nâm salan Fransa'nın efsanevî lideri ve savaş kahramanı olarak kabul edilen Napolyon Bonapart, sürgüne gönderildiği Atlantik'teki Helena Adası'nda 5 Mayıs 1821’de öldü..
51 yaşında iken ölen Napolyon'un hayatı, başlı başına bir ibret tablosudur. Hayatında öylesine iniş-çıkışlar, öylesine düşüş ve yükselişler yaşadı ki, bakıp öğrenince hayret etmemek elde değil.
Meselâ, Büyük Fransız İhtilâli (1789) zamanında sıradan bir genç subay iken, kısa sürede en gözde bir asker konumuna geldi. Yine, gayet sür’atli bir şekilde generalliğe kadar yükseldi ve ordunun başına geçti.
Ardından, "Birinci Konsül" yapıldı. 1804'ten itibaren de, aynı anda hem Fransa'nın İmparatoru, hem de İtalya'nın Kralı sıfatını kazandı.
Ne var ki, hayatının son demini, okyanusta küçük bir adada sürgün ve yalnızlık içinde geçirmek durumunda kaldı.
Evet, ibretle düşününce söylememek elde değil: Nereden nereye...
@salihoglulatif:
Tek adamcılığın hâkim olduğu yerde, siyaset vesayete,vesayet esarete dönüşür. Bu esarete dayanamayan, yahut katlanamayan, er ya da geç çeker gider. Kişi, isterse Başbakan olsun; netice yine değişmez.