Sadece Osmanlı ve Selçuklu tarihi değil, sanki İslâm tarihi bütünüyle savaşlardan ibaretmiş gibi gösterilmeye çalışıldı, çalışılıyor.
Hatta, öyle ki, Çağrı ve benzeri mahiyetteki “iyi niyetle” çekilmiş Peygamberimiz’in (asm) zamanına dair filmlerde bile habire savaş sahneleri gösteriliyor.
Oysa, Hz. Muhammed’in (asm) ders ve ibretle yüklü 63 yıllık örnek hayatının belki 3 senesi dahi savaşla, yahut savaş hazırlıklarıyla geçmiş değil. Ki, bu da saldırı şeklinde değil, müdafaa sadedinde sayılır. (Meselâ, Medine’deki Hendek Savaşı, tipik ve çok zâhir bir örnektir.)
Buna rağmen, sanki bütün ömrünü muarızlarıyla çatışarak, onlarla mütemadiyen savaşıp kan dökerek geçirmiş gibi lanse edilmeye çalışılıyor.
Hâşâ ki, öyle olsaydı, 1400 küsûr yıllık İslâm dini ve Kur’ân ahlâkı, dünyanın her tarafındaki milyarların ruhunda, kalbinde, fikrinde kök tutarak boy vermezdi.
Hâşâ ki, İslâmiyet eğer savaşmaktan ibaret olsaydı, savaşlar bittiğinde de İslâmiyet bitme noktasına gelirdi.
Evet, İslâm dinini çarpışmaktan ve İslâm tarihini savaşlardan ibaretmiş gibi gösterenler, bilerek-bilmeyerek İslâm medeniyetinin görünüp anlaşılmasına perde geriyorlar. Kezâ, ilimde, irfanda, ahlâkta, ibadette, san’atta, mimaride, musıkîde, aile ve sosyal hayatta, çevre duyarlılığında, sâir canlılara olan münasebette, velhasıl hayatın her sahasında “insaniyetin kıvamı” olan İslâmiyetin hakiki çehresini perdeliyor, yahut başka türlü göstermeye çalışıyorlar.
Tamamiyle çarpıtılarak süre gelen bu tuhaf durum, asla ve kat’a kabul edilemez. Dolayısıyla, şânlı İslâm tarihinin kanlı savaşlardan ibaretmiş gibi gösterilmesini asla kabul etmiyoruz ve dahi şiddetle reddediyoruz.
Darbeler ve militarizmin etkisi
Böyle çarpık bir tarih tezinin ve anlayışının ilköğretimden tâ üniversiteye kadar tüm okul kitaplarına sirayet etmesi, aslında gayet acı ve feci bir durumdur.
Bunda yabancıların etkisi varsa da, asıl kabahat, sûreten yerli görünen ve öyle bilinen bizdeki asker-sivil darbeci cuntacılar ile kökü dışarda olan komitacılarındır.
Bu maskeli güruh, bilhassa son iki yüz yıllık tarihimizin kanlı ve çalkantılı olaylarında tesirli rol sahibi oldukları gibi, çarpıtılmış bir tarih anlayışının da baş müsebbibi konumundadırlar.
Bu karanlık adamlar, fırsat buldukları anda darbe yapıyorlar. Ardından, bir darbe anayasasını sipariş ediyorlar. Fakat, bu kadarcık bir kötülük yapmakla iktifa etmeyip, tarihimizi nasıl okuyup öğrenmemiz gerektiğine de müdahale ediyorlar.
Bir de bakıyorsunuz ki, neredeyse bütün tarihimiz seferlerden, savaşlardan ve kanlı iç isyanlardan ibaretmiş gibi görünüyor.
Tamam, bunlar da olmuş, kabul. Fakat, genel tarihin seyri içinde ve zamanlama itibariyle bunlar dörtte birlik, beşte birlik bir kısmını bile ancak teşkil edebiliyor.
Hakikat-i hal böyle iken, tarihimizin asgari yarısını, yer yer yarıdan bile fazlasını tutup ders kitaplarına koyarak nesillere de bunu anlatmaya çalışılırsa, hem hak ve hakikat çarpıtılarak cinayet işlenmiş olur, hem de nesillere gerçek tarih yerine koskoca bir “yalan tarih”i dayatarak öğretmenin ağır vebâli altına girilmiş olunur.
Biz, böylesi bir vebâlin altına girmek istemediğimiz için, doğru tarihi milletimizin ve nesillerin nazarına sunmaya gayret ediyoruz.
Zira, inanıyoruz ki “Hakiki vukûâtı kayd eden tarih, hakikate en doğru şahittir.” (Bediüzzaman, T. Hayat, s. 80)
...............................
NOT: Hayırlı, huzurlu, sürûrlu bayramlar dileğiyle... MLS
TARİHTE 24 Eylül
Padişaha 'Sultân-ı İklim-i Rum' denildi
Anadolu’daki küçüklü-büyüklü Beyliklerin çoğunu Osmanlı'ya bağlamada mühim başarılar elde eden Yıldırım Bayezid Hân (1360–1403), yeni fetihler için yönünü Avrupa kıt'asına doğru çevirdi.
Bulgaristan ve Sırbistan'ın fethinden sonra, sıra Macaristan ve Tuna boyundaki diğer beldelere gelmişti.
Osmanlıların, fevkalâde bir hızla Avrupa'da yayılması ve bir yandan da Doğu Roma (Bizans) devletini abluka altına alması, papalık başta olmak üzere bütün Batı dünyasını fazlasıyla telâşlandırdı.
İşte, böylesi bir endişe ve tedirginlik içinde harekete geçen Haçlı kuvvetleri, olabildiğince kalabalık bir orduyu vücuda getirdi ve Osmanlıya karşı topyekûn savaş ilân etti.
İçinde Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerlerin dahil olduğu, ayrıca Venedik ile Rodos şövalyelerinin de gelip katıldığı 120 bin kişilik büyük bir haçlı ordusu teşkil edildi.
Niğbolu Meydanına varıncaya kadar önüne gelen Türk ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçiren bu vahşi Katolik ordu, bölgedeki Ortodoks Hıristiyanların mallarını yağmalamaktan da geri kalmadı. Sırplar, sırf bu sebeple saf değiştirdiler ve Osmanlı'nın yanında yer almayı tercih ettiler.
1396 senesinin 24-25 Eylül günlerinde Niğbolu’da Sultan Yıldırım Bayezid komutasında toplanan 50–60 bin kişilik Osmanlı ordusuyla karşılaşan Haçlı kuvvetleri, çok kısa bir sürede, yani âdeta "yıldırım hızıyla" mağlup ve perişan edildi.
İşte, bilhassa bu tarihten sonra, Sultan Bayezid’e “Yıldırım” lâkabı ve Mısır'daki Hilâfet makamı tarafından da Osmanlı hükümdarlarına “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı verildi.
@salihoglulatif: Son iki yüz yıla damgasını vuran darbeciler ve cuntacılar, Osmanlı ve Selçuklu tarihinin dışına tüm İslâm tarihini de savaşlardan ibaretmiş gibi göstermeye çalışarak, militarizme hizmet ettiler. Bu çarpıtmayı bütün kuvvetimizle reddediyoruz.